Semra Bülgin: “En büyük sorunumuz dürüst olmayışımız.”

Nisan 18, 2018

Semra Bülgin: “En büyük sorunumuz dürüst olmayışımız.”

Söyleşi: Mesut Örs

Muzaffer İzgü Gülmece Öykü Yarışması’nı kazanan ve 18 Nisan 2018 tarihinde 23. İzmir Kitap Fuarı’nda yapılan bir törenle ödülünü alan Semra Bülgin ile, Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanan kitabı üzerine söyleştik:

İlk kez düzenlenen Muzaffer İzgü Gülmece Öykü Yarışması’nı kazandınız. Ne düşünüyorsunuz?

Yarışma Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz ve Muzaffer İzgü çizgisini devam ettirecek yazarlar çıkarmayı amaçlıyoruz çağrısı ile duyurulmuştu. Düşünsenize Üç Silahşörler Dartanyan’larını arıyor, gibi bir şey bu. İnsan heyecanlanıyor.

Hikâyelerimin bu ödüle layık bulunması benim için hem büyük bir mutluluk hem de büyük bir onur. Ruh akrabalığı duyduğum, sadece yazdıklarıyla değil yaşamlarıyla da kıymetli bulduğum bu üç ismin çizgisinin devam ettirilmesinde küçük de olsa bir katkım olabilirse daha da mutlu olacağım.

Onların hikâyelerinde herkesin tanıdık birilerine, başından geçmiş benzer bir olaya rastlıyor olması, ne var canım ben de otursam böyle bir sürü hikâye anlatırım, dedirtiyor insana. Sonra yazmak için başına oturduğunuzda bunun hiç de kolay olmadığını anlıyorsunuz. Zor olan basit anlatabilmek, bilinenin içinde okura okunmaya değer yeni şeyler söylemek, gözden kaçmış ayrıntıları bulup çıkarabilmek. Üstelik zamana direnebilen öyküler bunlar, on yıl önce okuduğunuz bir hikâyeyi dünmüş gibi hatırlayabilirsiniz veya aynı öyküyü dönüp dönüp her seferinde aynı lezzeti alarak okuyabilirsiniz. Üsluplarındaki sadeliği, büyük laflar etmeyen tevazulu anlatımlarını, karakterlerini aşina olduğumuz insanlar içinden seçmelerini seviyorum. Bu tarz hikâyeyi benim gözümde sahici kılıyor ve sahiciliği çok önemsiyorum.

Son yıllarda çok fazla yeni öykücü çıkmasını neye bağlıyorsunuz? Edebiyatta öyküye doğru bir yönelim mi var?

Bu konuda bir araştırma yapmış değilim ama benim de gözlemim bu yönde, geçmiş dönemlere göre daha fazla sayıda öykü yazılıyor. Ya da öykü sayısı fazla değil ama öykücü sayısında bir artış var. Aslında bu sadece öyküye has bir durum da değil. Günümüzde sanatın pek çok alanında aynı sayısal çokluktan bahsetmek mümkün. Çünkü edebiyat ve sanat öğrenilebilir disiplinler olarak görülmeye başlandı. Doğuştan gelen bir yeteneğe sahip olmak veya belli bir zümreye ait olmak şartı ortadan kalktı, düşüncesindeyim. Bu bana göre toplum için cesaret verici ve iyi bir gelişme. Hiçbir şeye kutsiyet atfetmemek gerektiği fikrindeyim. Ancak zanaatla sanatı ayıran yaratıcılığın gerekliliğini unutmamak zorundayız. Ortaya koyulanın farkını oluşturacak olan da işte bu yaratıcılık. Klişe bir tanımla, tüketim çağındayız; edebiyat ve sanat da bu çağdan nasibini alıyor tabii ki. Üstüne sosyal medya, statü arzusu ve bu arzudan beslenen ticari oluşumlar da eklenince ortalık biraz kalabalıklaşıyor. Yine de bu çokluk daha iyi eserlerin verilmesini zorunlu kılacak ve zaman gerekli elemeyi yapacak, diye düşünüyorum.

Son dönem öykücülüğünü nasıl buluyorsunuz? Sizce öyküde bir değişimden söz edebilir miyiz?

