Suat Derviş: “Çılgın Gibi” bir hayat – “Fosforlu” edebiyat | Özlem Narin Yılmaz

Haziran 15, 2021

Suat Derviş: “Çılgın Gibi” bir hayat – “Fosforlu” edebiyat | Özlem Narin Yılmaz

“Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını;
Bir kere eğemedim bu kadının başını.”

Nazım Hikmet

Yazmaya adanmış bir ömür

Suat Derviş onlarca eser vermiş başarılı bir yazar olmasına rağmen sanki görünmez bir el onu adeta siyah bir tülle gizlemiş, edebiyatındaki cazibeli fosforun yansımalarını engellemiştir. Dolu dolu ve yazmaya adanmış bir ömrün, hastane odasında yoksul ve kimsesiz bir şekilde son bulması ise edebiyat tarihimiz için büyük bir talihsizlik. 

Daha çocukluğunda yazmaya başlamış olan Suat, ilk romanını aslında yedi yaşındayken yazdığını anlatır bir röportajında. Sonraki yıllarda bir konak yangınında kül olan eserde gecekonduları, bütün yoksulların iyi, bütün zenginlerin kötü olduğunu yazdığını söyler. Yani Suat Derviş adeta ‘yazmak için yaratılmış’tır.

(İmam, “Hâşâ Suat erkek ismidir” diyerek kabul etmediğinden resmi kayıtlarda adı Hatice Saadet olarak geçer, ancak herkes ona Suat diye hitap eder.)

Suat Derviş, ilk romanı yayımlandığı sırada Alemdar gazetesinde çalışmaktaydı. 1922’de Ankara hükümetinin temsilcisi olarak İstanbul’a gelen Refet Bey’le ilk röportajı Alemdar gazetesi için yapmıştı. Roman yazmayı ve gazeteciliği birlikte yürütüyordu. Geçimini roman teliflerinden çok, gazetecilik yaparak sağlamaya çalışıyordu. 

Dört evilik yaşamış, Berlin’de, Paris’te, Sovyetler Birliği’nde bulunmuş, Sovyetler Birliği’ne gidişinden sonra yazdığı yazılar nedeniyle gazetelerden aforoz edilmiş, tüm sevdiklerini bir bir toprağa vermiş ve gözünün ışığı sönene kadar (ömrünün son yıllarında şeker hastalığı nedeniyle görme yetisini büyük oranda kaybetmişti.) hep yazmış, hep üretmiş bir yazardı Suat Derviş.

Çılgın Gibi ve Ankara Mahpusu’nda tutkulu aşkın yitirilişi

Suat Derviş, romanlarında aşkı duygu yoğunluğuyla ve tutkuyla, başarılı bir şekilde işler. Aşk öyle güçlü ve karşı konulmazdır ki, kahramanın kendisi bile hisleriyle baş edemez. 

Muhisin: “Celile senden korkuyorum.”

Celile: “Ben zararsız bir kadınım Muhsin; sen aşktan kork!” 

 Yazar, kahramanların duygularını okuyucuya başarılı bir şekilde geçirmeyi başarır. Yüksek perdeden başlayan aşk ve tutku, roman boyunca evrilerek başka bir noktaya, çözülmeye ve yıkıma doğru gider. Çılgın Gibi ve Ankara Mahpusu romanları bu çözülüş ve yıkıma iyi birer örnektir. 

