
1./ Hayatın Yansımaları
Raymond Carver hayata dair bir şeyden söz eder, siz orada her şeyi anlarsanız.
Sıklıkla ona dönmem, Çehov’un anlatı yurdunda gezinmek gibidir bana; onun daha haşarısını düşünün!
İkisi de aşkperverdir, gitmeyi bağlanmayı severler; bir yere, bir insana, bir şeye…Ama daha çok da yazıya.
Carver zamanı, Çehov ise zaman içindeki insanı bize yaklaştırır. Carver zamane yazarıdır, Çehov ise düşkünlüklerin divanesi…Topluma deva aramaya çalışır, bunun boşunalığına kapılmaz gene de. Ta kalkıp Sahalin gerçeğini görüp yaşamaya/yazmaya gitmesi, tutup Altı No’lu Koğuş’u yazması nasıl boşuna olabilir ki!
Carver ise; divane hallerine bakar insanın bakmasına da; zamanı orada dondurur. Her şeyi kendi zamanının içinden geçirir. Orada sızı vardır elbette; kopuşlar, ayrılıklar, dile getirilemeyen kederler, insanın içindeki taşrası…Ve daha çok şey.
Bazen, insan neden bu kadar “kötü”dür diye sordurur da her ikisi…Aşkta, sevgide, işte uğraşta, zamane divaneliklerinde…
Sıklıkla yinelediğim şudur; öykü hissettirir, roman gösterir.
Benjamin’in şu tümcesini defterimin bir köşesine yazarken hem ötedeki bir bakışı hem de yazacağım yeni bir yazıyı düşünüyordum:
“Edebiyat derinlikte yitirdiğini genişlikte kazandığından burjuva basınının okuyucuyla yazar arasında koyduğu uzaklık…”
Uzaklıklarımız, uzakta olmak, uzağına düşmek fikri…Her yerde, her şeyde yaşananın insanı sarmalaması…
Aslında Çehov’da da Carver’da da olan bu değil mi? Ya içimizdeki uzaklıklar!?
2./ Oyunun Gücü Nerede?
“Tiyatroda ülkü, hem göstermek, hem de
heyecanlandırmak olmalıdır”
Jean-Paul Sartré
Sartré’ın Saygılı Yosma’sını okuyorum. Bir duruş/bakış zamanı yaratarak insana doğru yürüyor. Onun içindeki sanrıyı, yaşama direncini anlatıyor. Çatışma durumunu var eden gerçekliğin nerede nasıl biçimlendiğini sorguluyor.
Onun şu sözünü severim: (yazıda)“her şeyi göstermemek gerekir.” Bunu da, kendi oyunlarının sahnelenme deneyiminden sonra söylemiştir.
İzlediğim oyun, “Popüler Gerçek”e dönük eleştirimin asıl odak noktasıydı bu da.
Sondan başlamalı. Kanlı balta/el, öldürme… Hem gösterimi hem de öylesine bitiş çok anlamsızdı. Daha başka bir son bulunmalıydı. Oyunun eylemliliğinde başka bir yabancılaşma unsuru kullanılabilirdi.
Bazı yerler/sahnelerde seyirci çok umursanmamış.
Oyun hem oyuncu/lar hem de seyirci için yazılmaz mı?
Sartré şunun altını çizer: “Ama onun anlamını bulan, yazarla işbirliği yapan seyircidir.”
Seyirciye düşünme/sorgulama, muhakeme etme şansı verilmediğini düşünüyorum. O nedenle her şeyi söylemek yerine birkaç şey söylenebilirdi.
Gene Sartré’ın dediğine dönersem, ona katılmamak elde değil:
“Tiyatroya gittiğim zaman fikirlerini paylaşmayan insanları bazı ‘replikler’iyle rezil eden bir piyes görür ve bu insanların salonda bulunduklarını kestirirsem, muhakeme hürriyetine tam anlamı ile sahip olamam artık, onlar adına sıkıntı duyarım. Oysaki bu insanlar aynı partiden, aynı çevreden ya da aynı inançtan olan seyircileri düşünmemiş olsalardı, daha az rezil olurlardı. Bu tepkiden hiç kimsenin tamamıyla sorumlu olmadığı garip bir gerçek doğmaktadır.”