Elbette bir değişim söz konusu. Başlarda çarpıcıydı da ama kısa bir süre içinde bu değişimi can sıkıcı bir aynılığa çevirmeyi başardık. Kabul etmek gerekir ki biz toplum olarak bu konuda çok iyiyiz. Birisi bir kahve dükkânı açar, çok tutulur, kıyamet gibi müşteri akın eder. Onu gören bir başkası gelip hemen karşısına aynı kahvenin aynı şekilde servis edildiği bir başka dükkân açar. Sokak kalabalıktır, gelen geçen çoktur, ikinci de iyi iş yapar, üçüncünün iştahı kabarır, sonra dördüncünün. Bir bakmışsınız aynı sokakta altı tane kahve dükkânı açılmış. Hepsi birden batar. Bana öyle geliyor ki öykünün de başına bu geldi. Sadece tek bir anı anlatan, suskun adamların, üzgün kadınların, kırgın çocukların durup boşluğa baktığı öyküler yazmaya başladık. Elbet bu da da yazılabilir, böyle de yazılabilir ama biraz dozu kaçırdık sanki. Bunun yanı sıra geleneksel öykü anlayışıyla ama yeni bir sesle yazan, severek okuduğum pek çok yazar da var.

Bu söylediklerinizden sonra günümüz öykücüleri içinde kimleri beğendiğinizi sorsam.

Bir okur olarak hikâyesi ve meselesi olan, yaşamın akıp bir yerlere vardığı öyküler okumayı seviyorum, konuşan, yaşayan, canlı kanlı hikâyeleri

Bu anlamda günümüz öykücüleri içinde Cemil Kavukçu, Barış Bıçakçı, Mahir Ünsal Eriş, Engin Barış Kalkan, Türker Ayyıldız, Ferhat Emen ve  Mine Söğüt aklıma ilk gelenler.

Mizah günümüz öykücülüğünde yeterince yer almıyor dersem, ne dersiniz?

Ne yazık ki haklısınız derim. Bu belki de durağan öykülerin yenilikçi öykü olarak tanımlanmasından kaynaklanıyor ve insanlar bu yüzden uzak duruyor, bilemiyorum. Belki de mizah anlayışımızı kaybetmişizdir.

Kendini biraz tanıtabilir misiniz?

Ne zor bir soru bu! Deneyeyim.

Dört çocuklu bir ailenin en küçük çocuğuyum. Kalabalık bir ailede, küçük bir şehirde, büyük bir bahçede büyüdüm, ev halkı beni bir köşede oynar zannederken şehrin bilmediğim sokaklarında kaybolduğum çok oldu ama her seferinde yolu bulup eve dönebildim. Cin Ali kitaplarını bile heyecanla okudum. İki Sene Mektep Tatilini, Kimsesiz Çocuğu, Tam Sawyer’ı. Dokuz yaşımda ilk kez başka bir şehre geldim, denizle ve ortancalarla tanıştım. Doğduğum şehri özledim; hikâyelerini, masallarını, sokaklarını aklımda tuttum; otuz yedi yıl sonra bir kez daha gördüğümde ya şehir çok değişmişti ya ben, üzüldüm. Mühendislik mi işletme mi okusam diye karar veremediğim için İşletme Mühendisliğini seçtim. Kesintisiz yirmi beş yıl çalıştım, hala çalışıyorum. Otuzumda oğlum, canımın içi Ali Fırat geldi hayatıma; hoş geldi, sefalar getirdi. Kırkımda hikâyeler yazmaya başladım. Kırk altımda ilk kitabım, Hep Aynı Sabaha Uyandım, yayımlandı. Ardından ilk kitabımda yer almayan ve başka bir çizgide yazılmış hikâyelerim Muzaffer İzgü ödülüne layık bulundu, şimdi Bozma Kızın Moralini adlı kitabımla gün yüzüne çıkacaklar. Heyecanlıyım.

Kahramanlarınızı neye göre seçersiniz?

Fotoğrafçılık dersleri veren bir arkadaşım öğrencilerine ilk derste “Önce kapınızın önündekilerin fotoğrafını çekin” dediğini anlatmıştı. Ben de hikâye yazarken bunu yapıyorum.

