Selçuk Orhan: “Yaratıcılığı mümkün kılan biraz da belirsizlik aslında, ne olacağını bilememek, tam anlayamamak.”

Kasım 30, 2021

Selçuk Orhan: “Yaratıcılığı mümkün kılan biraz da belirsizlik aslında, ne olacağını bilememek, tam anlayamamak.”

Söyleşi: Nalan Saraç

Müderris ve Virtüöz için bir okur olarak çok teşekkür ederim, Stendhal ve Tolstoy okurken aldığım zevke benzer bir okuma zevki aldım baştan sona. Bitmesini istemediğim arada herhangi bir bölümünü açıp sadece o okuma zevki için de geri döneceğim bir roman. Ayrıca araştırma titizliği, kurgusu, temposu, tespitleri, üslubu ve nihayet diyalogların içeriği ve derinliği ile üst düzey bir eser.

Tesadüfen önceki kitaplarından Aranmayan Özellikler’i Orhan Pamuk’un Kafamda Tuhaflık Var’ı okuduktan sonra, MV’yi ise Veba Geceleri’ni bitirir bitirmez okumaya başladım. Orhan Pamuk ve Selçuk Orhan bana aynı dünyalara benzer sorularla bakıyor gibi geldi. Bu dünyaya daha çok benzerlikler görmek üzere bakan zihnimin hızlı bir sonuca varması da olabilir tabi ki ama iki iyi yazarın paylaştığı zamanın ruhu ile ilgili ortak dertler var gibi geliyor.

Yazar Selçuk Orhan ile kitabını konuştuk.

Radikal değişimlerin kendini neredeyse dayattığı 19. yüzyıl Osmanlı dünyasında çıkış arayan kahramanlar var her iki romanda da… Yazarlar bir yandan varolan düzeni incelikle ortaya koyarken değişimin nasıl olması gerektiği ile ilgili de kafa yoruyorlar. Arka planda bu mesele işleniyor gibi görünüyor. Katılır mısın bu gözlemime?

Orhan Pamuk, bu çıkış arayışının edebiyatımızdaki en iyi gözlemcisidir sanıyorum. Cevdet Bey ve Oğulları’ndan beri bu çelişkinin bilinen yansımalarını romanlarında ince ince işlemiştir. Yalnız Pamuk’ta bulamadığım bir şey oldu hep; gözlemci olarak başlar, gözlemci olarak bitirir. Değişim gereği üstünde bir derdi olup olmadığı belirsizdir. Mesela Oğuz Atay ya da Kemal Tahir gibi nasıl değişeceğiz ya da nasıl yaşayacağız diye kendini yiyip bitirmez. Ben sanırım bu ikincilere daha yakınım. Yaşadıkları kaygı edebiyatlarında kusurlara yol açsa bile öyleyim. Bugünlerde yaşadığımız ülkenin nasıl iyiye gideceği üstüne düşünmek geride bırakılması gereken, sonu milliyetçiliğe çıkan bayat bir uğraşmış gibi anlaşılıyor. Evet, artık roman yazarı ‘Ne yapmalı?’ reçetesi verecek değil; ama iyi gelen şeyi paylaşmaktan kaçınması için de bir neden göremiyorum. Varolan düzen değişmeli diye yola çıkmasam bile bir şey söylemiş oluyorum sanırım.

Kariyerinin zirvesinde dünya çapında bir virtüöz ile henüz hangi yoldan gideceğine tam da karar verememiş kariyerinin başında bir müderris. Yukarıdaki tartışma için uygun araçlar gibi görünüyorlar bana. Öte yandan daha derin bir tartışma yaptığını düşünüyorum. Örnek alınan Batı dünyasının üstün yetenekli bir icracısı, bir virtüöz… Kelimenin kökenine dönecek olursak yaptığı işte mükemmelliğe ulaşmış biri. Üslup tartışmalarının her zaman ön planda olduğu Doğu sanatı için yeni sorular sormamıza imkan sağlayabilir. Ne var ki, Liszt’in düşünceleri üzerinden genelde bestecilerin iç dünyalarını anlamaya çalışıyorsun.  Öte yandan, Süleyman Fehim Efendi’nin şerhini yayına hazırlamayı isteyen Ahmet Cevdet’in de üsluptan fazlasıyla ilgilendiğini görüyoruz. Yabancı dil öğrenerek içinde bulunduğu entelektüel dünyanın ötesine gitmek istiyor. Fikir ve sanatla uğraşan insanların içinde bulundukları zamanı ve coğrafyayı tamamen aşamasalar biler onun ötesinde ortak dertleri ve dünyaları olduğunu düşündürüyor kahramanlarının bu meseleleri… Bu iki karakteri bir araya getiren bir kurgu fikri nasıl oluştu, var mıydı böyle bir ortaklık kurma düşüncen?

