Tutku ve özgürlük arasındaki bireyin varoluş paradoksu | Raşel Rakella Asal

Haziran 1, 2023

Tutku ve özgürlük arasındaki bireyin varoluş paradoksu | Raşel Rakella Asal

Kadın yazınında yirminci yüzyılın ikinci yarısında feminizm akımı kadının özgürleşme yolunu açmış oldu. Helen Cixous, Luce İrigaray, Pierre Bourdieu ve Julia Kristeva gibi yazar ve kuramcılar bu konuda öncü bir rol üstlendiler. Simone de Beauvoir’in 1949’da yayınlanan İkinci Cins kitabının ikinci cildinde yer alan “kadın doğulmaz, kadın olunur” yorumu bu akımın söylemi oldu. 

Beauvoir bu kitabında kadın-erkek ilişkisini Hegel’in köle-efendi ilişkisi üzerinden kadınlara boyun eğmemeyi, ev-evlilik-çocuktan oluşan yaşam döngülerini değiştirmek için kadın durumuyla ilgili kalıp yargıları yıkmayı, kadınları uyandırmayı amaçladı. Beauvoir’a göre bu kısır döngüde ev ve ev işlerine yönlendirilmiş kadın gerçek dünyadan soyutlanmıştır. Kadın evi terk edip kamusal alanda üretici olarak toplumda yer almadıkça erkekle eşitlenemeyecek ve özgürleşemeyecektir. 

Çağdaş feminist filozof ve edebiyat kuramcısı Julia Kristeva da Beauvoir’in izinden gider. Onun söylemini “biz kadın doğarız, ama ben kadın olurum” diyerek kadınlığı kadınlığından vazgeçiren erkek egemen sistemin karşısında yer alır. Feminizm akımına göre kadın yalnız evde ve kamusal alanda değil, cinsel yaşamında da erkekle eşit konumda olmalıdır.

Bu bağlamda Annie Ernaux ayrıcalıklı bir yazar olarak ortaya çıkar.  Nobel jürisi tarafından yapılan açıklamada, 82 yaşındaki yazarın,“kişisel hafızanın köklerini, mesafelerini ve kolektif kısıtlamalarını keşfetmedeki cesaretinden” dolayı 2022 yılki ödülüne layık görüldüğü bildirildi. Yazarlık serüvenine l974 yılında Boş Dolaplar (Armoires Vides) ile başlar. Bir Adam (La Place), Bir Kadın (Une Femme) , Yalın Tutku (Passion Simlple) ve Yıllar (Les Annees) adlı romanlarında özyaşam öyküsünü yazı metnine taşımakla anlatılarında kendini görünür kılar. Yalın Tutku yaşadığı bir ilişki üzerine odaklansa da kendi özelinden genele, bireyselden toplumsala açılan kadınlık durumunun ortaya konmasıdır. 

Yapıtlarının arka planında kadın ve erkek kimliklerine toplumun yüklediği anlamların sorgulamasına yer verir. Tüm eserlerinin özünde duygusal dürüstlükle kendi yaşam öyküsüyle bağlantıları üzerinden okunur olması Annie Ernaux yazınında belirleyici unsur olarak karşımıza çıkar.

Annie Ernaux’nun Nöbel Edebiyat Ödülü aldığı konuşmasında kendini şöyle ifade ediyor: “Hafızanın gömdüğü hisler, çevremizi saran dünyanın bize duyumsatmayı sürdürdüğü hisler, her yerde ve her zaman. Önkoşul olarak his, benim hem kılavuzum hem de araştırmalarımın özgünlüğünün teminatı oldu. Ama ne uğruna? Hayat hikâyemi anlatmak veya kendimi hayatımın sırlarından azade kılmak uğruna değil, yaşanmış bir durumun, bir vakanın, romantik bir ilişkinin şifresini çözmek ve böylece yalnızca yazının vücuda getirebileceği ve bir ihtimal başkalarının bilincine ve anılarına aktarabileceği bir şeyi ortaya çıkarmak uğruna. Aşkın, acının ve yasın, utancın evrensel olmadığını kim söyleyebilir?”

