
Hazırlayan: Meltem Dağcı
Plüton Yayınları tarafından Tuhaf Bir Kıvılcım Spekülatif Öykü Antolojisi (Fahrenheit 451’in 70. Yılına Özel) Şubat 2025’de yayımlandı. Korku, bilimkurgu, halk inanışları ve mitolojik öğeleri kapsayan tuhaf kurgu türündeki öyküler “ateş, yangın ve kül” sözcüklerini odağına almıştır. Bu kapsamda on dört yazarın buluştuğu antolojide birbirinden farklı spekülatif öyküler okuyacaksınız.
Antolojideki öykünüzün hikâyesini/yazım sürecini bizimle paylaşır mısınız?
Ruhşen Doğan Nar: Antolojinin anahtar kelimeleri olan “ateş, yangın ve kül” üzerinde düşünürken, aniden zihnimde sıra dışı bir sahne belirdi: göğe yükselen devasa bir ateş ve etrafında toplanmış insanlar. Nazilerin kitap yakma törenlerini anımsatan bir sahne, değil mi? O kadar da sıra dışı değil gibi. Bekleyin! Alevlere teslim edilenler sadece kitaplar değil; akla gelebilecek her şey: sandalye, tencere, elbise, kitap ve… bir bebek. Bir anne, kundaktaki bebeğini dahi ateşe atıyor. Ateşin etrafındaki insanlar kolektif bir delilik yaşıyor. Ama neden? Sonra, bu deliliğin sebepleri üzerine düşündüm ve son olarak da bu sorunu çözecek bir kahraman buldum: Kaptan Doğuş Alma. Tek kişilik uzay gemisini, bilinci bilgisayara aktarılmış yardımcısı Za’yla birlikte yönetiyor. Anti-kahraman özellikleri taşıyan, dengesiz bir kurtarıcı… Ben yazarken çok keyif aldım. Umarım okur da okurken aynı keyfi alır.
Özlem Ertan: Antoloji için nasıl bir öykü yazacağımı düşünürken aklıma ilk olarak Tanrıça Hestia (Latince ismiyle Vesta) gelmişti. Ailenin, ocağın, ateşin koruyucusu Hestia ile rahibeleri ateş temalı bir seçkiye çok yakışırdı. Güzel bir kurgu da düşünmüştüm aslında, ama yazmaya oturduğumda bilinçdışım beni planladığımdan çok farklı bir yere, zamana ve öyküye götürdü. Bilinçdışımın müphem aleminden çıkıp, kendini yazdıran öykümün ne Hestia ile ne de rahibeleriyle alakası vardı. Davetsiz gelen bu ateşli öyküyü çok sevdim ve seve seve onun peşinden Milattan Önce 1200 yıllarına, Anadolu’nun kadim topraklarına gittim. ‘Hattuşa Yangını’ adlı öyküm Hattuşa yakınlarında, kırsal bir alanda başlıyor. Hitit İmparatorluğunun görkemli başkenti alevlere teslim olmuş… Ateşten ve mutlak bir ölümden kaçan hamile bir kadın var ve onun iç âlemi de dışarıdan farklı değil. Orada da karmaşa, istila, ateş ve ölüm var. Kadın Hitit İmparatorluğunun son kralı II. Şuppiluliuma’yı arıyor. Peki, neden? Ne yapacak Şuppiluliuma’ya? Ne diyecek? Kadın alev alev yanan Hattuşa’yı izlerken, “Geçmişim bugünü yaratmış olabilir mi? diye düşünüyor. Hititli kadının geçmişi ve bugünü Hititlerin kaderiyle iç içe geçiyor. İki zaman ve âlem arasında gidip gelen ‘Hattuşa Yangını’ aynı zamanda bir kadın öyküsü. Tarihin, ateşin, bilicin ve bilinçdışının iç içe geçtiği ‘Hattuşa Yangını’nı severek yazdım. Dilerim okurlar da severek okur.
Selim Erdoğan: Evrenin Ortasındaki Fener’in isminin Jules Verne’in Dünya’nın Sonundaki Fener’e gönderme olduğunu düşünebiliriz. Elbette konusu ilgili değil. Ben antoloji temasından sadece yakma kavramını aldım. Ateşin kontrolü bence insan medeniyetinde hem maddeyi manipüle etmenin hem de yaptığını yok etmenin sembolik başlangıcıdır. Ateş enerjidir ve enerji hayattır. Enerji akışının durduğu bir evren hayal ettim. Fizikçiler buna evrenin termodinamik ölümü diyorlar ve kaçınılmaz görünüyor. Yıldızların söndüğü böyle soğuk bir evrenin soğuk bir gezegeninde son enerji kalıntılarını azar azar kullanan, kırmızı ledli, loş bir fanus kent tasarladım. Ölü bir evrende kalmış bir hayat kabarcığı. Böyle bir kabarcıkta yaşayan insanların ümidi, beklentisi ne olabilir? Hikâyenin kahramanı bir kadın. Küçük bir kaza sonucu gerçek alevler görüyor hayatında ilk defa. Güzelliği karşısında büyüleniyor. Alevin hareketi, sarı ışığının sağlıklı gücü hafızasına kazınıyor, onda takıntı haline geliyor. O ışık kırmızı ledin ölgün ışığından çok farklı çünkü. O ışık enerjinin çağıldayarak aktığı canlı bir evrenin son kalıntısı. Sonra enteresan bir karar alıyor kahramanımız. Bunu da okurlara bırakalım.
