Senaristlerin tuhaf yaşamı | Meriç Demiray

Eylül 26, 2021

Senaristlerin tuhaf yaşamı | Meriç Demiray

Senaristlik tuhaf bir meslek. Koca koca insanlar uzun masalar çevresine dizilir, hayali kahramanlar hakkında konuşur, tartışır, onlara kaderler tayin eder, ömürler biçeriz. Dahası milyarlık bütçelerle kendi kaderimizi, yüzlerce emekçinin kaderini de bu hayali karakterlerin sırtına yükleriz. Bir gecede milyonlarca insanın kalbine gireriz ama mesaimizin önemli kısmı bir bilgisayarın başında tek başına, “kafada deli sorularla” geçer. Klavyeden çıkıp seyircinin kalbine uzanan yolda o kadar çok ara birimden geçer ki hikayeler, işin gerçeği kariyerimizin önemli kısmını hayal kırıklıkları ve üzüntülerle geçiririz. Ama tüm bunlara rağmen başladığımız işin iyi gidebileceği gibi -bu şartlarda nerdeyse imkansız olan- küçük bir ihtimale bile çocuk gibi heyecanla tutunur ve kendimizi inandırırız. Bu, hem o dar kapıdan geçmeyi başarıp izleyiciyle iyi bir hikayeyi buluşturduğumuzda mutluluğun ayaklarımızın altına yıldızlı bir gece gibi serilişini, “o tadı” bilmemizden, bunu tekrar yaşayabilme ihtimalinin gücünden, çekiciliğinden, hem de senaristin aslında koca adam taklidi yapan bir çocuk olmasından kaynaklanır. 

“Bir Senaristin Sezon Finali”nde Senarist Ali’yle bir yolculuğa çıkıyoruz. Ali ve kankası Ercan yaşları biraz geçmesine karşın büyük pastadan henüz bir dilim koparamamış iki Kadıköy’lü senaristtir. “Bugün olacak, yarın olacak”la geçmiştir hayatları. Hikaye bir iş görüşmesine gitmeleriyle başlar; vapurla Kadıköy’den Beşiktaş’a geçene kadar sanki imzayı atmış, paraları almış gibi bütün hayalleri kurar bitirirler. Tabii ki hiçbir şey bekledikleri gibi gelişmez ve hikayenin geri kalanında da hiçbir şey bekledikleri gibi olmaz. Açılışı domine eden kırılma noktası karısı tarafından terk edilmesidir Ali’nin. Buradan yuvarlandığı bir kuyuda başına gelen iyi, kötü, komik, hüzünlü her şey onun planı ve öngörüsü dışında gelişir. Tıpkı hemen hemen hepimizin hayatı gibi.

Ve bütün hikaye aslında Ali’nin hayata gerekli biri olduğunu, bir kaybeden olmadığını ikna etme çabası olarak geçer. En çok da kendisine. 

İlker Arslan’la aynı masada geçirdiğimiz yaklaşık 10 yılın ekserisinde güne onun anlattığı ve kahkahalarla güldüğümüz güzel hikayelerle başladık, özgün mizahının içindeki o ince sızıya, yerliliğe, anlatmaya, yazmaya bayıldığı taşralı, genelde “serbest meslek erbabı” tutunamayan adamlara olan merhametine hep hayran oldum. Çok şey öğrendim. Güldürürken düşündürme iddiasında çok kitap görmüşsünüzdür; ama bu,  hem güldürüyor, hem de sadece bir sızı değil, bir “yaşam acısı” geçiriyor insanın içinden. Ve tüm bunları gerçek bir senarist gibi müthiş bir akışkanlık ve hikaye anlatma becerisiyle yapıyor.

Yayınevlerinin insanları yanlışa yönlendirme konusunda çok büyük günahlar işlediği, insanların okuma zevkine büyük darbeler vurduğu bir ülkede iyi bir kitaba ulaşmak nerdeyse piyangoya, evlerimiz yarım bırakılmış kitaplar mezarlığına dönüşürken, bir kitabı daha yarım bırakmak istemiyorsunuz. İyi bir hikayeyle okumanın tadını almak istiyorsunuz ya yeniden, hiç şüpheniz olmasın, bu kitap o kitap!

edebiyathaber.net (26 Eylül 2021)

Yorum yapın