Liszt’in müziğiyle Chopin, Schumann ya da Schubert’in müziği arasında – dinleyici olarak – bir sıralamaya kalkışsam Liszt ilk sırada olmazdı. Ama o dönemin büyük müzisyenleri arasında 1847’de İstanbul’a kadar gelmiş sadece Liszt var. Evet, başkaları da gelip gitmiş; ama Batı müziğinde Liszt’le karşılaştıracak ölçüde önemli değiller. Bu sadece bir tesadüf de değil. Liszt bu seyahati 1830’lardan beri planlıyormuş. O yıllarda Doğu seyahati Batı’da çoğu entelektüelin hayali; Byron, Liszt’ten çok daha önce bir uğramış. Flaubert, de Nerval, Lamartine daha geç tarihlerde Edmondo de Amicis de İstanbul’a yolu düşenler arasında. Liszt, geniş bir coğrafyada konser turlarına çıkan ilk müzisyenlerden biri; neredeyse bütün Avrupa’yı dolaşmış ve hayatının bir noktasında, tam da konser kariyerine son vermek üzere olduğu yıllarda, haritasına İstanbul’u ekleyivermiş. Bir davet almış da değil. Elbette hoş karşılanmış, iyi ağırlanmış ama İstanbul’a gelmeyi kendi planlamış. 

Klasik Batı müziği bana kalırsa Batı kültürünün en rafine ifadesi; hatta kimilerine göre Beethoven’ın senfonileri insanoğlunun ayda yürümesinden daha yüksek kazanımlardır. Liszt’in, İstanbul’u ziyaret etmesi aslında Batı’nın Batı olarak – yani sömürgeci bir bakış açısıyla ya da kuru bir gözlemcilikle değil – İstanbul’la temas kurması anlamını taşıyor. Küçük bir temas, belirsiz bir göz kırpma ve bir yanıyla alelade bir ziyaret, evet, ama diğer yandan bunun kolektif biliçaltında Batı’nın artık kendi yarattığı yüksek kültür diliyle İstanbul’da anlaşılabileceğine kani olması var. 

Batı-Doğu sorununa müzik üstünden karşılaştırma yoluyla yaklaşılması yeni değil; ama bu bizde yüzeysel yönüyle, Cumhuriyet ideolojisinin eleştirisi adına yapılarak kapatılmış bir konu. Bu romanı yazana kadar klasik Batı müziğinin çok-seslilik açısından vurgulanmasını ben de çok önemsiyordum; elbette önemli ama bana kalırsa bu müziği başkalaştıran şey, derin, karmaşık hatta tanımsız duyguların anlatımına kesinlik getirme çabasında yatıyor. Batı müziğinde icrada ustalaşmanın anlamı biraz burada yatıyor; icrada ustalaşmak bir enstrümanı teknik olarak iyi çalmak değil sadece, parçanın taşıdığı anlamı benzersiz bir yorumla kusursuza en yakın biçimde aktarmaya çabalamak. Yani icracı hem kişisel özgünlüğünü korumalı hem de parçanın anlamını kavrayacak derinliği göstermeli. Liszt’in çağdaşı besteciler bu anlatıma dayalı icra geleneğinin kurucuları bile sayılabilir. Hatta Liszt bu anlamda haksızlığa uğramış ve zaman zaman hafife alınmıştır. Sadece teknik açıdan zorluğu yüksek parçaları çalabilen ama besteciğili zayıf bir virtüöz olarak anlaşıldığı da olmuştur. 

