Telekız: Bir babanın çöküşü, bir kızın direnişi | Aytuğ Kargı

Ocak 5, 2024

Telekız: Bir babanın çöküşü, bir kızın direnişi | Aytuğ Kargı

Tanguy Viel, yeni dönem Fransa edebiyatının özgün kalemlerinden. Telekız ise, baba ile kızının karşıtlığı üzerine kurulmuş, devlet hiyerarşisinin içindeki pisliği gözler önüne seren, bilinç akışının iç içe girdiği, patriyarkal düşüncenin genç bir kız ve boksör babasını ne hale getirdiğini gösteren bir roman. 

Tanguy Viel, bu romanında sıradan insanları mercek altına alıyor. Boksör bir adamın şöhret hikâyesini, aile dramasını, çöküşünü; kızının hayatta tek başına ayakta kalma çabasını, kendisine yabancılaşmasını birlikte okuyoruz. Romanın bir kısmı Laura’nın polislere verdiği ifadelerden diğer kısmı Max’ın geçmişini deşen hikâyelerden ve gelişen olayların seyrinden oluşuyor. Her sayfada olayların zaman akışını zihnimizde toparlıyoruz. 

Bilinç akışının sekteye uğratıldığı bir bölümle giriyoruz romana. Viel, sonraki bölümde araya girerek biz okurları uyarıyor: “Bu öykünün gerçekte ikisinden hangisinin, Max’ın mı yoksa Laura’nın mı öyküsü olduğunu söyleyemem, belki de boksörden başlamak gerekir, ama o olmasa Laura belediye binasının eşiğini aşamazdı, bu kesin, bunu biliyorum…” Üst-kurmacanın kendisini hissettirdiği bu şiirsel anlatım, tüm romana hakim. 

Max, Laura’nın babası, yaşını almış, bir zamanlar ünlü bir boksör, boş zamanlarında ise belediye başkanının şoförü. Max’ın hikâyesi onu devlet adamlarının (!) yanına sürüklüyor. Bir süre sonra şöhreti, ailesinin dağılmasıyla son buluyor. Laura, her şeyden sonra hayata tutunmaya çalışmış, modacıların (!) ilgisine maruz kalmış, magazin dergilerine nü pozlar vermiş, hayatının bu dönemlerini unutmak için babasına sığınmış bir kız. Viel bu iki bedenin zıtlığını bir reklam panosu üzerinden aktarıyor: “İşte taş duvarlar üstünde, ikisinin, baba ile kızın afişleri neredeyse üst üste binmiş gibiydi, her ikisinin de vücudu yarı çıplak, ışıltılı bakışları dikkatleri çekmeye çalışıyor gibiydi; her ne kadar her biri eril ile dişil cinse özgü en bilinen özellikleri öne çıkardıkça birbirinin tam aksi görünse de; şişmiş her damarda güçle erkeksiliği sergileyen, kas yığını baba ve şehvetli kıvrımları, dudaklarını ısıran beyaz dişleriyle kızı.”

Max, kızı Laura için Belediye Başkanı Quentin Le Bars’tan kalacak bir yer istiyor. Laura’nın geride bırakmak istediği şöhreti Quentin’in ilgisini çekiyor ve Max’ın da zamanında tanıdığı Franck Bellec’in gazinosunda kalacak bir yer (!) için arkadaşıyla görüşüyor. Bu görüşmenin ardında Quentin’in Laura için planladığı bir oyunun yattığını daha ilk sayfadan anlıyoruz. Bellec’in gazinosu, devletin uzantısı gibi çalışan bir yer. Viel, bu iki arkadaşın karanlık taraflarını göz önüne seriyor: “Ağları birbiri içine girmiş iki örümcekti onlar; öyle uzun süre önce karışmıştı ki bu ağlar, onları bir arada tutan iplerin hangisinin tükürük salgılarıyla örüldüğü ayırt edilemezdi, öylesine mecburlardı birbirlerine, sanki, mühürlü, çetrefilli ilişkilerle, sadece iktidar sahibi insanların canlı tutabileceği, kasılmış bir bağ vardı aralarında, oysa onlar buna dostluk diyordu gülümseyerek.” 

Quentin, devletin karanlık yüzünü, imkanları suistimal eden tiplemelerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Laura onun karşısında kendi rızasını hiçe sayarak kendisine yabancılaşıyor: “Ilık avuç içini hissettiğimde kendi elim artık bana ait değilmiş gibiydi, o anda bütün yaşam enerjimi ele geçirmeyi başarmıştı…” Laura’nın polislere verdiği ifadede ‘rıza’ kavramının patriyarkal bakımdan ele alındığını ve Quentin’in suistimalini okuyoruz. Her sayfada Quentin’in özelinde bir devlet eleştirisini de görmek mümkün: “İktidar konusunda zirveye yaklaşıldıkça paniğin arttığı bilinen bir şeydir, yüksek mevkilerdekiler onlara değecek bir şey olursa sanki bütün insanlığın kaderi etkilenecekmiş düşüncesine eğilimlidirler…” 

Max, bu olaylar esnasında çıkacağı son maça hazırlanıyor. Kendisini feda edeceğini bilmediği bu yolda sadece boks maçında değil hayattan da büyük darbeler alıyor. Yere yıkılan baba figürünün Laura’nın ve bacağını ellemeye çalışan Quentin’in karşısında ayakta durmaya çabalamasını izliyoruz. Kesik sahneler halinde ilerleyen anlatım, ikinci bölümde daha net ve çarpıcı ambiyanslar yaratılıyor. Boksör baba, ringde rakibine karşı dövüşürken kızı, siyah takım elbiseli ve her gün kravatını değiştiren düşmanları arasında hayatta kalmaya çalışıyor. Max, çıktığı son maçta elindeki yaşama fırsatını iyi değerlendirmediğini görüyor. Boksör bir baba, kızının adının bu tür olaylara karıştığını öğrenince kendi benliğini hiçe sayıyor. İntikam aleviyle yanıp tutuşan Max, kızının belki de ilk defa arkasında duruyor. Başvurduğu yöntem ise şiddet: “… eldivenlerini bağlamış Max arabaların ardından hızla çıktı, Franck hâlâ ona bakıyor, endişeleniyordu, onu öyle iyi tanıyordu ki Max’ın o anda uzun kariyerinin otuz yedinci maçına, son karşılaşmasına çıkmak için hazırlandığını biliyordu; rıhtımlar üstünde yükselen tekne direkleri hakem olacaktı.” 

Telekız, yüksek mevkideki adamların “suistimal” ettiği genç bir kızın romanı. Aynı zamanda babalık “görevini” yerine getirememiş bir boksörün de romanı. Bu iki zıt ruh, tüm şiirselliği ve karanlık betimlemeleriyle yansıyor metinden. Polislerin Laura’nın ifadesini alırken patriyarkal düşüncenin ne kadar tehlikeli bir hale büründüğünü; Max’ın erilliğinin hiçbir ifade etmediğini okuyoruz. 

edebiyathaber.net (5 Ocak 2024)

Yorum yapın