Sessizliğin Yankısı: Marlen Haushofer’un başyapıtı Duvar’ından Çatı Katı’na | Özlem Sipahioğlu

Kasım 15, 2025

Sessizliğin Yankısı: Marlen Haushofer’un başyapıtı Duvar’ından Çatı Katı’na | Özlem Sipahioğlu

“İnsan hayatta kalmak istiyorsa bir kez de ihanet edebilmeli.”

Marlen Haushofer’un karakterlerinden birinin ağzından çıkan bu cümle, yalnızca romandaki kahramanına değil, yazarın bütün edebî evrenine dokunur. Çünkü Haushofer’un dünyasında “ihanet” sözcüğü, başkalarına değil; çoğu zaman kendi kaderine, sessizliğe, kabullenilmiş rollere karşı duyulan bir iç isyanı anlatır. Onun kadınları, görünmez sınırlara rağmen nefes almaya çalışırken, var olabilmek için kendi iç seslerini bile susturmak zorunda kalır. Ancak bu sessizlik, bir teslimiyet değil; dünyaya karşı sessiz bir direniştir.

1920 yılında Avusturya’nın Frauenstein’da doğan Haushofer, çocukluğunu ormanlık araziler arasında geçirdi. 1930’larda Linz’de yatılı bir kız okuluna gönderildi; ardından Viyana ve Graz’da edebiyat dersleri aldı. Evlilik, annelik, ev içi sorumluluklar gibi geleneksel kadın kimlikleriyle entelektüel bir arayış arasında kalması; ev ve entelektüel dünya arasında kurduğu bu ikilik, eserlerine derin bir biçimde yansıdı. Yazarlık kariyerine 1940’larda kısa öykülerle başladı; ama asıl çıkışı 1963 yılında yayımlanan Duvar ile oldu.

Duvar, bir sabah uyandığında etrafı görünmez bir engelle çevrili olduğunu fark eden orta yaşlı bir kadının hikâyesidir. Kadın, doğayla baş başa kaldığı bu yeni dünyada, hayatta kalmanın hem fiziksel hem ruhsal anlamlarını yeniden keşfeder. Görünmez engel, sadece bir felaketin değil; modern dünyada kadının çevresine örülmüş sınırlarının bir metaforudur. Kadın, yalnızlıkla boğuşurken doğanın ritmine, kendi iç sesine ve varlığının özüne yaklaşır. Haushofer’un yalın ama titreşimli dili, bu yalnızlığı okurun kalbine sızdırır. Doğa, hem sığınak hem de sınav alanıdır.

Yıllar sonra yayımlanan Çatı Katı, aynı sessizliğin bu kez evin içinde, gündelik hayatın iç mekânlarında yankılanışıdır. Romanın kahramanı, kırklı yaşlarının sonunda bir ev kadınıdır. Her sabah ev işlerini bitirdikten sonra, kimsenin izinsiz giremeyeceği çatı katına çıkar. Burası onun sığınağıdır. Böcekleri, sürüngenleri, kuşları çizer; bu küçük canlılarda kendi varoluşunun yansımasını bulur. Fakat bir gün gelen sarı bir paket, bu sessiz düzeni bozar. Paketin içinden çıkan sayfalar, gençliğinde tutmuş olduğu günlüğe aittir; böylece geçmiş yeniden bugüne sızar.

Günlükleri okudukça, kadının bir dönem işitme yetisini tamamen kaybettiğini öğreniriz. Doktorlar bunun psikolojik olduğunu söyler. Kahramanımız bu dönemini daha rahat atlatmak için dağlardaki bir kulübeye taşınır. Kadın burada doğayla, sessizlikle ve kendi iç sesiyle yeniden tanışır. Derken bir gün ormanda karşılaştığı garip bir adamla kurduğu iletişim, onun içsel sessizliğini açığa çıkarır. Adam yüksek sesle konuşur; kadın duymasa da kelimelerin yükünü hisseder. Bu iki yalnız insanın sessiz iletişimi, Haushofer’un edebiyatında insanın “duyamadığı hâlde anlayabilmesinin” güçlü bir simgesidir.

Her iki romanda da Haushofer, kadının kendi iç sınırlarıyla mücadelesini merkeze alır. Birinde dış dünyadan örülen görünmez bir duvar vardır; diğerinde evin içindeki görünmez sınırlar… Ama her iki metin de kadının kendine ulaşma, kendi sesini duyma çabasını anlatır. Kahramanlar asla kahraman değildir; onlar sadece var olmaya çalışır. Toplumun dayattığı sessizliği reddetmezler; fakat o sessizliği kendilerine ait bir dil hâline getirirler.

Haushofer’un yazı dili gösterişsizdir; ama her kelime bir taşın sessizce düşüşü gibi yankı bulur. Gündelik hayatın küçük detayları olan bir fincan kahve, bir kedinin bakışı, bir çizim defteri onun dünyasında devleşir. Olaylardan çok kırılmalara, gürültüden çok sessizliğe odaklanır. Bu sessizlikte suçluluk, özlem ve bazen kendine yönelişin ağırlığı vardır. Kadın karakterlerinin çoğu kendini suçlu hisseder: yeterince direnmemekten, yeterince konuşmamaktan. Haushofer’un büyüsü, bu suçluluğu yargılamadan, insan doğasının bir parçası gibi anlatmasındadır.

Haushofer’un edebiyatı, doğaya ve insan ruhuna aynı mesafeden bakar. O, karakterlerini ne idealleştirir ne küçümser; sadece anlamaya çalışır. İnsan, bir yandan doğanın parçası; diğer yandan kendi doğasının esiridir. Kadınları evin içinde, doğanın ortasında ya da kendi zihinlerinin sessizliğinde sürekli şu soruyla baş başa bırakır: “Gerçekten yaşıyor muyum?”

1970 yılında, henüz elli yaşındayken kemik kanserine yenik düşen Haushofer, eserleriyle yaşamaya devam etti. Ölümünden sonra, özellikle feminist edebiyat eleştirisi ve çevresel duyarlılıkla yeniden keşfedildi. Duvar günümüzde modern kadın edebiyatının başyapıtları arasında sayılıyor. Çatı Katı ise onun dünyasına en içten açılan kapılardan biri olarak görünürde sessiz, ama derinlerde yankılanan bir metin.

Onun kadınları, yaşamın içinde var olabilmek için bazen sessizce ihanet ederler.  Ama bu ihanet, bir özgürleşme biçimidir. Haushofer’un yazarlığında kurtuluş, başkaldırıyla değil; sessiz bir fark edişle gelir. Çatı Katı’ndaki kadının, geçmişiyle yüzleşip yeniden işitmeyi öğrenmesi de tam olarak budur: kendini affetmenin, hayatta kalmanın başka bir yoludur.

Marlen Haushofer’un romanlarını okurken, insanın içindeki sessizlikle baş başa kalırız. O sessizlik bazen boğucu, bazen iyileştiricidir; ama her zaman gerçektir. Çünkü gerçekten hayatta kalmak isteyen insan, bir kez olsun kendine bile ihanet edebilmelidir.

Yorum yapın