1847 Türkiye için alacakaranlık bir dönem. (Türkiye diyorum, açıkçası ülke o yıllarda da sıklıkla bu isimle de anılıyordu) Tanzimat fermanı ilan edileli henüz 10 yıl bile olmamış. Örneğin devlet eliyle bir çeşit gazete kurulmuş ama henüz tefrika romanların yankı uyandırdığı edebiyat devrine girilmemiş. Batı edebiyatının etkileri sızmaya başlamamış. Romanın diğer ana karakteri, Ahmet (ki sonradan Ahmet Cevdet Paşa olacak Ahmet Efendi bu) bu belirsizliğin kucağına düşmüş bir entelektüel. Medresede yetişmiş ama medresenin verebileceğini kısa sürede özümsemiş, geride bırakmış. Reşit Paşa’nın konağına yerleştiğinden beri başka bir dünyayla karşılaşmış ve kişiliğini kuran, kavradığı, öğrendiği dünya bilgisinin artık yetmeyeceğini görmüş. Ahmet Cevdet, tarihimizin en ilginç kişiliklerinden biri. Şirket-i Hayriye’nin kuruluş layihalarını, mekteplerde okutulmak üzere ilk gramer ders kitabını, Mecelle’yi yani ilk medeni hukuk metnini, Kısas-ı Enbiya adında İslam tarihini, Osmanlı tarihini yani moderleşen ülkenin ihtiyaç duyabileceği her şeyi kaleme almış ya da bunların kaleme alınmasına öncü olmuş. Romanın konu aldığı dönemde Ahmet Cevdet henüz 23 yaşında, henüz devletin büyük karar vericileri arasında değil ama Reşit Paşa sayesinde kendi deyişiyle bambaşka bir dünyayla tanışmış. Ahmet Cevdet’in yazdıklarını okudukça, özellikle Tezkire ve M’aruzat’ta kendi gençliğini anlattığı kısa bölümlere göz gezdirince kendini nasıl bir arafta bulduğu çok açık görülüyor. Geçmişin bilgisiyle artık yol alınamayacağını görmüş; ama yeniliklerle ilgili kuşkularını da yenebilmiş değil. Reşit Paşa’ya gönülden inandığını anlayabiliyoruz; öte yandan 1848’te Fuat Efendi ile birlikte Bükreş yolculuğuna çıktığında ilk defa ‘külot pantolon’ giydiğinden söz ediyor. Demek bu bile Osmanlı insanını tedirgin eden bir değişim olmuş. Hayatı boyunca doğru dürüst Fransızca öğrenememiş. Ahmet Cevdet Paşa gibi bir zekânın bir dili öğrenememesi şaşırtıcı değil mi? Bu yetersizlikten kaynaklanmıyor aslında, bir türlü aşamadığı bir içsel dirençle yaşamış olduğunu düşünüyorum.

Kitabın en etkileyici bölümlerinden biri de Yerebatan Sarnıcı gezisiydi. Sarnıcın içindeki ışığın her an değişerek nesnelerin ve insanların farklı yanlarını aydınlatarak ve gölgede bırakarak “görüneni” farklı şekillerde inşa etmesi gibi Commendiger ile Liszt arasındaki diyalog da Marie Duplessis’in farklı portrelerini çiziyor. “Hakikat” aldığı ışığa, bakış açısına göre kurulan bir şeydir iddiasını okuyorum burada. Aşk hakikatı kuran bir ışıktır, çıkar başka bir ışık. Yazar olarak bir tercihin var mı, yoksa mümkün olduğunca mutlak olana yaklaşmaya çalışıyor musun?

