Sofya Kurban’dan “Eşyaların İsyanı” adlı öykü

Ocak 30, 2005

Sofya Kurban’dan “Eşyaların İsyanı” adlı öykü

Işık  kesilip içeriye girmesi engellendi. Sonra dışarıdan gelen baharın müjdecisi tatlı sesler için gerekli önlemler alındı. Yetmedi, denetim alanını genişletmek üzere çevresine bakındı. Gözü, içeriye sızmayı başaran ışından sessizce yararlanan çiçeğe ilişti. Arsız yaratık yapraklarını açmış ışığı emiyordu. Çattı kaşlarını İlhan Hanım, bütün heybeti ile kaçak ışını eliyle itti, çiçeğe yöneldi. Yöneldi de; ancak, şimdi bile nasıl olduğu anlaşılamayan bir şekilde, sol ayağındaki terliğin kalın topuğu, salona hakim yüzyıllık Afgan halısının püsküllerine takıldı. Oysa evdeki diğer eşyalar ile birlikte halı da gözetim altındaydı. On iki sandalye, Abdülhamit dönemi masif masanın etrafında, hiyerarşik sıralarını bozmadan duruyordu. Hele on dokuzuncu yüzyıla ait vitrin, masa ile yaptığı otuz derecelik açıyı bozmadan bir asır daha durabilirdi. Gerçi, geçen hafta, çevresinde ve içinde yapılan kırklamadan dolayı az buçuk devinime maruz kalmışlığı sayılmazsa. Vitrin ile duvar arasındaki bir metrekarelik alanda, küçük çocuğun gözyaşları ile verdiği üç saatlik mücadele sonucu meydana gelen mikroplanmadan evin arınması pek kolay olmamıştı.

Evet, İlhan Hanım kayan halıyla birlikte yer çekimine kapılıp gitmekte.
Birbirlerinden üç santimetre aralıklarla ayrılmış bordo renkli, kalın perdeler ışığı engelleme görevini bir anlığına unutup havalandılar, sonra yeniçeri eğitimlerini hatırlayıp eski yerlerine yerleştiler. Bir hafta önceki olaydan perdeler de nasiplerini almış, sürekli temizlenmekten dedikoduları kaçırmışlardı. Temizlikçi Zeynep’in büyük kızının üzerine kaynar su dökülünce, üç yaşındaki oğlu Yaşar’ı bu eve bırakıp gitmek zorunda kalmışlığı bugünkü vaka ile ilintili mi, onu tarihçilere bırakmakta yarar var. Biliyorsunuz biz isyanları çıkartır, sonra bunun değerlendirmesini tarihçilere bırakır, sorumluluğumuzu ömrümüzle kısıtlarız. İlhan Hanım’ın yere düşmesine  saliseler kaldı. Yer onu bekliyordu. 
Dışarıdan gelebilecek bütün arsızlıklara karşı koyabilecek büyüklükte, bilmem hangi Osmanlı paşasına ait ceviz komodin şöyle bir silkindi. Münasebetsiz halının yaptıklarından hanımefendiyi korumak istedi, ama o kadar uzun zamandır nöbetteydi ki, zamana saldığı kökler taşlaşmıştı, kımıldayamadı. Kırk beş derecelik açısıyla kalakaldı. Ancak komodinin üzerinde, gümüş işlemeli çerçevenin içindeki sevgili eski kocanın heybetli resmi, rahmetli hayattayken bir gün bile çıkıp güneşlenemediği geniş çimlik bahçeyi aştı, yola koyuldu. Kalabalık, bakışların yapışıp kaldığı, ucube bir vitrinde, haftalığı 50 TL’den işe başladığı söylendi. Ancak bu bir rivayet, gözümle görmedim. Ben sadece bir vaka aktarıcısıyım. Rahmetli; bağırsakları hiçbir bakterinin yaşayamayacağı kadar temiz olduğundan, yiyecekleri sindiremeden bu dünyadan göçüp gitmişti. O zamanki doktorlar bu durumu anlayamamıştı. Bu evi görselerdi belki bir iki kurtçuğu bağırsağa yerleştirirlerdi de adamcağız yaşardı. Olan oldu.
İşte İlhan Hanım yerde. Kafasında uçuşan yıldızlar odanın havasına dayanamayıp geldikleri Alfa sistemine hızlıca bir dönüş yaptılar. Şoku üzerinden atmaya başlayan İlhan Hanım, sırt üstü yattığı yerden; tavanda asılı kalan bir lekeye göz atacakken normal duruşunun ötesinde yamulan bacağını gördü. Çağrışım “KIRIK” kelimesini hafızalardan aldı, isyandaki rolü gelecekte tartışılacak olan parlatılmış parkenin önüne koydu.  
“Bacağım kırıldı” diye düşündü, ağrı yoktu, sadece kımıldatamıyordu. Sol eliyle kalın perdeyi tuttu. Çekiştirmesiyle birlikte, saksıdaki çiçek, dışarıdan içeriye koşan ışık tanelerini kucakladı. Yapraklardaki tüm pigmentler, meleklerin çaldığı lir eşliğinde yoğun bir fotosenteze başladı. Karbon solunup, oksijen verildi. Bizim Osmanlı paşasının torununun torunu olan hanımefendi, kamaşan gözünü diğer eliyle kapatmaya çalışırken dengesini kaybetti. Tekrar yere serildi. Oksijenden canlanan eşyalar, özgürlüklerini ilan edip o köşeden bu köşeye kendilerini attı. Hele yüzyıl boyunca zincirlenmiş halı ne yapacağını şaşırdı,  sarhoş oldu.  Sonra da geçmiş yeteneklerini hatırlayarak, pencereden çıkıp Arap çöllerine doğru uçtu. Gören turistler anlattılar; yedi yıldızlı bir otelde, kadrolu uçan halı işinde çok başarılı olunca, kendi işini açmış. Sadece prenseslere hizmet veriyormuş. Gerçi dünyada fazla prenses kalmadığından şikayet ediyormuş ama hâli vakti de yerindeymiş. 

