
çakıl taşlarıyla
sabahın serinliğini karıştıran çocuklar
kaç gecedir
çürüyen bir aynada arıyor yüzümü
Erol Özyiğit’in dizeleri, su yüzüne çıkan düşüncelerin kırılgan dokusunu taşıyor. Her dize, imgelerle örülmüş, içten bir bakışın izlerini sürüyor. “çakıl taşlarıyla / sabahın serinliğini karıştıran çocuklar” derken, alışageldiğimizin onca süreci, anlamların katmanlarından süzüyor şair… Çocuklar, taşlar ve sabah; gündelik yaşantının öznesi olmaktan çıkıyor, bir araya gelip zaman karışımına dönüşüyor. Sabahın serinliğiyle temas eden çocuklar, doğayı yeni baştan kuran varlıklar gibi duruyor bu dizelerde… Taşların serinliğiyle çocukların oyunu arasındaki bağ, yaşanmışlıkla düş arasında kurulan köprüye dönüşüyor. Burada, Özyiğit’in şiir anlayışı kendini açık ediyor. Ona göre şiir, anlamın sürekli değiştiği, okurun içine doğrudan işleyen bir alan… Bu nedenle imgeler, gözlemden öte bir iç sarsıntıyı, arayışı da beraberinde getiriyor. Taşlar, sabahın serinliğini karıştırırken, çocuklar doğanın dengesiyle oyun oynuyor. Bu, doğanın da insanla beraber dönüşebileceğini sezdiriyor olsa gerek. “kaç gecedir / çürüyen bir aynada arıyor yüzümü” dizesiyle şiir, zamanın acımasız yanına dokunuyor. Aynanın çürümesi, belleğin bozulmaya yüz tuttuğu anlamında… Yüz, bu çürümenin ortasında silikleşiyor; aranan imgeye, bulunamayan bir ize dönüşüyor. Özyiğit’in anlatımı, geçmişle yüzleşmenin acıtan yanını görünür kılıyor. Ve o çürüme, kendiyle yüzleşen insanın gözünde sönen ışık gibi… Şair, yüzünü mü arıyor ya da o yüzün zamana yenik düşmüş izlerini mi? Bu dizeler, şiirde zamanın nasıl parçalandığını, nasıl bölündüğünü gösteriyor. Çocukların sabahıyla, gecelerin çürüyen aynası arasında kalan boşluk, şiirin asıl sesi. Özyiğit’in şiiri, işte bu iki uç arasında gerilen bir hat üzerine kurulmakta. Bir yanda canlı, dokunan çocuklar; öte yanda silinen, kaybolan yüzler. Bu karşıtlık, dizelerin ana gerilimini oluşturuyor…
çünkü
geceye sürgün kırgın nehirlerde
kin taşları topladım
göç yolunda kalana
Bu dört dize, şiirin gizli kent haritası gibi: karanlık, sessiz ve derinlemesine politik… Özyiğit’in şiirinde sık rastlanan, sözcüklerin birbirine gölge yaparak ilerlediği o parçalı ama bütünlüklü anlatım, burada da varlık buluyor. Dizeler, “çünkü” ile başlıyor. Bu sözcükte, birikmiş, gerilmiş, artık sarkmış bir anlatım ihtiyacı var sanki… Özyiğit’in bu türden bir girişle şiiri başlatması, okuru hemen bir olayın, bir göçüğün, bir iç patlamanın ortasına sürüklüyor… Sonra devam eden, “geceye sürgün kırgın nehirlerde” dizesiyle anlıyoruz ki şair, duygu düzleminin imgesel yol haritasını çiziyor aslında. Geceye sürgün olmakla, aynı zamanda içsel bir dışlanmışlığa da işaret ediyor. Gece burada şaire göre değil ama okur için toplumsal bir kopuşun saati belki de. Kırgın nehirler, hem doğanın içinde yaralanmış bir zamanın, hem de insanın içindeki tedirgin akışların imgesi çünkü. Nehirler normalde doğaya ait devingen yapılarken, burada kırgın olmaları, hem bir yaşanmışlığın hem de bir belleğin yükünü taşıyorlar. “kin taşları topladım” dizesi, şiirde ani bir ton değişimi yaratıyor. Doğal bir unsur olan taş, burada içe dönük bir yüklenişin simgesine dönüşüyor. Bu dizede Özyiğit’in şiirindeki içe kapanık öfke duygusu somutlaşıyor. Bu öfke kişisel olmaktan çok, toplumsal bir deneyimin ardından gelen suskun ve sabırlı direniş gibi… “göç yolunda kalana” dizesiyle birlikte şiirin öznesi de belirginleşiyor aslında: Göç eden değil, yolda kalan… Bu, tarihsel ve güncel birçok olguyla ilişkilendirilebilecek, ama doğrudan hiçbirine indirgenemeyecek ölçüde çok katmanlı bir anlatım… Bu da Özyiğit’in şiirinin önemli bir temasını açığa çıkarıyor: sınırda kalmak. Onun şiirsel dili, hiçbir yere tam olarak yerleşemeyen, aidiyet ve aidiyetsizlik arasında salınan bir öznenin dili…
öyle yağdı ki kar
nerede başlıyor gökyüzü
bulamadı kuşlar