Materyalist ya da hiç değilse rasyonalist olduğumu düşünür dururdum; ya da öyle olmasam bile dünyaya akıl yönünden bakmanın asıl olduğunu, bunun da ancak ölçülebilir, sınanabilir yöntemlerle sağlanabileceğine inanıyordum. Bu görüşüm de pratik anlamda çok değişmedi; ama sanatla ya da edebiyatla uğraşmak başka tür bir hakikati de ihtimal olarak görmeyi istiyor. Yaratıcılığı mümkün kılan biraz da belirsizlik aslında, ne olacağını bilememek, tam anlayamamak. Bu bir çeşit tedirginliği ama eğer sanata taşıyabiliyorsak heyecanı da beraberinde getiriyor. Bence romanda yazdığım dönemin romantikleri bunun farkına varmıştı; çünkü 19. yüzyılın ortasında bilim henüz günümüzdeki kadar kurumsallaşmamıştı. Manyetizma da en az tüberküloza neden olan bakteriler kadar ciddiye alınıyordu. Bilim açısından bakarsak bunlardan biri galip gelmiş beriki unutulmuş, önemsizleşmiştir. Öte yandan manyetizma ya da mesmerizm gibi parapsikolojik – bugün için büyük ölçüde gerici – pratikler aynı zamanda insan ilişkilerinin bir yönünü resmediyordu. Verilerden derlenmiş kuru olgularla yaşayamayız. Bilimin yardımı tartışılmaz; sözgelimi psikolojik açıdan yıkıma uğradığımızda etkin tedaviyi bilimsel yöntemlerle elde ederiz. Ama bilimin bize verdiği her zaman bir dizi araçtır; bu araç terapi ya da ameliyat formunu alabilir.  Bir araç ise her zaman bir araçtır; bir alettir kısacası, duvara astığımız çerçeve de bir araçtır; ancak içindeki resimle kurduğumuz bağ bir anlam ilişkisidir. Böyle bir anlam ilişkisini bilimin yöntemleriyle çözümlemek belki bir derece mümkündür; yine de hiçbir işe yaramaz, çünkü anlam için gösterdiğimiz çaba özünde belirsizliği azaltmak için değildir, anlam dünyasında belirsizliğe muhtaç olduğumuzu inkar edemeyiz. Benim için aşk da böyle bir ışık. Evet bir hakikatı kuruyor, ama o hakikat kararsızlıklardan duyulan hazzı da içeriyor. Marie Duplessis, diğer adıyla Kamelyalı Kadın, 1830-40’larda Fransa’da yaşamış bir courtesan’dı, ki bu terimi ‘kibar fahişe’ diye çeviriyoruz Türkçe’ye. Üst sınıftan beylere eşlik eden, onların himayesinde yaşayan bir kadın… Marie Duplessis gerçek bir kadındı ama aşıklarına muhtemelen bir kurguyu yaşatıyordu; saf bir güzellik, ele avuca sığmaz manik bir ruh hali, veremli olduğu için ölümle hep iç içe yaşaması onu cazip kılıyordu. İtiraf edelim; böyle bir kadın aslında bir çeşit erkek fantezisidir; evet, erkeklerin cinsel olmayan fantezileri de vardır. Hatta bana kalırsa ‘histeri’ diye bir hastalığın yaratılması bile bir çeşit erkek fantezisinden başka bir şey değildi. 19. Yüzyılda – belki hala – erkekler, kadınlara göre çok daha avantajlıydılar ama hayatlarında imrenilecek ne vardı? Balzac’ın romanlarına başvuracak olursak o yılların Paris’inde sınıf atlama telaşı içindeki erkekler arasında kıyıcı bir rekabet olduğu açıkça görülür. Marie Duplessis’in manik ruh hali erkek için bu katı dünyayı güzelleştirmeyi vaat eder. Haliyle boş ama hoş bir vaattir bu. Olan yine zavallı Marie Duplessis’e olur; hayatının baharında ölüverir. Duplessis ile Liszt’in de kısa bir ilişkisi olmuş. İstanbul’a gelmesinden yaklaşık bir yıl kadar önce hemen hemen üç hafta süren ve tam ne yaşandığını bilemediğimiz bir ilişki bu. Liszt, Duplessis’in ölümünü İstanbul’a gelmek üzere yoldayken karantinada bekletildiği sırada öğreniyor ve bir mektubunda Duplessis’in hayatının aşkı olduğunu yazıveriyor. Öyle miydi? Emin değilim; sanki Marie Duplessis için söylenmesi gereken buymuş gibi söyleyivermişti. Ama aşk bir yandan da banal şeylerden oluşur; Elfriede Jelinek’in piyanisti tam böyle söylemiyor mu? 

Romanda güncel siyasi ve sosyal sorunlarımıza dair derin gözlemler ve tespitler olduğunu düşünüyorum. Bazı sorunlarımızın kişilerden ve spesifik görünen koşullardan bağımsız yapısal sebepleri var ve çözüme yönelik esaslı adımlar atmadıkça periyodik olarak aktörler değişse bile benzer krizleri yaşayacağız gibi görünüyor. Bu durum Türkiye’ye özgü de değil. Belki iktidar ilişkilerini kökten dönüştürmeyi başaramadığımız sürece türümüz birbirine ve diğer türlere dünyayı yaşanılası zor bir yer kılmaya devam edecek.  Bu bağlamdan Seyit Hoca’nın gözünden Vaka-i Hayriye analizini bir 15 Temmuz değerlendirmesi olarak okudum. Kuşkusuz tarihimizde paralellikler kuracağımız başka vakalar da bulabiliriz. İzmir Suikastı ve sonrasındaki gelişmeler ilk aklıma gelen. Bununla birlikte bir yazarın yakın tarihimizi böylesine incelikli bir şekilde anlamaya çalışmasını önemsiyorum. Stendhal’in roman yola tutulan bir aynadır, orada ne varsa onu yansıtır, sözüne katılıyor musun? Böyle bir sorumluluk hissediyor musun bir yazar olarak?