Yalın Tutku’da yazar bir Rus diplomatı ile yaşadığı tutkulu bir ilişkiyi aktarırken kendini tüm çıplaklığıyla ve cüretle sergilemekten çekinmemiştir. Paul Constant’a göre, “Yalın Tutkuromanda, Yabancı’nın kendi dönemindeki kadar önemli bir dönüşüm sağlar,  öyle ki, böyle  bir kitabın yayınlanmasından sonra, birdenbire gözden düşen bütün bir kadın yazını, bundan  sonra eskiden yazıldığı gibi yazılamayacaktır”  (Tondeur,  1996,  s.  109, aktaran Ali Tilbe) Anlatı tutkusunun tutsağı olan bir kadının tüm halleri üzerinden ilerler. Bu kadın anlatıcı özgür kadın imgesinden uzak olsa da, sonuçta insancıl bir duyguyu okurla paylaşıyordur. İlişkiye girdiği erkeğin evli olması, kadının böyle bir ilişkiyi yaşamasını kabul etmiş olması öte yandan evli bir erkeğin eşini aldatmakta bir engel görmemesi, ataerkil toplumun çöken değerlerine karşı bir göndermedir.

Yaşadığı ilişki toplumsal değerlere aykırıdır. Toplumun değer yargılarını ve çocuklarının üzerindeki mesuliyetini hiçe sayarak bu ilişkiyi yaşamakla kalmamış, yaşadıklarını yazmış, yayınlatmış ve okunacağını göze alarak bu ilişkinin aykırı olduğunu bile bile evli bir erkekle birlikte olmuştur. Toplum tarafından suçlanacağını bile bile seçimini yapmış, sonuçlarına katlanmayı göze almıştır. Bu insanca tutkusunu üstlenmiş, onu yaşamış olduğunu utanmadan eseri yoluyla ifşa etmiştir.  

Romanda anlatı bekleme anları üzerine odaklanır. “A” olarak adlandırılan Rus sevgilinin diplomat, evli, modacılardan çıkmış tasarım kıyafetleri giyen, fiziki yönden Alain Delon’a benzeyen ve viski seven biri olmasından başka hiçbir bilgi verilmez. Anlatıda bu kişinin konuşmalarına yer verilmez çünkü anlatıcı beraber oldukları dar zamanların dışında ya onun telefonunu ya da gelmesini beklemekle geçirdiğinden sevgili “A” anlatıcının düşünde, imgesinde, düşüncelerinde yaşamaktadır. Bekleme anları uzun süreli, yakalanan mutluluk kısa ömürlüdür.  “geçen yılın Eylül ayından bu yana artık bir erkeği beklemekten başka bir şey yapmadım. Bana telefon etsin evime gelsin istedim” (s. 12) diyerek öykü süresinin yaklaşık bir yıla uzandığını imler. Öykü süresi ile öyküleme süresi arasında yaklaşık üç yıllık bir uzaklık bulunmaktadır. Bu süre içinde yazar pasif bir durumda olduğunu itiraf ederek bu ilişki karşısındaki edilgen konumunu saptamış olur.

Anlatıcı-kadın bu tutkuyu bir romancının roman yazma serüvenine benzetir. “Çoğu zaman bu tutkuyu bir kitap yazıyormuşçasına yaşadığımı sanıyordum. Her aşamada aynı başarılı olma zorunluluğu, tüm ayrıntılarda aynı kaygı” (s. 17). İlerleyen sayfalarda bu tutkuyu açıklamak değil, sadece sergilemek istediğinden ve bu sebeple yazıya dökme gereği duyduğundan söz eder.

Anlatıcı-kadın için bu sıra dışı serüven kendisinin bir kadın olarak var olmasına aracılık etmektedir. İlişkide olduğu kişi ile yaşanılan her an kadınlığını hissettiği andır. Bu büyülü anlar ne kadar özel ve değerli ise de, her an sonlanmaya mahkûm olma ihtimali ve düşüncesi kadın-anlatıcı için sarsıcı olmaya başlar. Bu düşünce gün geçtikçe saplantıya dönüşür ve bir çeşit tutku kurbanı olmaktan kendini kurtaramaz. 

