Senem Gezeroğlu: “Yeniden inşa etmek için önce yıkmak gerekli!”

Haziran 6, 2023

Senem Gezeroğlu: “Yeniden inşa etmek için önce yıkmak gerekli!”

Söyleşi: Zeynep Tuğçe Karadağ

Öyküleri ve romanlarıyla tanıdığımız Senem Gezeroğlu’nun son romanı Yeniden İnşa yakın zamanda Monokl Yayınları tarafından yayımlandı. Roman her biri birbirinin aynısı günlerin içine sıkışıp kalmış ve hayatına yeni bir yol ve mana aramak isteyen Sevgi adlı bir karakterin hikayesini anlatıyor. Senem Gezeroğlu’yla son romanını, hafızayı ve roman tekniği üzerine konuştuk.  

İki öykü kitabınızı ve romanınızı incelediğimde, hafızayla bir derdiniz olduğunu düşündüm. Karakterlerinizden bazıları, Melih Cevdet Anday’ın “Unutmayı bir hatırlasam” dizesini anımsatıyor. Bu konuyla ilgili ne söylemek istersiniz? 

Tespitiniz çok doğru. İlk öykü kitabımda zaman, ikincisinde hafıza, romanımda ise kurmaca ve inşa kavramlarına odaklandım. Yalnızlık, intihar, ölüm, varoluş, aşk ve delilik gibi temalar da kendine mutlaka yer bulur yazdıklarımda. Bu temalar, konular zamanla değişiyor elbette, çeşitleniyor, eksiliyor, artıyor ama sizin de dediğiniz gibi ortak bir noktada buluşuyor: hafıza. Çok sevdiğim bir söz vardır: “Seni hatırlayan son kişi öldüğünde hiç doğmamış olacaksın.” Sadece hafızanın değil, her şeyi yutan zamana bile direnen hafızanın gücüdür bu. Zaman bizi un ufak edecek ve biri yıllar sonra çıkıp isminizi, eserlerinizi anacak. Belki o zaman dirilmek, yeniden yaşamak, hatırlanmak ya da hiç unutulmamak mümkün olacak. Dünyanın yaşına ve edebiyat tarihine bakınca onca insan arasından seçilmek belki hayal ama güzel bir hayal. Sanat da iz bırakmak, hatırlanmak, unutulmamak için çoğumuzun seçtiği bir yol. Başkaları değilse bile kendimi için. Kendimizi kendimize hatırlatmak için. Herhangi bir sanat eserini meydana getirirken de ilk yuvamız, çıkış noktamız da kendimiz ve kendi belleğimiz değil mi zaten? Beynin kıvrımlarında, zihnin kıyılarında gezinirken ya da bunların girdabında boğulurken, unutmak ve hatırlamak adına bir sağa bir sola kulaç atarken, hafızanın karaya vuran o karanlığından çıkmıyor mu sanat eseri? Her ne kadar birbirine zıt iki kavram gibi görünse de yan yana duran, biri diğeri için var olan ve onu tamamlayan, ayrılamayacak kadar birbirine karışan unutmak ve hatırlamak kavramları, aslında insanın var oluşundan bu yana onunla birlikte. Bu bağlamda Anday’ın “Unutmayı bir hatırlasam” dediği gibi insan, unutmak için çırpındıkça hatırlayan, hafızasıyla yaralanan ve çareyi yine unutmakta arayandır. Proust “Gerçek cennetler unuttuklarımızdır” der mesela, unutuş kimine göre cennettir, nimettir. Bununla birlikte Nietzsche “Unutan iyileşir”, Cervantes “Ah hafıza, huzurumun baş düşmanı” diyerek unutmayı yüceltir. Marquez ise “Hayat, insanın yaşadığı değildir; aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır.” derken de hatırlamayı ve hatırladığını anlatmayı yaşanan hayattan üstün tutar. Çünkü hafızamız çoğu zaman varlığımızdır ve neyi hatırlıyorsak o kadarızdır. Sahip olduklarımız, yaşadıklarımız, anılarımız, yani bizi biz yapan değerler… Doğumdan ölüme, hatta belki doğum öncesinden ölüm sonrasına kadar hafıza denen kuyunun başında dolanıp duruyoruz. Hiçbir şey unutulmuyor, kuyuya atıyoruz. Yaşadığımız her an, karşılaştığımız her yüz, öğrendiğimiz her bilgi zihnimizin kör karanlığında uyuyor. Bizler bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde bunların üstünü örterek unuttuk sanıyoruz. Ama kuyuya bir taş atınca. Bilincin altında, üstünde, ötesinde ne varsa insana dair… Bir bir çıkıyor gün yüzüne. Beyin, bellek, hafıza dediğimiz şey insanla birliktedir, kim kimin içinde, kim kimin misafiri ya da yabancısı bilmiyorum ama ben yazarak o evin içindeki yabancıya, o evin altındaki gömüye ulaşmaya; hem kişisel hem toplumsal varoluşumuza, kısaca insana ışık tutmaya çalışıyorum. Çünkü nihayetinde bir andan ibaretiz, hafızanın ve zamanın ufacık bir kırıntısından…