Selin Arapkirli: Sevgili Meltem, ateş, yangın ya da külle ilişkili bir öykü yazıp yazamayacağımı sorduğu anda zihnimde iki güçlü görüntü belirdi. İlki, öldükten sonra bana rüyaların dili aracılığıyla bir mesaj ileten sevgili dedem Mustafa’ya aitti. Yaşadığı süre boyunca Kül Mustafa diye anılan dedem, rüyamda kuru otların üzerine bağdaş kurmuş oturuyor, büyük bir mutlulukla otları tutuşturuyor ve yanarken “ben yanlış öldüm,” diyordu. “Benim adım Kül değil mi? Ben yanarak ölmeliydim.” Bu görüntü (ve sözcükler) bana ciddi anlamda musallat olmuştu. İkinci görüntüyse “artık soykırımınızın bir parçası olmak istemiyorum” diyerek Washington’daki İsrail Büyükelçiliği önünde kendini yakma eylemi gerçekleştiren yirmi beş yaşındaki Aaron Bushnell’e aitti. Filistin’de yaşanan korkunç insanlık suçları gibi Aaron’ın yanarken bir duvar gibi duruşu da uzun süredir aklımdan çıkmıyordu; hala çıkmıyor. Bu topraklarda çok uzun zamandır işlenen suçlara dair muhakkak bir şeyler yazacaktım. Bunu yaparken olaya “suçluların” gözüyle, onların hikâyesini merkeze alarak bakmak istedim. Çünkü öyküde tartışmaya açmak istediğim konu bizzat buydu: Bu savaş bana göre kendi yarattıkları mite aşık olanların savaşıydı. Bu yüzden kahramanımın adı Eron oldu. Kısacası Böceklerin Tanrısı’nı zihnime musallat olan iki görüntüyü bir sayfaya işlemek ve onlardan biraz olsun kurtulmak için yazdım. Meltem’in nazik davetiyle, yazılması gereken bir öykünün fitili ateşlenmiş oldu. Teşekkür ederim.
Sibel Bozkurt: Sevgili Melisa ve Meltem’den antoloji için davet alınca çok heyecanlandım ve çok mutlu oldum. Ray Bradbury’nin eseri, Fahrenheit 451’in 70. yılına özel hazırlanan “Tuhaf Bir Kıvılcım” Spekülatif Öykü Antolojisi’nde benim de bir öyküm olacaktı sonuçta. İlk heyecanı yenip öykü üzerinde düşünmeye başlayınca, bilimkurgu-korku türünde, içinde gizem, yıkım, ölüm, yalnızlık, ötekileşme, güvensizlik, canavar korkusu ve tabii birazda doğaüstünün de yer aldığı bir öykü şekillendi aklımda. Bu açıdan bakınca, bir yandan da tam Ray Bradbury’nin yazım tarzına uygun bir öykü çıkardığımı düşünüyorum. Ama benim öyküm olan “Karanlık Köşedeki Masa” da Fahrenheit 451’deki yakma eyleminden farklı olarak, yakmak kurtuluş getiriyor. Tabii bu kurtuluşun kalıcı mı yoksa aldatıcı mı olduğunu öğrenmek için öyküyü okumanızı tavsiye ederim. Yine de şunu söyleyebilirim, sonuçta kaçınılmaz olarak bir bilinçlenme ve dönüşümle birlikte gelen mutsuzluk, huzursuzluk, güvensizlik söz konusu ana karakterde. Hayatı hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak, kalabalıkların içinde yapayalnız hisseden, kendine bile yabancılaşmış biridir o artık… Peki, siz gerçek uğruna bunları göze alır mıydınız?
