Sevgi Soysal: İsyankâr bir ruh, romantik bir varoluşçu, tutkulu bir yazar… | Hasan Saraç

Kasım 2, 2015

Sevgi Soysal: İsyankâr bir ruh, romantik bir varoluşçu, tutkulu bir yazar… | Hasan Saraç

sevgi-soysal“Hayata çevrilmeyen tekrarın insan düşüncesinde durağanlığa yol açtığına inanırım.”

Cumhuriyet döneminin ilk bürokratlarından Mithat Yenen ve Aliye Hanım (Alman asıllı Anneliese Rupp) 30 Eylül 1936 günü İstanbul’da doğan evlatlarına Sevgi adını koyarlar.

Okul hayatına Ankara’da başlar Sevgi. Sürekli gözlem yapan, düşünen, duyarlı, zeki bir çocuktur. Kendisinden yedi ve on dört yıl sonra dünyaya gelen kız kardeşleriyle arasındaki en belirgin fark ise sınır tanımayan isyankâr ruhudur. Annesinin sürekli eve kapanarak kendini sorumluluklarla yorup hırpalamasına bile isyan eder. Kocasına âşık bir anne modelidir Aliye Hanım. Görev bilinci daima bir adım önde; arzuları, hayalleri sürekli baskı altında. En azından annesinin böyle olduğuna hükmeder Sevgi gençlik yıllarında.

“Tam karanlığı bilmeyenler, dünyayı aydınlatacak bir ışığın da ne olduğunu bilmezler, bunu aramazlar.”

Annesine olan düşkünlüğü bir süre sonra hayal kırıklığına dönüşecek, bu değişim Sevgi’nin sık sık yaşadığı bunalımları tetikleyecek ve tüm eserlerindeki kadın karakterlere damgasını vuracaktır. Ankara Kız Lisesi’nden mezun olan genç kız, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne kaydını yaptırır. Artık Fransa’yı kasıp kavuran varoluşçuluk akımını takip etmekte, Camus, Sartre, Simone de Beauvoir gibi varoluşçu yazarların eserlerinden beslenmekte ve kendi kişisel özgürlüğünün peşinde koşmaktadır.

Üniversitede tanıştığı, sonraları bir tiyatrobilimci, oyuncu, yazar ve yönetmen olarak başarılı bir kariyer çizgisi izleyecek olan Özdemir Nutku ile, ailesinin karşı çıkmasına rağmen genç yaşta evlenir. İçinde kopan fırtınaların ilk habercisidir bu evlilik. “Fakülteyi yarım bıraktım, evlendim, evlenirken siyah tayyör giydim, başıma bir de şapka: Ev kadını oldum!” diye kendi kendini eleştirecektir daha sonraki yıllarda.

Kocasıyla iki yıllığına Almanya’ya giden genç kadın, oğlu Korkut’u doğurmak üzere ülkesine döndüğünde Alman Büyükelçiliğinde çalışmaya başlar. Bir yandan da sürekli yazmaktadır. İlk öyküleri Ankara kökenli dergilerde yayınlanır.

“Ne Güzel Suçluyuz Biz Hepimiz” adlı öyküsünde, çevresinde gördüğü insanları somut “şeylere” tutsak olmaları nedeniyle eleştirdikten sonra, asıl tutsağın, savaşamadığı soyut sıkıntılarıyla bizzat kendisi olduğuna karar verir: “En değerli somutlarımı yoktan satarım da kurtulamam ötekilerden, bilirsin…”

“Suç bütün bütün perçemlerimdeydi. Onlar böylesi kıvrılmasalar asmayacaktım tutkularımı uçlarına, asamayacaktım.”

O dönemde tiyatroculuğa da ilgi duymaya başlayan genç yazar, Haldun Dormen’in yönettiği bir eserde başrol oynar. Bu sırada ilk öykü kitabı Tutkulu Perçem (1962) de yayınlanmıştır. Öykülerinin arka planında bir kadın anlatıcının sesi duyulur hep. O kadınlar tıpkı yazarın kendisi gibi öfkelidir, bezgindir, daha da önemlisi ümitlerini yitirmişlerdir. Nihilist bir bakış açısıyla tükenmişliği yaşarlar. Genç yazar içinde yaşadığı ortamı şöyle betimler bir öyküsünde: “Taşlı yerde biten, bitebilecek çiçekler ne kadar çiçeğe benzerse, Ankara’da üretilen, üretilebilen düşünceler de öyle. Taşlaşan beynimiz, duygularımız arasında binde bir açan bu çiçekler ise öylesine cılız, renksiz, çelimsiz ki…”

Bu bunalımlı ruh hali içinde, tiyatroda tanıştığı kendinden altı yaş genç bir erkeğe aşık olur Sevgi Soysal. Bir oğlu vardır ve yirmi dokuz yaşındadır. O zor kararı verir ve ilk kocasından boşanıp tiyatro sanatçısı Başar Sabuncu ile evlenir. Aynı dönemde TRT’de program uzmanı olarak çalışmaya başlar.