Bu sınırlı zaman kesitlerinde, A’nın eşinin bu ilişkiyi anlamaması için alınacak tedbirler de vardır. Giysilerinin üstünde ondan hiçbir iz kalmamasına dikkat eder, vücudunda da iz bırakmaz, karısı ile sevgilinin arasında herhangi bir olay çıkmasına sebebiyet vermek istemez. Aksi halde, sevgilinin onu bırakmasına neden olacaktır. Kalıcı olan sevgili “A” nın eşidir, gidici olan anlatıcı yazarın kendisi olduğunun bilincindedir. 

Anlatı zamanı beklenerek geçtiği için durağan bir zaman dilimi anlatıda sergilenmiş olur. Bu bekleme süresi çarşafları düzenlemek, odayı güzel kokulu çiçeklerle süslemek, sevgilinin buzlu whisky’sini, yiyeceği meyveleri ve atıştırmalıkları almakla hazırlık dönemi anlatılırken beklemeyle geçen tedirgin zamanların uzun sürelerine okur da eşlik etmiş olur.

Ev sevgilinin olmadığı zamanlar devinimsiz ve kasvetli bir mekâna dönüşür. Bütün gün telefonun çalmasına odaklanan anlatıcı-kadın özgürleşmeye çalışırken tutkusunun tutsağına dönüşmüş, yaşamı evi ile sınırlanmış, dış dünya ile bağlantısı kopmuş bir kurbana dönüşmüştür. Evinin dışına çıktığı anlar işe gitmekle ve kendini kişisel işlerini yapmakla sınırlıdır. Anlatıcı-kadın için tek gerçek sevgili ile saptanacak bir randevu için telefonun çalmasını beklemektir. (“ben yokken telefon eder de kaçırırım korkusuyla, evden olduğunca az çıkıyordum” (Yalın Tutku, Ernaux, 2022, s. 14).

Beklemeyle geçen sıkıntılı günlerin getirisi kısa karşılaşmalardan, kısa mutlu anlardan öteye gidemez. Dolayısıyla ev yaşanan bu yasak aşkın bir mekânı olarak önemli bir işlev üstlenir. Ev kısa süreler için de olsa, yerini kısa mutlu anlara bırakırken anlatıcı-kadının tutunacağı tek sığınak olma konumundadır. Bu durum anlatıcı-kadın için olağan karşılanır. Ona göre tutku yaşanması gereken bir duygudur. Bir anlamda ataerkil bakış açısıyla erkeklerin yaşamasına izin verilen bu durum neden kadınlardan esirgenmektedir. 

Anlatıcı-kadın büyük bir ruhsal bunalım yaşarken tutkusunun esiri olduğu gerçekliğiyle yüzleşmek durumunda kalır. Bu farkındalık onun geçmişinde yaşadığı travmaların bir tortusu olarak su yüzüne çıkmıştır.  Annie Eurneux’nun iki çocukla 18 yıl boyunca yürüttüğü evliliği sırasında yaşadıkları, başından geçen çocuk aldırma olayı ve yetiştirilirken anne baba evinde uğradığı baskılar onun anlatı evreninin yapı taşlarını oluşturur. Bu bağlamda tutku evrensele açılmış olur. Yazar romanın başından beri okurla bir yaşanmışlığı tüm içtenliği ve çıplaklığı ile paylaşmış, okur tarafından anlaşılacağını umut etmiştir. Dolayısıyla Yalın Tutku iş eş, annelik üçgeninde köleleşen kadının anlatısında bir çeşit anlatıcı-kadının kimlik arayışının öykülenmesidir. İlişkinin bitmesinin ardından yazara eşlik eden hüzün ve sorgulama süreci okurla paylaşılmayı bekleyen bir anıya dönüşür. Okur da düşünmeye, kendi duygularını paylaşmaya sevk edilir. Bu sayede Yalın Tutku, bir yandan mahrem, diğer yandan cesur ve hayatın içinden yansıyan dürüst bir anlatıdır.