Soruyu bu şekilde kendime sorunca, “Hayır hissetmiyorum” demek geçiyor içimden. Ama yazdığıma bakınca memleket meselesi dediğimiz konulara boğazıma kadar gömüldüğümü görüyorum. Bundan tamamıyla hoşnut değilim; çünkü bizde belli bir toplum sorununa basmakalıp birkaç bakış açısından biriyle yaklaşmak esastır. Örneğin bugünlerde ciddi bir göçmen sorunu yaşanıyor. Reçeteler hazır: Ya milliyetçilere uyup bu insanları sınırdışı etmenin yolunu arayacağız ya da koşulsuz bağrımıza basacağız. Sonuç olarak hiçbir şey yapmayacağız, buna eminim, ama biri çıkıp ne söylerse söylesin bu iki açıdan biriyle anlaşılacak ya da anlaşılmadığı için çizgi dışına itilecek. Şu romandaki Ahmet Cevdet portresi bence kimsenin işine yaramayacak bu anlamda. Sağcılar fazla kurcalamak istemedikleri müslüman bir Osmanlı aydını görmek isterler sanırım Ahmet Cevdet’te; solcularsa Abdülhamit’in hırslarına alet olmuş bir çeşit nitelikli gerici. Ama işte bu romanda Ahmet Cevdet ikisi de değil. 

Bir de şu var; gazetecilik bizde iğdiş edilmiş bir alan ve birkaç kişinin gayreti olmasa belki okunmaya değer haber yayını hiç olmayacak. Haliyle romanı hala bir çeşit araştırmacı gazetecilik olayı gibi anlayan insanlar az değil. Stendhal’ın yazdığı dönemde gerçekten biraz öyleydi. Basın emekleme çağındaydı ve gazetecilik edebiyatla iç içeydi. Üstelik bugün kurumsallaşan bilimler hala spekülasyona açıktı. Ama o zaman bile roman başka bir iş olarak anlaşılıyordu. Ayna metaforu riskli, biraz da aldatıcı. Sanki amaç toplumu berraklıkla anlatmakmış gibi anlıyoruz. Ama bu nasıl olabilir? Toplumla bireyin bir ışık kırılması olmadan yansıma / yansıtma ilişkisine girmesi mümkün mü? Yazar için bu kırılma daha yoğundur ya da öyle olmalıdır. Evet, tarihin kendisini malzeme ediyoruz, ama onu eğip bükmek, kesip yapıştırmak şartıyla. 

“Özgürleştirici emek” üzerine düşündüğünü biliyorum. Romanda bir besteci/icracı ve bir edebiyatçı/ düşünürün sanatçı olarak var olabilme mücadelesini de anlatıyorsun. Eserlerini yaratabilmek için ihtiyaç duydukları koşulları da sağlamaları gerekiyor. Hamiler bulmaları, aslında eserlerine/performanslarına bir prestij nesnesine sahip olmanın dışında bir değer vermeyen insanları hoşnut etmeleri gerekiyor. Kendilerinden ve eserlerinden taviz vermek istemeseler de zaman zaman uzlaşmak zorunda kalıyorlar. Bir yerde Liszt’in Mendelssohn’a özendiğini görüyoruz. “Hayatını Tanrı’ya adamak herkesin harcı değildi elbette” s. 308. Bu geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olmayanların bir ayrıcalığı. Tanrı yerine sanat, felsefe veya bilimi de koyabiliriz. Bu uğraşlara adanabilmiş bir hayat tarih boyunca bir lüks veya pervasızlıktı çoğunlukla. Günümüzün bir sanatçısı olarak sen nasıl bir yerde duruyorsun? Sanatını icra edebilmek için neleri göze alıyorsun? Yazarlık bir lüks veya pervasızlık mı senin için de yoksa daha farklı seçenekler var mı artık?