“…Koşuyordu Tante Rosa, soluk soluğa, ter içinde. Bir prensesti, bir peri kızıydı o, koşardı da, süslü görürdü de çamları. Evet bir prensesti sanki o. Bu okula gitmeden önce sanki daha çok prensesti.”

tante-rosaKarmaşık duygular içinde yaşam mücadelesi verirken bir yandan da tutkuyla yazmaya devam eder Sevgi Soysal. Bavyeralı teyzesi Rosel’den esinlenerek yazdığı öykülerden oluşan Tante Rosa (1968) için Selim İleri, ‘bu aslında dört dörtlük bir roman’ demiştir.

“Yeni kapıları açmak gerek, yanlış kapıları, doğru kapıları, ama açmak, mutlaka açmak.” 

Yürümek (1970) adlı romanda karşımıza Elâ çıkar bu kez. Tante Rosa, aslında yazarın anneannesinden başlayıp kendisinde biter, yaşamı boyunca bütün girişimlerinde başarısız olmuş bir kadının öyküsünü anlatmaktadır o kitapta. Elâ’da ise bizzat Sevgi Soysal’ın kendi sesi, onun satır aralarına yansımış kişisel bunalımları vardır. Her akşam bir başka evde toplandıklarında temcit pilavı gibi ısıtılıp ortaya sürülen konulardan, çözümsüz arayışlardan sıkılmıştır Elâ.

“Hiçbirimiz ötekinden daha iyi değiliz. Aynı yolda, aynı alışkanlıklarla, yalnızca bir adım ilerde. Biraz daha atak, biraz daha serseri olmak, o kadar. Gece ilerliyor. İçkiler tükendi. Meraklar, yorgunluklar. Şimdi giderler. Hiçbir şey değişmemiş olur…”

Bu eser TRT Sanat Ödülleri Yarışmasında başarı ödülü alır. İşin en trajikomik yanı, evlilik kurumunun sorunlarını, kadın-erkek ilişkilerini, üzerlerindeki toplum baskısını ve tabuları dile getiren bu romanın müstehcen bulunarak toplatılabilmiş olmasıdır. Yazdığı roman yüzünden yargı önüne çıkan Soysal, böylece adına devlet denen bu ayarı kaçmış muğlak mekanizmanın uzun ve duyarsız kollarıyla ilk kez kucaklaşmış olur.

O günlerde, TRT adına yaptığı bir söyleşide ilerde üçüncü eşi olacak Mümtaz Soysal’la tanışır genç kadın. Bu kez kendisinden altı yaş büyük bir erkeğe aşık olmuştur. Sevgi Soysal’ın öykü ve romanlarındaki kadın karakterler nasıl köprüleri yakmayı, bırakıp gitmeyi, sil baştan yola koyulmayı hayal etmiş ve çoğu kez bu düşlerini gerçekleştirmişlerse, o satırların yazarı da aynı derecede cüretkârdır. Ani bir kararla, o sırada askerliğini yapmakta olan Başar Sabuncu’dan boşanır ve yeni bir hayata, farklı bir ufka kucak açar.

O günlerde 12 Mart 1971 askeri darbesi hüküm sürmekte, tutuklamaların, işkencelerin gölgesinde bürokratlardan kurulan bir ‘Milli Birlik’ hükümeti ülkeyi yönetmektedir. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Mümtaz Sosyal da, yıllardır okuttuğu ‘Anayasaya Giriş’ dersinde komünizm propagandası yapma suçundan tutuklanır, yargılanır ve 6 yıl hapse mahkûm olur. Bu sıkıntılı süreç, aşık ve pervasız yazarı yıldırmayacak, sevdiği adamla Mamak Askeri Cezaevi’nde evlenecektir. Ancak bu kez oklar kendi üzerine çevrilmiştir. Nitekim ne zaman ne yapacağı belli olmayan darbeciler ona da bir kulp takacak, genç yazar tutuklanarak dokuz ay hapis yatacaktır.