Çılgın Gibi’nin Celile’si Muhsin’e, Ankara Mahpusu’nun Vasfi’si Zeynep’e tutkulu bir aşkla bağlanırlar. Birinde kadın, diğerinde ise erkek kahramanın duygularını okuruz. Evli bir kadın olan Celile, Muhsin’e hesapsız-kitapsız, çıkarsız, saf duygularıyla âşık olur. Yazar bize Celile’yi bebekliğinden başlayarak tanıtır, Celile’nin kişisel tarihine tanıklık etmemizi sağlar. Bunu o kadar iyi yapar ki okuyucu, kahramanın her davranışını, duygularındaki her bir değişimi çok iyi anlamlandırıp benimseyebilir. Celile’nin âşık olduğu Muhsin bekâr bir erkektir, zengindir, başka bir sınıfı, başka bir yaşam tarzını temsil etmektedir. Celile’nin tüm hesapsızlığına rağmen Muhsin kendi kişisel hikayesine dair hesaplar yapmaktadır ve bu hikâyede kocasından boşanmış bir kadınla evlenmeye yer yoktur. Kahramanımız Celile yavaş yavaş tutkulu bir aşkın serabından, gerçekliğin kıyılarına doğru sürüklenmeye başlar. Bu kıyılarda, sevdiği adamla müşterek bir hayat kurmak ise bir hayaldir.

Ankara Mahpusu’nun Vasfi’si de farklı biçimlerde de olsa benzer duyguları yaşar. Zeynep’e duyduğu karşılıksız, saf ve tutkulu aşk onu öyle bir yıkıma sürükler ki, adeta bir uçurumdan aşağıya itilen Vasfi’nin bitmeyen düşüşünü okuruz roman boyunca. Sanki yazar bize onca göz kamaştırıcılığına rağmen, aşkın bozguncu yanını anlatmaya çalışmaktadır. 

İki roman boyunca sadece aşkın çözülüşüne tanık olmayız, imparatorluğun çözülüşüne ve ardından gelen buhranlara da tanık oluruz. Celile, annesini kaybettikten sonra anneannesi Çeşmiahu Hanım’ın yalısına gelir.  Romanda yalıya oldukça detaylı olarak yer verilmiştir. Yazar, bir yalı üzerinden koca bir imparatorluğun ihtişamını ve ardından çözülerek paramparça oluşunu anlatır. Boğaziçi’ndeki yalı adeta Osmanlı İmparatorluğunun somutlaşmış hali gibidir. Sosyal hayattan ve parasal işlerden uzak tutulan kadınların, kocalarının ölümünden sonra nasıl sudan çıkmış balık gibi çaresizce çırpındıklarına şahit oluruz.  

Suat Derviş romanlarında aşk – emek ve para

Ankara Mahpusu’nda Vasfi, sevdiği kadın için cinayet işler ve yıllar sonra hapishaneden yoksul ve kimsesiz bir halde çıktığında hiçbir şeyi bıraktığı gibi bulamaz. O dönemin Ankara’sını, İstanbul’unu, sokaklarını, yoksullarını, evsizlerini gösterir bize yazar. Suat Derviş, romanlarında kahramanlarının kişisel tarihini ve ülke tarihini başarılı bir şekilde harmanlar. Okuyucu, roman kahramanlarının hikayelerine dalmışken, aslında ülkenin hikayesi de arka fonda çizilmekte ve büyük resmi tamamlamaktadır. 

Vasfi, uğruna senelerce hapis yattığı Zeynep’le yüzleşmektedir, ama bunu karşı karşıya gelerek değil, uzaktan yapmaktadır. Eski dal gibi ince, güzeller güzeli narin Zeynep gitmiş, yerine kocasının ölümünden sonra devraldığı işi yürüten ‘Kabzımal Zeynep’ gelmiştir. Şişmanlamış, erkeksileşmiş, kaba ve ruhsuz, paraya tapan, açgözlü bir Zeynep görürüz romanın son bölümünde. Bu kişi, bir zamanlar aşık olduğu Zeynep’ten çok uzaktır. 

“Onun Zeynep’ini Kabzımal Zeynep öldürmüştü.”(Ankara Mahpusu s.138)

“Vasfi sadece bir maskeyi sevmiş olduğunu anlıyordu.” (Ankara Mahpusu s.138)

Zeynep, para hırsıyla üretime katılmış, parayla ilişkilenmiş ve çirkinleşmiştir. Amacı daha iyi bir yaşam değil, daha zengin olmaktır. Vasfi ise aylarca işsiz ve parasız bir şekilde umutsuzca sokaklarda dolaştıktan sonra bir iş bulur ve birdenbire başka bir insan oluverir. Emeğiyle, alın teriyle kazanılan paranın getirdiği mutluluktur bu. Sokaklarda evsiz ve aç bir hayat sürdükten sonra bir evin, sıcak yemeğin, sevdiği ve hayat arkadaşı olacak bir kadının hayali onu yeniden yaşama bağlar.  