Evet, antik çağlardan beri sanat bir lükstür. Hem sanatçı hem de sanatın alımlayıcısı için böyle. Bir kere nitelikli zamanı üretmek gerekir. Bir insanın Don Quijote’u okuması uzun bir uğraştır; üstelik tadını almak için başka kitapları da okumuş olmak gerekir. Sanatla uğraşan insanlar ilk yıllarında bu ‘maliyet’ meselesini düzünden anlar; ne bileyim, sinemayla ilgilenen biri prodüksiyon bütçelerinin büyüklüğünü engel olarak görür, ya da müziğe gönül veren bir genç için belki de enstrüman edinmek ciddi bir harcamadır. Halbuki sanatla uğraşmanın en büyük maliyeti zamandır. İnsanın kendi zamanını da satın alması gerekiyor; çoğumuz haftada 5-6 gün çalışıp kalan 1-2 günü ve akşam saatlerinden birkaçını satın alırız. Böyle bakınca ödediğimiz bedel daha iyi anlaşılır sanırım. Geçmişte yüklü bir mirasa konmanın ya da bir sponsor bulmanın büyük bir fark yaratacağını düşünürdüm; halbuki bu da tam doğru değil. Severek okuduğum kimi yazarlar mirasyedi; örneğin Proust, ama kimisi de borç içinde yaşamış kişiler, örneğin Joyce, Tanpınar, hatta Oğuz Atay. Turgenyev varlıklı bir yazardı; iyi kitaplar da yazdı, ama Dostoyevski’yle karşılaştırılabilir mi? Yıkıcı bir yoksulluk durumu insanı durdurabilir elbette; hiçbir şey olmasa bile sağlığını bozar, ama çoğu zaman sanatla uğraşmak isteyen kişinin önündeki engel özgürleşme korkusudur. Özgürleştiren emek, karşılığı belirsiz olan bir emektir çünkü. Kafka, başka bir işte tam zamanlı çalışan yazarlara iyi bir örnek. Prag’ta büyük bir kurumun yöneticisiydi. İşi başından aşkındı kısacası. Yazmak istediğinde beyni zonklayana kadar uyanık kalıyordu. Bir insan bunu niye yapar? Toplumun ona muteber bir hukukçu olarak verebileceği üstün pozisyonu bırakmasına engel olan bir psikozu vardı belki; babasıyla ilgili, kim bilebilir? Ama özgürleştirici emeğe inançla bağlıydı. Hakiki bir inançla.  

Dönemin Rus büyükelçisi Titov ve Liszt arasında diyalog romanın doruklarından biriydi benim için. Titov’a söylettiğin gibi birbirini anlamaya çalışarak konuşan iki insanın muhabbetinin tadı hayatın nadir hazlarından biridir. Okuyucu olarak buna tanıklık bile etmek o hazdan nasibimizi almamızı sağlıyor. Buradaki müzik/edebiyat, icracı/okur karşılaştırmaların senin bu sanatlara bakışını da yansıtıyor bir ölçüde sanırım. Senin edebiyatın da şeytanın işleri üzerine mi? Puşkin’in hikayesinde olduğu gibi şeytanın insanı nasıl kendine ihanet etmeye ikna ettiğini mi anlatmak istiyorsun? Liszt aşkına ihanet ederek, Ahmet Cevdet gerçek bir “eser” verme arzusuna ihanet ederek kendilerine ihanet ediyorlar. Okura da sen kendine nasıl ihanet ettin, ediyorsun sorusunu da sordurmaya çalıştığını hissediyorum. Romanda belki de en derinde yatan soru bu gibi geliyor? Olgunluk çağındaki bir yazar olarak kendine de soruyorsun sanki bu soruyu… Ne dersin?

Ben kendime ihanet etmiş olmalıyım, öyle düşünüyorum evet; bunun neden ve nasıl olduğunu açıklamak istemiyorum. Çünkü düşünmek canımı acıtıyor. Romanın bu kısımlarını hastanın hekime derdini anlatması gibi okumak gerek belki; burada hasta benim, okur da hayali hekim olsun. Edebiyatın sevdiğim yanlarından biri de örneğin iktidar ilişkisini böyle tersine çevirmesi. ‘Author’ olan benim ama otorite aslında okurda. Teşhisi o koyacak, belki de beni okuyarak ya da okumayarak, severek ya da kınayarak tedavi edecek. Ya da zehirleyecek. 

Kitabındaki tek kadın karakter Ester…Kara kuru, kadınsı cazibesi olmayan ama entelektüel bir arkadaşlık yapabilecek donanımda, kendi fikirleri olan bir kadın…merakını tatmin edebilmek için erkek kılığına girmesi gereken bir kadın…senin de edebiyat tarihinden verdiğin örneklerde olduğu gibi sesini duyuyarabilmek bir agent/fail olabilmek için kadınların kadın olmaktan çıkmaları, mümkünse erkek gibi hatta erkek kılığında mı olması gerekiyor? Güzel, çekici, dişiliğinin farkında bir kadın karaktere yer yok mu entelektüel erkekler arasında geçen bir romanda?