Anıl Şahal: Melisa Parlak antolojiden bahsedip öykü göndermek isteyip istemediğimi sorduğunda aklımda iki düşünce belirdi. Bir tanesi tabii ki bu güzel, nazik teklifi geri çevirmemekti. Diğer düşünce ise ortaya bir öykü çıkarıp çıkaramayacağım üzerineydi. Romanlarım olsun öykülerim olsun hepsi aklımda beliren bir imge, bir görüntüyle başlamışlardır. Bazıları buna ilham diyor. Fakat önceden belirlenmiş bir konuda öykü yazmayı daha önce yalnızca bir kez denemiştim. Neticede bir öykü göndermeyi kabul ettim fakat bir süre boyunca ne yazacağıma dair aklımda hiçbir şey yoktu. Bir hafta kadar sonra belki de bilinçaltımın fazla mesai yapması sayesinde aklımda şu anda öykümde yer alan bir imge beliriverdi. Yani işin en zor kısmını aşmıştım. Gerisi o imgeye kadar olanları, imge ânını ve sonrasında olanları anlatmaktı. Yazım sürecinde önceden belirli bir plan yaparak öykü taslağı oluşturmam. Her şey klavyenin başında gerçekleşir. Yazmak için oturduğumda öykünün beni götürdügü yere gider, karakterlerle birlikte ben de yolculuğa çıkarım. Bu sefer de öyle oldu ve ortaya çok memnun kaldığım “Alevlerin İçinden” isimli öyküm çıktı.
Mehmet Berk Yaltırık: Öykü seçkisinin temasını ilk okuduğumda, sıfırdan bir öykü yazmak istedim önce. Ancak ateş ve yakma kavramları aklıma eski öykü taslaklarımdan birini getirdi. Ana karakter kâbuslarına giren bir tekinsiz mekânı ateşe veriyordu. Ben bunu karakterin bir anlamda kendi geçmişiyle de kısmen hesaplaşıp ateşe verdiği bir öykü kurgusu içerisinde ele aldım ve Anadolu halk inançlarından aşinası olduğumuz motifler kullandım.
Aslıhan Kocabal: Bir şeyi anlatmanın en iyi yolunun onun yokluğunu hayal etmek olduğunu düşünürüm. Olmasaydı ne olurdu? Benim için hayatın her alanında çok önemli bir soru olduğu için yine böyle bir kurgu geliştirdim. Öte yandan zaman geçtikçe baştaki ilkelliğimize döndüğümüzü de düşünüyorum, bu da benim için temel bir inanış. Sorumu ve inanışımı yan yana getirince Ateşleme Arızasını yazmaya başladım. Elbette gündelik ve bildik telaşların içinde abuk sabuk bir hikâye olmalıydı.
Meltem Vatan Demirci: Antolojideki “Umay Ana” adlı öyküm, öyküye de ismini veren Umay Ana karakterinden doğdu. Umay Ana, Türk mitolojisinde koruyu bir ana tanrıçayı ifade etmekte. Genellikle çocukları koruyan, aileyi gözeten, bereketle ve yeniden doğuşla simgelenen kadim bir karakter. Özellikle çocukların sağlığını düşünüyor Umay Ana. Öykülerimde mitolojik öğeleri günümüz formunda yeniden değerlendirmeyi seviyorum. Zor olan yanı bu sanırım. Umay Ana’yı mitolojik büyülü bir karakter olarak günümüz dünyasında yeniden yorumlamak. Umay Ana’nın mitolojik unsurlarıyla harmanlanan öykümde ateşin önce yok edici sonradan küllerinden yeniden doğum sürecini başlatan etkisini yansıtmak istedim. Çünkü ateş de hem hayat veren hem de yıkım getiren bir elementtir. Öykü fikirleri genelde imgelerle başlıyor bende. Zihnimde Umay Ana’nın adeta fotoğrafını görür gibiydim. Onu hem keşfetmek hem de Türk mitolojisinin derinlerine inmek benim için çok güzeldi. Umay Ana imgesiyle başlayıp sonrasında araştırma yaptığım bir öykü oldu. Öyküye başladıktan sonra kelimelerin cümlelere dönüşmesi daha kolay benim için. Öncesinde zihnimde öyküyü ana hatlarıyla resmetmeliyim sonrası kelimelerin gücü diyelim. Yazma süreci değil ama fikri şekillendirme süreci daha sancılıydı diyebilirim. Çünkü eskiyle yeniyi harmanlamaya çalışmak var olanı yeniden yorumlamak, en baştan yapmaktan daha zor. Öykü bitirirken karamsar bir doğada bitiyordu her şey ama sonra tam da kötücül bitemedi. Öyküyü yazarken sonu kendiliğinden oluşuyor sanırım. Bir de umut hep var olmalı diye düşünüyorum yoksa gittiğimiz bütün yollar çıkmaz sokağa dönüşmez mi?