Ernaux’nun edebiyatı, onun toplumsala karşı cesur bir başkaldırı ve varoluş aracıdır. Ernaux; “çocukken benim için lüks, kürk mantolar, uzun giysiler, deniz kıyısında villalardı. Daha sonra, bunun bir aydın yaşamı sürmek olduğunu sandım. Şimdi bana öyle geliyor ki lüks, aynı zamanda, bir erkeğe ya da bir kadına olan tutkuyu yaşayabilmektir” (2022, s. 51) diyerek insan yaşamındaki dönüşümlere vurgu yapar. Yalın Tutku, yaşanan bir yasak aşkın üzerinden insanın en doğal duygusu olan karşı cinse duyulan tutkunun insanı nasıl ele geçirebileceğinin özgün bir anlatısına dönüşür. Okur bu sayede yazarla bağ kurmaya ve düşünmeye sevk edilir. Yazmak bir iç dökmeye, yazarın içinden geçtiği bir dönemi ve bu yıpratıcı döneme eşlik eden duygularını ifade etmesine alan açar. 

Annie Ernaux gibi, John Fowles da eserlerinde erkek-kadın ilişkilerini, hayatın anlamını, aşk, cinsellik, sadakat konularını ele alır. Bu eserler farklı dönemlerde geçse de anlatılan insan özünün aynı kaldığıdır.  Zaman geçmiş olsa da, sadece kavramlar değişmiş, insan özü aynı kalmıştır. İnsan her devirde karşı cinse karşı bir çekim hissetmekte, âşık olmakta, şehvet duymakta, kıskanmakta, eşler birbirlerini aldatmakta, mutlu ve mutsuz olmaktadırlar. Erkek de kadın da kendi doğalarına uygun bir biçimde yaşamaya çalışmaktadır.

Antik filozoflar tutkulu aşktan genellikle acınası bir hâl ve aklı başında olan hiç kimsenin katlanmak istemeyeceği bir durum olarak bahsederler. Onlar için bu tür şiddetli duygular oldukça tehlikelidir; çünkü bizi yaşamdaki gerçek amacımızdan, yani Platon’a göre, bilgelik arayışımızdan uzaklaştırır.

Budizm gibi birçok Doğu geleneğinde olduğu gibi, Stoacılar da romantik aşkın, sevgiliye yüklenen anlam açısından yanlış bir yargı içerdiğini, bu yanlış yargının ise sadece hayal kırıklığına ve acı bir umutsuzluğa yol açabileceğini savunurlar. Felsefeci Cicero tutkuları kötülüklerin kaynağı olarak görür. Stoalılara göre insan doğasının birincil ilkesi toplumsal yarardır; ikincisi ise, bedenin tutkularına direnmektir.  17. yüzyıl filozofu Descartes’e göre, duygularımızın kontrol edilmesi, insanın duygularına hâkim olması ve ustalıkla kullanmasını öğrenmesi gerekir. Onun takipçisi Benedict Spinoza’nın öğretisi de insanın tutkularına dirençli olmayı, erdemli olmayı ve kendini kontrol etmeye dayanır. 

Ancak Kierkegaard için durum böyle değildir. Onun gözünde, insanın tutkusuna direnmesi olumlu bir anlam taşımaz, aksine insan olma vasfını yitirmesidir. Tutkusunu yaşayamayan bir insan, aklın, bilimin ve toplumsal dar kalıpları arasında şıkışmış, özgürlük duygusunu yitirmiş bir kişidir. Kierkegaard’a göre, insanı salt akılla anlamaya kalkışırsak, bir “baston”la, bir “kerpiç”le karşılaşırız. (Soren Kierkegaard, Kahkaha Benden Yana, Ayrıntı yayınları, İstanbul 2000)

Kierkegaard şu soruları sorar: Tutku olmaksızın bir yaşam mümkün olabilir mi? Tutkuyu zorunlulukla oluşan bir şey olarak mı görmemiz gerekir? Bu soruların cevabı olacak şöyle bir tartışma geliştirebiliriz: Tutku bir zorunluluk değil bir olanak durumudur. Varolmak isteyen, varoluşunu anlamdırmak isteyen kişinin bir olanağıdır. Çünkü insan tutkuları ile insan olabilir. 