Tekniğe ve kurguya önem veren bir yazarsınız. İlk romanınız Yeniden İnşa’da iç hikâyeler mevcut. Kitaptaki hikâyeler sanki Doğu geleneğini temsil ediyor, post modernin tüm olanaklarınızdan yararlanmanız ise Batı geleneğini. İkisini bilinçli bir şekilde sentezlediğinizi düşünüyor, nedenlerini merak ediyorum.

Evet, bilinçli bir sentezdi bu. Hatta dış hikâyeyi oluşturmadan önce iç hikâyeleri yazmış ve birbirine bağlamıştım. Bunlar özellikle konu ve tema bakımından Doğu’nun kadim anlatılarına, temel kitaplarına bir çeşit göndermeydi. Geleneği temsil eden hikâyeleri Batı’nın tekniğiyle, söyleyişiyle, dil ve anlatımıyla ama en çok da postmodernizmin imkânlarıyla yeniden ele almak, farklı bir şekilde yorumlamak istedim. İç hikâyelerle dış hikâyeyi sentezleyerek bazen de karşı karşıya getirerek gerçek ve kurgu arasındaki çizgiyi iyice belirsizleştirmeyi hedefledim. Çoğulculuk adına neredeyse tüm edebiyat tarihine, birçok yazar ve şaire birer roman kahramanı olarak yer verdim. Elbette romanın hacmi dolayısıyla çoğu ismen geçiyordu ama karakterin Kurmaca Dünyası’nda onlar birer kahraman olarak yaşıyordu. İnce ince eleyerek kurduğum bu dünyayı, Doğu’nun hikâyelerini biçimle, teknikle ve dille yıkmak, bir yandan bozarken bir yandan yazmak, onları yeniden inşa etmek asıl amacımdı. Bunu yaparken Batı’nın felsefesine, kuramlarına, özellikle postmodernizmin imkânlarına, metinlerarasılığa ve sıklıkla ironi, parodi, pastiş ve benzeri gibi ifade araçlara başvurdum. Kelime oyunları, bilinç akışı, farklı anlatım tarzlarıyla harmanladığım bu dünya kimi zaman birlik ve bütünlük, kimi zaman çokluk ve zıtlık şeklinde ilerledi. Çünkü yeniden inşa etmek için önce yıkmak gerekliydi. Bu sadece karakterin yıkımı değil, romanın ve içinde bulunduğu edebiyat birikiminin de enkazı, sonra yeniden inşası, yeniden yorumlanarak can bulmasıyla mümkün olmalıydı. Dolayısıyla “kendini yeniden yaratmak” kavramı sadece kitaptaki karakter için değil, metnin tamamı için geçerli.

Yeniden İnşa’daki ana karakter kütüphaneci, haliyle kitaplara çok düşkün ama bir yerde, “Edebiyattan daha gerçek şeyler vardı hayatta.” diyor. Edebiyatın sizdeki karşılığı nedir?

Edebiyat, hayatımın belli bir dönemine kadar benim için her şeyden önemliydi. Kendimden, sevdiklerimden, zevklerimden, hayatımdan bile. Çocukluğumdan beri tutkuyla, çoğu zaman da hastalığa varan bir aşkla bağlıydım edebiyata. Hep daha çok okumak, daha çok yazmak ve çalışmak uğruna beden ve ruh sağlığımı kaybettiğim zamanlar oldu. Otuz yaşıma kadar sürdü bu durum. Hayatımın sonraki sürecinde yaşamayı öğrendim. Teorikte kalan her şey pratiğe kavuştu. Acı da buna dâhil. Zamanla, yaşadıkça ve olgunlaştıkça edebiyattan daha gerçek, daha değerli şeylerin olduğunu öğrendim. En önemlisi denge kurmayı… Hayat ve edebiyat, yazmak ve yaşamak, gerçek ve kurmaca… Her açıdan uçları ve uçurumları görmüş biri olarak, beni teskin eden o sihirli kelime de bu galiba: denge. Edebiyat da benim birçok açıdan hem zehrim hem panzehrim. Hayalle gerçeğin, hayatla ölümün, akılla kalbin, geçmişle geleceğin, kendimle ötekinin eşiği. O eşikte, edebiyat sayesinde kendimi buldum, kendim oldum, dolayısıyla edebiyatın bendeki karşılığı “ben”le aynı, “ben”le bir bütün, aynaya bakıyormuşum gibi değil aynayla bir bütün olmuşum da içindeymişim gibi.                              