Erkek kılığına giren kadın da belki bir erkek fantezisidir; önce bunu bir kenara not düşeyim.  19. Yüzyıl ve öncesinde yazılmış hikayelerde bir kadının – çoğunlukla sevgilisini kurtarmak için – erkek kılığına girmesi tipik bir tema. Bizde de Namık Kemal’in Vatan piyesiyle, yani modern Türk edebiyatı daha bismillah demeden bu tema karşımıza çıkıyor.  Herhalde erkek dünyasıyla başka şekilde baş edemeyeceğini düşünmüş erkekler kadınların; tek çareleri erkek olmakmış gibi gelmiş. Ben de bu tipik temadan bir şeyler çıkarmaya çalıştım.

Halbuki George Sand gibi ilginç bir kadın var; erkek kıyafetiyle çağının entelektüelleri arasına karışıyor. Ama kendini saklamış değil, yani kadın olduğu biliniyor, bilinsin istiyor. Sanki malum erkek fantezisini tiye alıyor. 

Ester bence her şeyiyle Ahmet’e meydan okuyor. Dış görünüşüyle de. Bence dişiliği hatta çekiciliği yok değil, ama Ahmet’in gözünde dış görünüşüyle de atipik, çünkü tanıdığı, öğrendiği kadınların hiçbirine benzemiyor. 40 Hadis’te yazdığım Nazan da gösterişli bir güzelliğe sahipti; Ester’in bu anlamda zıttıydı belki. Ama ikisi arasında kalsam Ester’i seçerdim.

Romanın aynı zamanda titiz bir araştırmanın ürünü. 1847 İstanbul’unda saraya, konsolosluklara, farklı sosyo-ekonomik sınıfların evlerine, sofralarına, eğlencelerine götürüyorsun bizi hatta adım adım seyahat ediyoruz İstanbul’un bir ucundan diğer ucuna. Ağırlıklı olarak 19 yüzyılın müziğinin bir dökümünü yapıyorsun. Belli başlı tarihi karakterler ve olaylardan bahsediyorsun. Nasıl bir hazırlık süreci vardı romanın? Hangi kaynaklardan yararlandın?

Dönemle ilgili çokça kaynak vardı ama gündelik hayatı anlatanlar görece azdı. Özellikle Osmanlı İstanbul’unu gözümde canlandırabilmek için İstanbul’a gelen seyyahların yazdıklarına başvurdum; bunlar öznel ve zaman zaman önyargılı olmalarına karşın iyi bir malzeme verdiler. Gerard de Nerval, Flaubert ve daha geç bir tarihte İstanbul’a gelmiş olmasına karşın Edmondo de Amicis’i keyifle okudum; ama bunlardan çok İnternet’te bulduğum, 19. Yüzyılda yazılıp basılmış biraz turist rehberi niteliğinde seyahatnamelerden yararlandım. İstanbul’a gelen kişi nerede kalmalı, nasıl pazarlık etmeli, Türklerin huyları nasıldır vs. Cengiz Kırlı’nın derlediği Abdülmecit dönemi jurnallerinin büyük yardımı oldu; hem dili hem de sahneyi kurmak açısından. James Robertson’ın fotoğrafları, Thomas Allom’ın illustrasyonlarla bezenmiş kitabı sadece şeklen değil fikren de besledi. 1850’lerde yaşamış bir adamın At Meydanı’ndaki fotoğrafı çok şey anlatabiliyor. Tarih kitapları çoğunlukla olayların objektif ya da objektife yakın yüzeysel bir değerlendirmesini veriyor. Ama bana biraz dedikodu da gerekliydi; Süleyman Kani İrtem’in kitapları bu açıdan ilaç gibi geldi. Pingret skandalını bu kitaplardan birine borçluyum. 

Alan Walker’ın Liszt biyografisi başta olmak üzere Liszt’le ilgili bulabildiğm her şeyi okumaya çalıştım. Dönemle ilgili Emre Aracı’nın ayrıntılı çalışmaları var, örneğin Naum Tiyatrosu, Donizetti Paşa. Elbette Ahmet Cevdet’in Tezkire, M’aruzat ve Tarih’i var. Kısas-ı Enbiya’yı da dil açısından defalarca okumuştum. Liszt’in kendi yazıları, mektupları, hatta Liszt’le aynı dönemde yaşamış George Sand ve Chopin’in mektupları da çok değerliydi. Liszt’in bizzat Chopin üstüne yazdığı bir kitap var ve Chopin’den çok kendi karakteri üstüne çok şey anlatıyor. Çok daha fazlası da var ama şu an bunları özellikle hatırlıyorum. Bir de Titov’un romanda sözünü ettiğim öyküsüne ulaşmak zor oldu; çünkü sadece Rusçasını bulabildim, biraz otomatik çeviri, biraz Rusça bilen dostların yardımıyla anlamaya çalıştım. Aynı şekilde dönemin gazeteleri, örneğin Journal de Constantinople’ların bulabildiğim nüshalarını anlamaya çalıştım. Bunlardaki reklamlar, etkinlik duyuruları, emtia fiyatları, o günün anlayışıyla kur değerleri, güncel olayları ele alışları çok önemliydi. Romanın bir de finans tarihi açısından okunabilecek bir boyutu var; açıkçası Ethem Eldem’den Jamgoçyan’a elime ne geçtiyse okumaya çalıştım. 