İlk dize, “öyle yağdı ki kar,” bir anlatının ortasından başlıyor; okuru anlık şaşkınlığa düşürüyor. Bu kar yağışı yalnızca doğanın sıradan olayı olmaktan çıkıp, gökyüzüyle yeryüzünün sınırını bulanıklaştıran, var olanı belirsizleştiren şiirsel imgeye dönüşmekte. Özyiğit’in şiir anlayışının merkezinde duran bu belirsizleşme, varoluşsal konumların bulanıklığına işaret ediyor. Şair, dış dünyayı içe doğru büken imgelerle dolu dünyasını yaratıyor. Devamındaki “nerede başlıyor gökyüzü” sorusu, şairin şiirsel arayışının anahtarını sunmakta. Özyiğit, kesinliklerin ardına düşmüyor; aksine, keskin sınırları ortadan kaldırıyor, okurun alışılmış algısının ötesine geçmesini sağlıyor. Gökyüzü başlangıcı belirsizleştiğinde, varlıklar arasındaki hiyerarşik ayrım kaybolmakta ve tüm canlılık yeni bir bütünlüğe erişiyor. Bu bütünlük, şiirin varmaya çalıştığı sezgisel anlam alanına dönüşüyor. Şairin poetik tutumu, belirsizliğin açıklık kadar değerli olduğunu öne sürüyor. Son dize, “bulamadı kuşlar” ise, anlatımdaki belirsizliğin gerçek etkisini gösteriyor. Kuşlar, doğası gereği yön bulabilen, göç yollarını sezgisel olarak aşabilen canlılar olarak bilinirken, burada onların kayboluşu, anlamın muğlaklığını ve şiirin varış noktasını netleştiriyor. Özyiğit’in şiir dünyasında kuşların yolunu yitirmesi, yalnızca coğrafi yönelimlerin ötesinde; yaşamın alışılmış anlamının bulanıklığına, yön bulmanın olanaksızlığına gönderme yapıyor. Genel anlamda Erol Özyiğit’in şiiri, özenli bir dikkatle gözlenen yalınlıkla, derin imgeselliğin kavşağında duruyor; öyle ki, şiirlerinin dilsel kurgusu incelikle doğaya açılan ve algıyı belirsizleştiren imgelerle işliyor. Bu yalınlık, çokça anlam katmanları yaratmakta ve okuyucuyu yüzeysel algıdan derin duyumsamalara sürüklemekte. Özyiğit, şiirini; okuyucunun içine sinmiş kesinlikleri sorgulatan ve alışılmış algıyı dönüştüren güçlü bir duyumsama alanına taşıyor.
taşların hatırasında
çocuklarını buluyor anne
“öyle acı bir kavuşma”
Erol Özyiğit’in dizeleri, toprağın altında kalmış anıdan ve titreyen bir çağrının içinden yükseliyor. Bu üç dizede, zamanın kıyısına sürüklenen bir annenin bakışıyla karşılaşıyoruz. Ama bu bakış arayış, bir bulma eylemi. “Taşların hatırasında” diyor şair. Yani taş, yalnızca bir ağırlık ya da sessizlik, taşıyan, saklayan, ezberleyen bir bellektir artık… Bu bellekte anne, çocuklarını buluyor -ama bu buluşma herhangi bir karşılaşmaya benzemiyor. “Öyle acı bir kavuşma” demesiyle, Özyiğit, kavuşmanın doğasına içkin olan sevinç düşüncesini söküp atıyor. Çünkü bu buluşma yaşamda, anıların kıyısında gerçekleşiyor. Böylece Erol Özyiğit’in şiir anlayışını da gözlemliyoruz: Onun şiirinde nesneler, alışıldık işlevlerinden sıyrılıp dramatik roller üstlenebiliyorlar. Taş, bir mezar taşıysa bile, aynı zamanda anne ile çocuğu buluşturan gizli bir haritaya dönüşüyor. Fakat bu haritada yolculuk, coğrafî, duygusal, imgesel ve travmatik bir yolculuk. Şair burada bir anlatıcı olmaktan çıkıyor; acının diliyle konuşan ağız oluyor. Sonuçta bu üç dize, üç binlik bir ağıt gibi. Her dize kendi içinde bir odadır ama bu odalar arasında geçişler kolay olmuyor haliyle… “Çocuklarını buluyor anne” dizesi, özne-yüklem dengesiyle, sözcüklerin içsel çarpışmasıyla işliyor. “Anne” burada eylemi gerçekleştiren, eylemin içine düşen kişi… Yukarıdaki dizeler, acının sınırını çizmiyor -onu geçiriyor. Taş, anne, çocuk… Üç temel imge, üç katmanlı bir anlatıyı taşıyor. Taş: tarih. Anne: tanıklık. Çocuklar: suskun iz. Ama Özyiğit, bu üçlüyü bir şemaya oturtmuyor. Tersine, şemayı bozuyor. Anlamı dağıtıyor, kırıyor. Erol Özyiğit’in şiir anlayışında yüzeysellik yok, daha önce de dediğim gibi… Her dize, içinde kan taşıyan bir damar. Bu damar, klasik lirizmi reddediyor yer yer. Özyiğit’in şiirinde betimlemeleri besleyen yoğunluk da söz konusu… Ki bu yoğunluk okurun üzerine kapanıyor genelde. Dize, açılmak için, içine çekmek için var. Ve bu çekim alanı, taşla başlıyor, anneyle sürüyor, kavuşmayla kapanıyor ama o kapanış, kapanma, daha da derinleşen bir açıklık… Yani şiir bittiğinde, anlam başlamıyor; tersi oluyor: şiir başladığında anlam bitiyor.
edebiyathaber.net (18 Haziran 2025)