İzleyici/seyirci okumak için değil, izlemek için gidiyor. O iki saat pürdikkattir. Ne demek istiyor düşüncesi oyalayıcı bir düşünüş değildir onun için. Oradaki aktarıcı söz’ü, oyuncuların performansıyla anlamaya çalışır elbette. Gene de soruları vardır izlerken. Oyunda ardı ardına sıralananlar öyle bir boğuntuya geliyor ki; başlangıçtaki söz/anlam, izlekten giderek uzaklaşılarak başka bir şeye dönüşüyor, asıl söylenmek istenen göz ardı edilecek düzeye indirgeniyor.
Sartré diyor ya; “Tiyatroda niyetin önemi yoktur. Önemli olan piyesi yazan, yazar olduğu gibi seyircidir de.”
Dönem gerçekliğine bakmak, yaşananlardan yola çıkarak birtakım “mesele”leri anlatmak her zaman fazla “dikkat” gerektirir.
Konu bir “obje” gibidir. Nereden bakıp, dokunup neyi/nasıl gördüğünüz çok önemlidir. Salt eleştirmek/yermek için yola çıkılmaz. Gösterilenin ardındakini düşündürmek, sorgulamaktır önemli olan.
“Popüler Gerçek” sanki “aksiyon”a yeniliyor!
Yaratılan çatışma durumları da bir gösterge.
Tek tek performans göstermeleri için oyuncuları o aksiyona katmak ise dramı zayıflatıyor, bence! Burada oyunun dengesi bozuluyor, ana izlekten kopuluyor.
Yüzleşme, evet. Öfke, evet. Aldanış/aldatış, evet…
Peki, bu kadar çatışma için o dar alanda/zamanda her şeyi ortaya dökmek, ifşa etmek niye?
Orada/ortada bir “parçalanma”/ “çözülme” durumu var; ama başlangıçtaki “sistem” eleştirisi neredeyse unutuluyor, aradaki uyumsuzluklara/çatışmalara dönülüyor. Üstelik Zafer karakteri bir ânda başka bir şeye dönüşüyor…
Konu edilenle konu seçilenin ayrımı giderek oyunun gücünü düşürüyor.
Gene de şunu söylemek isterim: böylesi bir “gerçek”le seyirciyi buluşturması, olagelenlere ayna tutmasını önemli buluyorum.
Sartré’ın şu sözleri de bunu anlatmaz mı biraz:
“…tiyatro insanın ve dünyanın değişmesinden çok, hiçbir
zaman değişmeyen bir evrende ebediyen kendisinin benzeri olarak kalan bir insanın hayalini temsil eder.”
Beni orada etkileyen de, işte o “insan” (lar)ın yaşadıkları, dönüşme halleriydi.
Değişenin insan/lar üzerindeki etkisi, dönüştürücü gücü başka bir boyuta taşınıyor. Değiştirirken değişen, yerilen sanırım “asıl konu”dan kopuş/uzaklaşma belki de en kırılgan yanı oyunun.
Yani, “kişisel dram”ı öne çıkarayım derken ana konunun havada kalması. Çünkü onu/onları bu duruma getiren, buluşturan nedir? Zaafları mı, sistem mi?
Karakterleri tek yönlü kılması da bir eksiklik. Hele iki kızkardeşin çatışma durumu, konuyu alıp başka bir boyuta taşıması olacak şey değil!
Doğrusu bir yapıt beni şaşırtmalıdır önce. Heyecan vermeli, kışkırtmalıdır. Yeni bir şey söylemelidir. Bilmediğimi, görmediğimi anlatmalıdır bana. Ve sonrasında da “ben burada neredeyim peki,” dedirtmelidir.

