Çılgın Gibi’de de yine para, hırs, iktidar, zenginlik ve aşk konuları işlenmiştir. Celile’nin kocası Ahmet zengin olmaya kafayı takmış, orta halli bir memur ailesinin çocuğudur. Hayattaki tek gayesi sınıf atlayıp çok para kazanmaktır ve bunun için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdır. Muhsin ise burjuva sınıfına mensup, zenginlik içinde doğup büyümüş, yıllar içinde daha da zenginleşmiştir. Para konusunda doyuma ulaşmış olsa da elindekini korumak istemekte ve vekil olarak daha nüfuzlu olabilmek gibi hayaller kurmaktadır.  

İki erkeğin arasında Celile ise parayla neredeyse hiç tanışmamış, çocukluğundan itibaren paradan uzak tutulmuştur. Celile’nin aşkı, iktidar ve para hırsının karşısında direnemeyecek kadar kırılgandır. Romanın son bölümünde Celile artık aydınlanmıştır. Muhsin’in ona hediye ettiği altın bilezikle birlikle aşkını da Boğaziçi’nin karanlık sularına gömer. 

İki romanda da hırslı insanlar amaçlarına ulaşırlar, Celile’nin kocası Ahmet zengin olmayı başarır, Vasfi’nin sevdiği kadın Zeynep de kocasının işinin başına geçip paraya ve güce sahip olur. Celile, Muhsin’le evlenmeden bir hayat yaşamaya razı olur, Vasfi ise kaderine razı gelip mütevazi bir işte çalışarak hayatını sürdürmeyi kabullenir. Tüm bunlar aynı zamanda aşkın yenilgisidir. Âşık olanlar acı çekip kaderine razı gelirken, âşık olunanlar kendi iktidar kavgalarından başarıyla sıyrılırlar.

Çamura bulanmış yakut ve Fosforlu Cevriye sözlüğü 

Fosforlu Cevriye romanını okurken sık sık şu soruyu sordum: “Bir yazar sokağa, sokak insanlarına, onların diline, duygularına, yaşayışlarına nasıl bu kadar hâkim olabilir?” Romanı okurken yazarın hayat hikayesini henüz detaylarıyla bilmiyordum. Suat Derviş gazetecilik yaptığı yıllarda sık sık sokak röportajları yapmış, sokağı, oradaki insanları yakından tanıma imkânı bulmuştu. Yazarın gözlem gücü kaleminin gücüyle birleşince böylesine her dönem okunacak başarılı romanlara imza atmıştı. 

Fosforlu Cevriye romanı, kendi dilini yaratmış bir roman. Öyle ki, yeni baskısında yayınevi tarafından kitabın arkasına bir sözlük eklenmiş. Cevriye İstanbul’un sokaklarında, Beyoğlu’nda, Galata’da, Taşkışla’da, Dolmabahçe’de, köprü altlarının soğuk ve nemli karanlıklarında, yağmurda, çamurda, gece-gündüz, yaz-kış demeden gezerken, içinde o meçhul adama beslediği duygularıyla çamura bulanmış bir yakut gibidir. O yakut ki, ışıkla buluştuğu anda tüm kızıllığıyla göz kamaştırır. Suat Derviş içindeki tutkudan, yaşama aşkından her kahramanına vermiş, adeta kalemiyle sayfalarda kendi izini bırakmıştır.   