İyi bildiğim insanlardan esinlenerek yarattığım karakterleri başka türlü yaşam kurgularının içine oturtmayı seviyorum. Kurgulanmış yaşamlar olsa da gerçekçi öyküler yazıyorum. Bu her zaman isteyerek yaptığım bir şey değil aslında ama yazarken bir dünya yaratıyorsunuz ve o dünyada da tıpkı gerçek hayat gibi sebep sonuç ilişkisini, öykünün geçtiği çevrenin koşullarını, karakterin kültürel biyografisini gözetmeniz gerekiyor. En azından ben öyle yapıyorum. Ha bazen bir kahraman çıkar bunları alt üst eder, her şeyi tersine çevirir, olmayacak şey değil ama ben bu müstesna insanları değil sıradan insanı anlatmayı tercih ediyorum şimdilik. Biraz da o yüzden öykü karakterlerimin hiçbiri iyi ya da kötü değil; biraz iyi, biraz kötü, biraz sarsak, biraz akıllı, biraz masum, biraz hesapçı.

Sizce hikâyelerin bir eleştiri noktası gözetmesi gerekli midir?

Sadece hikâye yazarken değil yaşarken de bir eleştiri noktamız olması gerektiğini düşünüyorum ve insanın kendi kendisini eleştirmekle işe başlaması da en doğrusuymuş gibi geliyor. Bunu pek bağıra çağıra yapmasam da hikâyelerimde de bu böyle. Bazen bir karakter çevresinde olup bitenleri anlatırken aslında kendisini ele verir.

Erkeklerin yemek masasında politika tartıştığı, masalara yumrukların vurulduğu, ülkenin kurtuluşu için herkesin başka bir yol ve yöntem önerdiği ve bu sırada sessizce onlara hizmet eden annelerin, teyzelerin, halaların olduğu bir evde büyüdüm. Komşu evlerde de durum aynıydı. Herkes tutkuyla özgürlük ve adalet istiyordu ve fakat bir türlü mümkün olamıyordu. Biz çocuklar sessizliğimizi bozmamak şartıyla bir kenarda konuşulanları dinliyorduk. Büyüyünce gördüm ki bu sahne başka formlarda sürekli tekrarlanıyor. Müthiş bir oyalanma ve kandırmaca içinde yaşıyoruz.

Toplum olarak belki de en büyük sorunumuz dürüst olmayışımız. Yalan bu toprakların  ezeli hastalığı. İyileşme de ancak bireyin kendisi ile başlayabilir. Elbette edebiyat dünyayı değiştirmez ama dünyayı değiştirecek insanın hamuruna su taşır.  Bu yüzden küçük dünyalarında, küçük hırsları ve büyük kaygılarıyla yaşayan insanların hikâyelerinin anlatılmasını önemsiyorum.

Yeni çıkan kitabınız Bozma Kızın Moralini hakkında neler söylemek isterseniz? Okurları nasıl bir kitap bekliyor?

Altısı mizahi olan on bir hikâye var kitapta. Melez bir kitap bu. Bir hikâyede gülümserken   hemen ardından gelen hikâyede hüzünlenebilirsiniz. Ortak noktaları ise hepsinin bir derdinin olması. En azından ben bu gayret içinde yazdım. Burası eskimeyen dertlerin ülkesi ve Bozma Kızın Morali’nde de bu eski ama ne yazık ki hâlâ bitmemiş olan meselelerin, çelişkilerin, kırılmışlıkların hikâye edildiği öyküler var. Bulundukları yere sığmayanları, görmezden gelinenleri, susanları, gündüz düşleri kuranları, dibe vuranları, su yüzünde gemi gibi dolaşan adamları okuyacaklar bu kitapta.

Önümüzdeki dönem için yeni kitap çalışmalarınız var mı?

Evet, yeni bir dosya üzerinde çalışıyorum. Bitmiş hikâyelerin bir müddet dinlenmeleri, demlenmeleri gerekiyor ve yenilerinin de tamamlanması. Bu dosya tamamlandıktan sonra en büyük hayalim hikâyesini yıllardır aklımda taşıdığım romanımı yazmak. Umarım nefesim yeter.

Mesut Örs – edebiyathaber.net (18 Nisan 2018)

Yorum yapın