Onu yakından tanıyan Adalet Ağaoğlu “Bana kalırsa, Sevgi’nin başı asıl kendi kendisiyle büyük dertteydi. Dar gömleklere sığamazdı” der bir söyleşisinde.

“Aslında daha çok yakınsın bana, sen bu düzeni sadece kafan ve duygunla beğenmediğin için bana daha yakın değilsin. Aynı benim gibi bir kurbansın, kurtuluşunu değişime bağlamış bir kurban...”

17SevgiHapisteyken kaleme aldığı Yenişehir’de Bir Öğle Vakti (1973) yayınlandığında, Sevgi Soysal’ın ilk kızı Defne de doğmuştur. Orhan Kemal Roman Ödülünü kazanacak olan bu eserde okurlar Yonca ile tanışırlar bu kez. Bir de Ankara’nın sokaklarında dolaşan, kimi zaman gördükleri, kimi zaman görmezden geldikleri farklı kesimlerden insanlarla…

Dokuz aylık mahkûmiyetinin ardından üç aya yakın bir süre de Adana’ya sürgün edilir Sevgi Soysal. Neredeyse tüm eserleri otobiyografik özellikler taşıyan yazar, bu kez de sürgün anılarını yazar defterine, bir roman niyetine. Nitekim Şafak (1975) adlı son romanının başkahramanı Oya, nezih bir çevrede yetişmiş, iyi bir eğitim almış, evli ve iki çocuk annesi bir kadındır. Oya da tıpkı onu yaratan yazar gibi Ankara Merkez Cezaevinde tutuklu kaldıktan sonra komünizmi övmek suçundan Adana’ya sürgün edilmiştir.

“Sürgünüm haftaya bitiyor. Sonra? Denize giderim. Herhangi bir deniz kıyısına… Mavi. Genişlik. Deniz. Kayalar. Orman. Peki kocası? Peki ev? Peki çocuğu? Peki daha bir yığın sorumluluk? Aslında şimdi ne mavi, ne özgürlük, ne orman var. Yakınlaşan sorumluluklar var.”

Oya’nın bu sorumluluklardan bahsetmesi tesadüf değildir. Zira ona bu son romanının satırlarında hayat veren Sevgi Soysal’in ikinci kızı Funda da aynı yıl, 1975’de doğacaktır.

Yaşar Kemal, Soysal için “Türkçesi zengin ve renkliydi” der.Romanlarında, hikâyelerinde getirdiği yenilik, epeyce yalın kalmış edebiyatımızda bir zenginlikti. Gittikçe de ustalaşıyor, ustalaştıkça insanın derinliğine varma çabası gelişiyor.”

Yaşar Kemal böyle düşünse de, Sevgi Soysal’ın yeni eserler üretmesinin önünde bambaşka bir engel vardır şimdi. Bunca mücadele, isyan, acı, öfke ve kaygı onarılmaz izler bırakmıştır vücudunda. İkinci kızını doğurduğu yıl kanser olduğunu öğrenir Sevgi Soysal. Hemen ameliyat olur, kanseri atlattığına inanır kısa bir süre, hatta şöyle der Bir Ağaç Gibi adlı öyküsünde:

“Varsın, durduğum yerde bir hindi gibi semirttiğim ölüm, kanser biçiminde şakalaşsın benimle. Onu bir hindi gibi kesip attılar içimden. Hayat çekilişinden ölümsüzlük piyangosu çıkmış gibi seviniyorum.”

En küçük kardeşi Mine Yenen Kazmaoğlu yıllar sonra şöyle diyecektir genç yaşta yaşama, sevdiklerine veda eden ablası için:

“Bir bedel ödedi hep… Başkalarından çok kendisine acı verdi en çok. Kanseri de başka türlü izah edemeyiz…”

Kısacık yaşamına öyküler, romanlar, anı kitapları, ödüller, üç eş ve üç evlat sığdırmıştır Sevgi Soysal. Son romanı Hoş Geldin Ölüm’ü tamamlayamadan, geride kalemine, eserlerine hayran bir okur kitlesi bırakıp, 22 Kasım 1976 günü hayata gözlerini yumar.

Hasan Saraç – edebiyathaber.net (2 Kasım 2015)

Yorum yapın