Cevriye’nin âşık olduğu, roman boyunca adını bile öğrenemediğimiz meçhul erkeği yazarken, ikinci eşi Selami İzzet’ten esinlendiği söylenir. Romanda, Cevriye’nin âşık olduğu meçhul erkeğin illegal bir hayat süren sol düşüncelere mensup biri olduğunu anlarız. Suat Derviş, gazeteci kimliğiyle gittiği Sovyetler Birliği gezisinden sonra değişecek, sol ve sosyalist düşüncelere yakınlık gösterecektir. O tarihten sonra gazetelerde iş bulması zorlaşacak, yaşamını idare etmekte güçlük çekecektir.

Cevriye: Bir İstanbul âşığı   

Suat Derviş, romanlarında İstanbul’a özel bir anlam yükler. Hep özlenen, gitmek istenilen yerdir İstanbul. Uzun sürelerle İstanbul’dan ayrı kalan yazar, şehre olan özlemini eserlerine de yansıtmış olmalı.  

Özellikle Fosforlu Cevriye’de İstanbul ve âşık olunan meçhul adam bütünleşmiş, yek vücut olmuş gibidir. Cevriye, yâr gibi, yâr kadar sever şehrini. Belki de bu yüzden o şehirde çektiği acılara daha kolay katlanır. Sürgün olarak gönderildiği Bolu onun için koca bir hapishaneden farksızdır. Bir yıl hapislikten sonra İstanbul’a kaçak olarak döndüğünde, yakalanma tehlikesine rağmen duramamış, oradan oraya koşturarak âdeta şehrini selamlamıştır.  

“Evvela Beyoğlu’na çıkmıştı. Tarlabaşı’ndan geçmiş, Taksim Meydanı’na gelmiş, abidenin önünde biraz gezinmiş, sonra İnönü Gezisi’nde tahta kanepelerin üzerinde oturmuş, Gümüşsuyu’ndan aşağıya, Dolmabahçe’ye inmiş, yeni açılan yoldan Harbiye’nin yanına çıkınca, tekrar Taşkışla’nın oralarda şöyle bir dinlendikten sonra İnönü Gezisi’ne gelmiş ve Tepeüstü’nden aşağıya, Yenişehir’e doğru bir gitmiş fakat sonra tekrar dönmüştü. Bu yapılır şey değildi. Kendisi de biliyordu, ama dayanamamıştı. Bir sene mahpustu.” (Fosforlu Cevriye s.35)

Atilla Dorsay, Fosforlu Cevriye için yazdığı sunuş yazısında Suat Derviş için “Nazım Hikmet’i de kendine âşık etmeyi başarmış bir gönül avcısı” der. Bence bir yazar için kullanılan talihsiz bir cümle olmuş. Nazım Hikmet’le arkadaşlıkları çocukluktan başlayıp ömürlerinin sonuna kadar devam etmiş, birbirleri için her zaman özel kalabilmeyi başarabilmişlerdir. Zaman zaman duygusal yakınlaşmaların da olduğu ilişkilerinde Nazım Hikmet, Suat Derviş için Gölgesi şiirini yazmıştır. Şiir şu dizelerle biter:

“Birden onun yüzüne haykırma ihtiyacı
İçimde alev alev tutuştu yangın gibi
Bir dakika kendimin olamadım sahibi
Hiç olmazsa hıncımı böyle alırım dedim,
Yolda mağrur duran gölgesini çiğnedim.”

Suat Derviş çılgın gibi bir hayat yaşamış, kimseye boyun eğmemiş, ömrünün sonuna kadar yazma sevdasından vazgeçmemiş başarılı bir yazardır. Onun sözcüklerinden yansıyan fosfor edebiyatımızı zenginleştirmeye devam edecektir.  

Kaynakça:

Ankara Mahpusu – Suat Derviş ( İthaki Yayınları)

Çılgın Gibi – Suat Derviş (İthaki Yayınları)

Fosforlu Cevriye -Suat Derviş (İthaki Yayınları)

Ben Suat Derviş – Osman Balcıgil (Destek Yayınları)

Özlem Narin Yılmaz – edebiyathaber.net (15 Haziran 2021)

“Suat Derviş: “Çılgın Gibi” bir hayat – “Fosforlu” edebiyat | Özlem Narin Yılmaz” üzerine bir yorum

Yorum yapın