Ağustos 2017
Mektup defterlerimden biriyle baş başayım. Notlar alıyorum yazacaklarıma dair.

Mektup birazda kendini hatırlamak, hatırlatmaktır. Yazılanla yazanın aralarında kurdukları bağın “özel”liği de daha çok bu “hatırlama/hatırlatma” üzerinedir.
Yazan ben’le, okuyan ben’in arasındaki ince çizgi bir değiş tokuşun hat boyudur sanki! Yazarken bir biyana gidersiniz, okurken de çoklu algılara bürünürsünüz. Gene de ne derseniz deyin; mektup insanı ele verir.
Biraz önce Van Gogh’un kardeşi Theo’yla mektuplaşmalarına göz atarken şu sözleri dikkatimi çekmişti Van Gogh’un: “Yürüyeceğimiz yol dar, onun için dikkatli olmalıyız. Bizim varmak istediğimiz yere başkaları nasıl gittiler, biliyorsun. Biz de o basit yolu seçmeliyiz.”
Bu yolu belirleyen de biraz kendi gerçeğimiz.
Mektupla da birbirimize gitmez miyiz? Duygularımız, düşüncelerimiz, yeni yeni keşif ve meraklarımız… Hele o iki insan hiç karşılaşmamışlarsa, yalnızca birbirlerini yazılarında tanıyorlarsa… Yarattıkları imgelem yarı düşsel yarı gerçektir elbette. Gene de aralarındaki alışverişin özünde düşünceler, duygular vardır. Görmek, sonra gelir. Hatta önce hissetmek, yakınlık duymak gerek bu tür yazıyı seçmek için. Yazmanın aradaki ivmesi de bu olsa gerek.
Geçen gün yazdıklarınızı okurken kâğıtlara not almıştım:
- Yazıda kadın bir mesele. Ama yazında eril ve dişil olmak yazınsallık meselesi. Bunu da vulgar biçimde değil; tabii ki pornografik hiç değil, hissederek yazıp anlatmak. Derim ki, hissetmeyen hissettiremez.
- O genç kadına dokunurken içimde derin bir dokunma arzusu vardı. Ama buz gibiydi adeta. Bir kütle gibi duruyordu. Yakınlaştığımda hiçbir şey hissetmemiştim. Sanki dokunmak isteyen, o arzuyu duyan ben değildim. Çünkü bunu yaratanın ben olduğuyla yüzleşiyordum. Sözüm ona o, orada, arzunun nesnesi gibi duruyordu. Hayır, görünendi o; hissetmeyen, arzulamayan, hatta bir kadını düşünde yaşatan, o deneyimin ardına takılmayı kafaya koyandı.
- Diğer kadının dişil yanları baskındı. Ama onu kucakladığımda cinsel arzu yerine, insani bir kucaklaşmanın sevinci taşınmıştı içime.
- Birinde hissizliği hissettim, arzum süngünleşti. Diğerinde hislerimin sinir uçları açıktı, sevgi gözenekleri öyle bir kucaklaşmayı yaşamıştı ki; cinsel arzuyu öteleyen bir sevince taşınmıştım.
- Şimdi şu: algımızla bedenimizi arzularımızı yönetiyoruz aslında görsellik evet. Ama dokunma algımızı devindiren de imge. Kadının dişil yanı.
- Diyorum ki; artık “erkek” bunu (cinselliği) Kemal Tahir, Demir Özlü gibi yazıp anlatmamalı (ki onların ki erotizm değil, daha çok pornografiye yakın). Biri kerhane diliyle, diğeri anatomi bilgisiyle yazıyor cinselliği. Bakın erotizm diyemiyorum.
- Hoş Henry Miller’ın anlattığı cinselliği de erotik dilin imgesel yorumu/bakışı olarak göremem. Sanki Anais Nin daha iyi! Deneyimleyerek yazdığı için değil, kadının duyarlığı erotizmi anlatmaya daha yatkın sanki. Eşcinsel yazar/anlatıcılarda da bu var, eğer pornografiye kaymazlarsa. Bir de örtüleri yoksa.
- Adalet Ağaoğlu tanıdığım en “köşeli” kadındır. İçinde birçok muhafazakâr kimlik taşır üstelik. Bunu “aktivist”miş gibi görünerek örter sürekli. Çünkü bastırılmış cinselliğin yaşattığı yıkımı da örter. Leylâ Erbil tersi gibi dursa da; sonunda “Türk aile” tipinde bir evliliği vardı. Ağaoğlu kitabını hazırlarken o uzun buluşmalarımızın gözlemi/deneyimini ayrı bir kitap olarak yazdım. Bunu konuşuruz, o da çekmecede bekliyor. Onun “Ruh Üşümesi” romanı için söyledikleri/söylemedikleri de burada.
- Cinsellik, erotizm yerindiren/özletilen bir düş gibi olmamalı/yaşatmamalı. Sanki bunu sinemada aktarma da sinemacılar daha başarılı. Çünkü görsel imaj güçlü. Gene orada da sorun pornografik çizgi.
- Lezbiyen bir ilişkiyi anlatan “Below her Mouth” filminde yönetmen o boşluğa çokça düşüyor; böylece film de anlamını yitiriyor.
- Dişil bir film baştan sona bu duyguyla örülmeli. Yani “ek sahne” gibi durmamalı. Doğa bakışta da, bir yere/nesneye dokunuşta da siz erotizmi anlatabilirsiniz. Bir elmanın ısırılmasında da, bir kadının memesini öpüp okşamada da… Yani yerken, içerken, bakarken, akıldan geçirirken, işitirken, düşünürken, dokunarak konuşurken… İşte asıl erotizm oradan çıkar bence!
- İki organın birleşmesi değildir çünkü. Salt ona indirgenendir pornografi.
- Haz, arzu evet. Ama şehvet yıkıcı sanki! Hazla arzuyla dokunmanın karşılık bulması sizi öpüşmeye, iki dili yılan gibi sarmaştırmaya götürür ki; bence erotizm asıl büyük kapısını burada açıyor. Parmak uçları, dokunmak… dil, dudaklar: dokunmak öpmek. İşte iki bedenin keşfi yolculuğu. Bazen orada kendine dokunan el imgesi…
- Çellonun sesini verir adeta tenimizde. Başka sesler katılınca beden canlanır. Onun için erotizm iki cinsel organla yaşanan değildir salt. Haz oluşturmak deyin. Usta bir müzisyenin aletini iyi kullanması gibidir bedenimizin sesini çıkarabilmek.
- Dikkat edin, evlilikler/ikili ilişkiler kötü beden yönetimi nedeniyle bitiyor. Çünkü evlilik hoyratlığı öğretiyor. Sıradanlaşma tuzağı da önlerinde. Oysa iyi bir ilişki de beden/ten/ses/dokunma eğitimi önemli. Ruhumuzu ve bedenimizi, sesimizi, tenimizi nasıl kullanıyoruz. Oradaki “büyü” nedir? Onu sürekli kılıp canlı tutabilecek ritüeller nelerdir… Bunlardan yoksun olan bilinç ruhu öldürüyor. Başkalaşma, yabancılaşma başlıyor iki insan arasında. Dikkat edin şiddetin kaynağında da sevmeyi ve dokunmayı bilmemek, arzuyu keşfetmemek vardır.
Evet; burada yazdıklarım sanki biraz “ders” gibi oldu. Ama konuşulup yazılmalı bunlar.
edebiyathaber.net (22 Nisan 2025)