Yalın Tutku’da tutku ve bekleyiş içiçe geçmiş iki farklı varoluşun birbiriyle olan çekişmesi sorunsallaşır. Bu ilişkinin gerçekleşmesi için bekleyişin olması zorunludur. Ancak bu ilişki hem istenendir hem de kaçınılandır. Bundan ötürü trajik ve yazar-anlatıcının kendi benliği ile çeliştiği bir varoluş durumuna dönüşür. Kadın-Anlatıcının iç sesi “evet, doğru yol tam bu” düşüncesiyle kendini teselli ederken, birden şiddetli bir sorgulama ile sarsılır. 

Tutkunun olumsuz biçimi kişinin özgürlükten kopması ve kendi içkin doğasında başıboş kalmasıdır. Ancak hem özgürlük hem tutku karşıt gibi olsalar da ikisi de birbirini tamamlar. Bu da kişinin paradoksal bir varoluş içinde olduğunu gösterir. Çünkü tutku ve özgürlük bazı durumlarda birbirinin yerine geçer. Eğer tutku özgürlüğü ele geçirirse kendisine farklı bir görev yükler. Bu durumda tutku bireyin en zayıf anından faydalanıp onu aniden ele geçirmiştir. Hâlbuki özgürlük bireyin daima kendi kararlarını kendisinin vermesini ve kendi olmayı başarmasını sağlarken tutku onun özgürlüğünü ortadan kaldırır ve bireyi içten sarıp onu esir alır. İşte insanın karşı karşıya kaldığı varoluşun paradoksu budur.  

Her ne kadar sosyal bir varlık olarak tanımlanmış olsa da insan birey olarak yaşar. Dolayısıyla toplumsallıkta insanın dışsal olarak tatmin edilmesi söz konusu iken içselliği unutulur. Kierkegaard bireyin iç dünyasında aslında devlet gibi oluşumları barındırmadığını “bir devlet teorisi geliştirip bütün ayrıntıları tek bir bütünde toplayıp içinde yaşamadığım bir dünya kurup sadece başkalarının görüşüne sunmanın bana ne yararı dokunurdu?” sorusuyla tartışır. (Kierkegaard, Günlüklerden ve Makalelerden Seçmeler, s.166)

Tutku, kişinin kendini ifade etmesine ve kendisini gerçekleştirmesine yardımcı olabilir. Bu yönüyle tutku, insanlar için özgürleştirici bir etkiye sahip olabilir. Ancak, tutkunun özgürleştirici olup olmadığına dair kesin bir cevap vermek zordur, çünkü bu durum kişiden kişiye değişebilir. Tutkunun özgürleştirici olup olmadığına dair kesin bir cevap vermek mümkün değildir, ancak tutkunun kişinin kendisini ifade etmesine, kendisini gerçekleştirmesine ve hayatına anlam katabilmesine yardımcı olabileceği söylenebilir.

Annie Ernaux Yalın Tutku’da yaşanmış bir tutkunun izini sürmüş, yazıyla bu ilişkiyi sorgulamıştır.

Kaynakça 

Ali Tilbe Annie Ernaux’nun Yalın Tutku romanında kadınlık durum https://www.researchgate.net/publication/346892822

Annie Ernaux, Yalın Tutku, Can yayınları, İstanbul, 2022 

Soren Kierkegaard, Günlüklerden ve Makalelerden Seçmeler, Anka Yayınları, 2005

Soren Kierkegaard, Kahkaha Benden Yana, Ayrıntı yayınları, İstanbul, 2000

Nedret Öztokat Kılıçeri, Annie Ernaux’dan Seneler / Les Années https://sanatkritik.com/yazilar/annie-ernauxdan-seneler-les-annees/

Nurten Gökalp, Bağımlılığa Felsefi Bir Bakış – 2017; 18(2):59-64 Bağımlılık Dergisi https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/427108 

edebiyathaber.net (1 Haziran 2023)

“Tutku ve özgürlük arasındaki bireyin varoluş paradoksu | Raşel Rakella Asal” üzerine bir yorum

Yorum yapın