Olay düşünüldüğünde; halı, küçük çocuğun gözyaşları üzerine damlayınca, kendisini dokuyan ellerdeki merhameti hatırlamıştı. İlhan Hanım mecbur kaldığı için evine aldığı Yaşar’ı, “Etrafı kirletecek, düzeni bozacak” diyerek köşeden kımıldatmadığında, en çok Irak’tan gelen bakır ibrik itiraz etmişti buna. Çocuğun gözyaşları feryada dönünce, üç yüzyıllık Kütahya çinisi “Kucağına al, kucağına al” diyerek fısıldamıştı. İlhan Hanım bu zaman zarfında, Fransız yapımı oymalı sandalyede oturarak çocuğu zapt etmeye çalışmış, baktı olmayacak, büyük banyo sepetinin içine koymak zorunda kalmıştı. O günden beri sepetin akıbeti bilinmemektedir. İmha için gönderildiği dedikodusu temizlik fırtınasında kulaktan kulağa fısıldandı. İbriğin suskunluğu dikkat bile çekmemişti. Zaten konuşmazdı. Her neyse. 

Rus prensinin ölümüne neden olmaktan Lenin ödülüne layık görülen, ancak kendisinden beklenilen iyi yoldaş davranışını göstermediğinden dolayı Gulak takım adalarına sürülmüş olan Taş Ayna, bu isyan anında sadece olayları izlemekle yetindi.

Hanımefendi yavaş yavaş yerde sürünerek telefona doğru uzandı. Fransa’da yaşayan tek oğlunun doğum günlerinde gelmek yerine gönderdiği, hiç içilmemiş şaraplar, şampanyalar uzun zamandır içki dolabında tuttukları nöbetleri bırakarak kendilerini yere attılar. Halı ömründe ilk defa bu güzel tadı aldı, ondan sonra olanlar zaten biliniyor.
Dördüncü Murat zamanından kaldığı bilinen, üzerinde kınalı oğlan minyatürlerinin yer aldığı sandık, derin uykusundan bir an uyandı: “Bu ne gürültü,” manasında homurdandıktan sonra tekrar uykuya daldı. Çıplak oğlanlar uzuvlarını elleriyle kapatarak, annelerinin rahmine geri döndüler. Sandığın üzerinde genç bir kadının sayılamayacak kadar göz nurunun hapis kaldığı, beyazlığı bir hapishaneyi beş yıl boyunca aydınlatacağı kesin olan işlemeli örtü, hanımefendinin kızıl tırnaklarına takılınca yere düştü. Düştüğü yerden kanatlandı, pencereye yöneldi, sonra boynu bükük ibriği görünce onu da yanına alarak Acem illerine doğru nur saçarak uçtu. Hatırlar mısınız bilmem, bundan iki yıl önce … 

Telefona uzanan eller duraksadı.  Kimi arayacaktı? Hayırsız oğlu, Fransa’nın, hayır, belki de tüm şengen ülkelerinin en pasaklısı diye tanınan karısından ayrılıp gelse bile ‘ki gelmez’ mesafe çok uzaktı. Ağrı an be an artmaya başladı. Yaz-kış ayağından çıkarmadığı külotlu çorabı, günlük talimatların aksine, kaçmıştı. Aramak için erkek kardeşini düşündü, yo olmazdı. Karısını sandalyeleri doğru yerlerine koymadı diye kovduğundan beri onunla da görüşmüyordu. Ne yapmalı? Süslemeli ahize diğer eşyaların arasına karışmak için can atıyordu. 
Ağırlığını sağ kalçasına kaydırarak rahatlamaya çalıştı. Zonklayan bacağına baktı. Artık nefes nefese kalmıştı. Elindeki ahize ağır gelmeye başladı. Bu kadar acı çekmese her şeyi bırakıp uzanıverecekti, belki de yerinden hiç kalkmamak üzere… Sonra 222 ile başlayan numarayı kalan son gücüyle çevirip: “Oğlun evimi kirletti” diyerek bir haftadır kafasının etini yiyerek, evini temizlettiği Zeynep’i aramaya başladı. 

Ankara/2006

Yorum yapın