Didem Kazan Sol: Merhaba, açıkçası yanmak/ yakmak/ yakılmak kelimeleri başlı başına o kadar etkileyiciydi ki sadece zihnimi değil, ruhumu da sardı. Aklıma ilk gelenler tabii ki cadı avı altında kurban edilen kadınlardı. Fakat sonra özeleştiri yaparak neden kadınları düşünüyorum ki sadece, dedim. İşte o anda aklıma evladını kurban etmeyi planlayan Hz. İbrahim geldi. Evet, bir erkeğin kurban edilişini yazmalıydım, tek farkla; bıçakla değil yakarak… Bir anne olarak evladını kurban etme fikrini kurmacaya dökmek kolay olmadı. Ancak bizim kurmaca dediğimiz bazılarının gerçeğiydi. İster yüzyıllar öncesinde olsun ister günümüzde. İnsanlar kurban edildi, ediliyor. Yanarak, yakarak, bir bıçak darbesiyle değil belki ama –ki biliyoruz, maalesef bunlar da mevcut- psikolojik olarak, inanç gereği, ekonomik olarak kurban edilmiyor muyuz? Benim izlediğim yol buydu, galiba tüm hayatım boyunca da bunu sorgulamaya ve yazmaya devam edeceğim.
Emre Bozkuş: Eurydice’i daima “ardına bakmakla ve geçmişi anmakla, yâd etmek”le bağdaştırmışımdır. Öykü de bir yandan Yakma Zevki, öte yandan eski bir başka öykümün bu bağlamda buluşmasıyla ortaya çıktı. Ölüm, hayata içkin olduğu kadar aşkınlığıyla da olağanüstü bir bilinmezliğe sahiptir. Öykünün dinamiği ölüme dair herkesten çok daha fazlasını bizzat deneyimlemenin etkisini işlemeyi denemektedir. Seçkinin spekülatif yaklaşımlarla “ateş” üzerinden ilerlemesi de karakterin ölümle yüzleşme biçimlerini tanımlarken, yok olmanın bir başka varoluşa kapı aralaması fikrini de alegoriyle ele alır. Burada kilit soru da dolayısıyla şudur: Yaşam, yaşanmışlıklarla mı yoksa yaşamın nihayetinde mi anlamını bulur? Öte yandan karakterin yaşamıyla paralel olarak dünya tarihinde vuku bulan önemli hadiseleri işaret etmenin maksadı da okurun özdeşlik kurmasını sağlamaktı. Bu da haddizatında birçok kez uygulanmış bir yöntem olmasıyla maruf. Fakat edebiyat zannımca özgünlüğünü, bilhassa çağımızda doğru kompozisyonda birleşen parçaların uyumuyla bulur. Dolayısıyla “güneşin altında yeni bir şey yoktur!” desek de yenilik duyuştadır. Eurydice’in Gölgesi de her gün farklı bir güneşin ışığıyla yansıyışı anlatır, her dem yeniden doğan Yunus’u anımsatır; her gün yeni bir ruh yaşamı algıladıkça, hayat yeniden, yeni bir anlam kazanır. Kendi anlamınızı bulmanıza vesile olması dileğiyle…
Melisa Parlak: Öyküyü okuyup yorumlarını esirgemeyen okurlarımızın da belirttiği üzere “Kibritçi Kadın” küçüklüğümüzden bildiğimiz “Kibritçi Kız” masalına da yoğun bir gönderme içeriyor. Bununla sınırlı kalmayıp nihayetinde zihnimde süzülen sürreal korku imgelerini kayıt altına alabildiğim, derleyebildiğim bir metin olma özelliğini taşıyor bence. “Kibritçi Kadın” ı yıllardır yazıyorum, hiçbir zaman içime sinen formuna ulaşmadığından öylece duruyordu. Meltem Dağcı ile kalbimize düşecek o tuhaf kıvılcımı bekliyormuş meğer. Mekanı ve tek bir sahnesi gerçek, kalan tüm diğer detaylarıyla kurgusal olan bu feminist-spekülatif korku öyküm, bundan sonra yazı hayatımda odaklanmayı arzuladığım türe de işaret ediyor.
Meltem Dağcı: İkinci antolojimizin teması henüz gündemimizde yoktu. Bir fotoğrafa denk gelmiştim. Dans eden iki iskelet figürü. Görsele ilk bakışımda kıyamet sonrası bilimkurgu atmosferi zihnimde canlanmıştı. Bu görsel ile ilgili birkaç cümle not aldığımı hatırlıyorum. Isınan İskeletler, korku türünde yazdığım birkaç öyküden biridir. Antolojideki yerini beklediğinden haberim yoktu. Yazının kendisini göstermesi beni de şaşırttı. Notlarımla birlikte kıyamet sonrası kurgu ve iki iskelet vardı artık elimde. Neler yapabilirim diye düşündüm. İki iskelete eşlikçiler kattım. Bir ruh ve hayali bir köpek. Kıyametin başlangıcı ve bitişine ilişkin izin sürülmesini okura bırakıyorum.
edebiyathaber.net (26 Şubat 2025)