İnsanın kendini var edebilmesi için benliğini parçalaması, yok etmesi, sonra da yeniden inşa etmesi gerekebilir, romanınızda da bunu görüyoruz.  Kendini keşfeden karakteriniz, yaşamanın kolay, ölümün zor olduğunu düşünüyor. Sizce nasıl?

Öykü karakterlerim benden çok bağımsızdır ama roman karakterim Sevgi, romandaki gölgem, maskem, personamdır dersem abartmış olmam sanırım. Bahsettiğiniz süreci ben nasıl yaşadıysam roman karakterim de aynı şekilde deneyimledi; ikimizin de kendini keşfetme, var etme ve sevme süreçleri aynı ilerledi. Karakter, yaşamanın kolay ölümün zor olduğunu düşünüyor ama hayatının hangi döneminde iken? Aynı karakter, romanın başka bir bölümünde yani hayatının başka bir evresinde, bu fikrinin tam aksini çizerek yaşamanın zor ölümün kolay olduğunu düşünüyor. Hepimiz öyle değil miyiz? İntihara teşebbüs ettiğimiz bir gecenin sabahında hayata dört elle sarıldığımız da olur, mutluluktan uçtuğumuz bir günün hemen sonrasında ölümün ne kadar güzel olabileceğini düşündüğümüz de. Hayatın bizi sürükleyip bıraktığı noktalardan çizdiğimiz doğru, ne kadar doğru olabilir? O noktalardan bakış açımız da tıpkı kendimiz gibi değişmez mi? Kitabın başında z’yi düşünen bir karakter sonunda a’yı düşünüyorsa, gelişiyorsa, değişiyorsa, içinde hem sevgiyi hem nefreti, hem karanlığı hem aydınlığı, hem ölümü hem hayatı taşıyorsa bu hâliyle “tip” olmaktan çıkıp “karakter”leşiyor ve “insan”a daha çok yaklaşıyordur. Roman karakteri Sevgi de normal bir insan iken kahraman/karakter olma sürecinde gerek duyguları gerek düşünceleriyle dalgalı bir grafik çizer, fakat en başından beri zaten roman kahramanı olduğunu anladığı anda bambaşka bir duygu/düşünce dünyasının içine girer. Sonuç olarak hem gerçekte hem kurmacada duygular, düşünceler, insanlar değişir; iyi ki de değişir.

Romanın üçüncü bölümü bittiğinde sanki kitap bitmiş gibi hissediliyor fakat son iki sayfayla birlikte üst kurmacayla karşılaşıyor, hikâyenin bitmediğini anlıyoruz. Karakteriniz, hiçbir hikâyenin tamamlanamayacağını, çoğunun yarım olduğunu düşünen biri, dolayısıyla karakterinize uygun bir sonla kitabı bitirdiğinizi düşünsem de son iki sayfa bana kitap bittikten sonra eklenmiş gibi geldi. Finali yazma sürecinizi merak ediyorum.

Evet, finali yazma süreci tam olarak böyle ilerledi. Romanı üç bölüm hâlinde tasarlamıştım, kurgusu çoktan belliydi. Üçüncü bölüm, hem karakterim Sevgi için hem de benim için gerçek bir son olacaktı, ikimiz de ölmeyi planlıyorduk ama ne gerçek ne de kurmaca hayat buna izin verdi. Yeniden İnşa, yazma ve yayımlama sürecinde beni de yeniden inşa etti; roman karakterim Sevgi, yaşamak ve yaşatmak istedi. Belki ben de en başından beri böyle istedim; yaşamak ve yaşatmak için, hayata bir kitapla yeniden tutunmak için bu isteğin peşinden gittim; finali değiştirdim, dördüncü bir bölüm ekledim ve geriye dönük birtakım teknik değişikliklerle metni üstkurmacaya çevirdim. Böylelikle üçüncü bölümdeki ölüm, dördüncü bölümde yeniden doğuma, üstkurmacaya dayanan sonsuz bir yaşama dönüştü. Zaten bütün kitaplar da “sonsuzluk”un etrafında dolaşmıyor mu?

Sadece kurmacayla ilgilenen yazarlardan değilsiniz, metinlerarasılığı uygularken şiirden de yararlanıyorsunuz. Şiirin sizdeki etkisi nedir?

Edebiyat bir bütündür, edebî türler de birbiriyle sıkı ilişki hâlindedir. Dolayısıyla ben öykü, roman, şiir, masal, efsane, anı vb. türü ne olursa olsun bunları birbirinden ayrı düşünemiyorum. Sonuçta “başlangıçta söz vardır” ve dil, herkes için ortaktır. Söyleyiş biçimlerimiz, yöntemlerimiz farklılık arz etse de edebiyatla ilgilenen insanlar olarak bizler, aynı büyünün tesirindeyiz. Bizden önceki metinlerden, yazar ve şairlerden elbette etkileniyor; bu etkiyi kendi metinlerimize yansıtıyoruz. Kültürel aktarımın bir kısmı, bu şekilde göndermeler, anıştırmalar, çağrışımlar kısaca metinlerarasılıkla ilerliyor. Ben de kendimi önce kitaplarda buldum, kütüphanelerde büyüdüm, benden öncekileri okuyarak şekillendim, kendi kabıma şekil verdim. Bu serüven hiç bitmedi. Okuduklarımı kendi zihnimde harmanlıyor, yoğuruyor ve kendi ateşimle yeni bir eser vücuda getirmeye çalışıyorum. Şiir, olmazsa olmazım. Küçük yaşlarda okumaya başladığım ve yanımdan hiç ayırmadığım yegâne şeylerin başında şiir kitapları ve sözlükler gelir. Bunlar benim kurmacamda görünmeyen, çerçevenin dışında kalan ama yazdıklarıma zenginlik katan temel kaynaklar…

Şunu da belirtmem gerekir ki, eskiden şiiri kurmacadan ayrı bambaşka bir tür olarak görürdüm ama şimdi, şiirin de bir kurmaca olduğuna inanıyorum. Kurmacayı sadece olaya dayalı metinler olarak ele almayıp bütün türlere aynı yerden bakarsak, şiirin de kelimelerle kurulan bir inşa süreci, kendi içinde kompozisyonu olan bir kurmaca dünyası, varlık alanı ve öznesi olduğunu görürüz. Hatta birçok şiirde kurmacadan daha fazla olayın geçtiğine şahit oluruz. Bu açıdan türleri bıçakla, makasla keser gibi keskin çizgilerle ve ölçütlerle birbirinden ayırmak pek de doğru bir yöntem değil. Bu tarz geleneksel tasnifler, teorik olarak edebiyatı öğretirken işimize yarasa da uygulamada durum çok daha farklı, mevzu çok daha derin ve türlerin ayrılmazlığı çok daha gerçektir.

Öykücüler roman yazdığında öyküyü bırakmış gibi görülür. Aynı durum, bir şair kurmaca eser verdiğinde de gerçekleşir, çok istisnası bulunan, tuhaf bir yargıdır bu. Yine de, okurlarınızdan merak edenler olabilir, öykü yazmaya devam edecek misiniz? Planlarınızda bir öykü dosyası bulunuyor mu?

Elbette. Romanımın basılmasını beklerken öykü yazmaya ve yayımlamaya devam ediyordum. Bunlar bir dosya hacmine ulaştı ama kitap aşamasını düşünmek için henüz çok erken. Öncelikle benim hazır olmam gerek. Öykülerimin üzerinde aylarca belki yıllarca çalışmam, defalarca okumam ve başka gözlere de okutmam gerek. Tek bir kelime bile içime sinmeden dosyam hazır diyemem ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki öykü ve roman birlikte ilerleyecek, kurmaca bitmeyecek. Benim amacım belli bir türde yazmak değil, yazacağım şeyin formuna ve ruhuna uygun türü bulup o kumaştan en güzel elbiseyi ortaya çıkarmak. Şartlar ve zaman ne gösterir bilemem ama son nefesime kadar okumaya, yazmaya, üretmeye devam edeceğimden eminim, nefes almak gibi bir şey artık bu.

edebiyathaber.net (6 Haziran 2023)

Yorum yapın