Sadece kitaplara değil bulabildiğim akademik makalelere de başvurmaya çalıştım. İnternet bu konuda son derece bonkör, akademisyenler de eksik olmasınlar, yazdıklarını ben kolayca diye bulayım diye çeşitli platformlara yüklemişler. Bu bir roman olmasa herhalde uzun bir referanslar listesi oluşturmam gerekirdi; tabi roman olunca okuduğum, bulduğum şeyi işime geldiği gibi eğip bükmekten de geri durmadım. 

Düşündükçe aklıma geliyor: Mevlevilik bahsinde Abdülbaki Gölpınarlı’ya başvurdum; ama sadece ona değil. Marie Duplessis başlı başına bir konuydu örneğin. Mesela Gülnur Kara’nın hazırladığı Çaykovski Mehmet Sadık Paşa’nın Osmanlı Anıları var. Zwierkovski oradan girdi romana. Bu yazarlara ve kesinlikle çok daha fazlasına teşekkür borçluyum.

Zaman zaman kahramanların kalbini anlamaya çalışsak, onlarla birlikte hissetsek de bu roman düşünce ağırlıklı. Bir okur olarak yazarın birlikte düşünmeye davet ettiği anlatıları çok severim. Bu  roman da zengin içeriği ile çok çeşitli konuda düşünme imkanı veriyor: iktidar ilişkileri, bundan bağımsız ele alınması zor diğer çıkar ilişkileri, Doğu ve Batı arasındaki farklar ve bir o kadar da benzerlikler, sosyal ve dini kuralların hayatımızı belirleme şekilleri, romantik ilişkilerin doğası, insanın daha büyük bir şeyin parçası olma arzusu, sanat eseri ve sanatçı ilişkisi…Diğer romanlarını da severek okuyan biri olarak bu romanda yılların birikimini yetkin bit üslup ile bizimle paylaştığını düşünüyorum. Daha önünde yazacak çok yıl ve çok kitap olmasını diliyorum ama bu roman başyapıtın olmaya en yakın aday gibi görünüyor. Böyle bir iş çıkardıktan sonra yeni bir projeye nasıl bir motivasyonla başlayacaksın?

Henüz bilmiyorum. Bu kitabın kaderi de yolumu belirleyecek sanırım. Araştırarak yazmak çok daha tatmin ediciydi. Bu yönde fikirler geliştirmem gerekiyor.

Ayrıca söylemeden geçemeyeceğim kitap kurgusu ve temposu ile de kendine çekiyor. “Yanlışlıkla” Liszt’in eline geçen ve sahibini arayan bir mektup ile “yanlış” ellerde gezen el yazmalarının, olmaması gereken yerlerdeki yazıların “paralel” öyküsü. Öyküler kesişiyor gibi görünse de birbirlerine en fazla yaklaşıyor diyebiliriz. Belki klişe bir metafor ile bu iki dünya en fazla bu kadar yaklaşabilir veya en fazla bu kadar uzaktır diyebilir miyiz?

Mektup metaforu bana hep Althusser’in anılarında Lacan’la ilgili anlattığı bir hikayeyi hatırlatıyor. Althusser, materyalist bakış açısı gereği, gönderilen bir mektubun her zaman alıcıya ulaşmayabileceğini düşünüyor. Öyle ya, mektup kaybolur, postacı ölür, bilemezsin. Bu aslında Althusser’in belirsizlik karşısında duyduğu endişeyi tarif ediyor sanırım. Bir mesaj alıcısına ulaşmayabilir ya da ulaştığında o mesaj olmaktan çıkmış olabilir. Lacan’a bu konuyu açtığında psikanalizde mektubun istisnasız her zaman alıcıya ulaştığı yanıtını alıyor. Hastayla terapist ilişkisinin bir metaforu bu. Mektup her zaman sahibine ulaşır ve aslında her zaman tam da olması gerektiği gibi anlaşılır. 

Romanda Liszt’in eline geçen mektup aslında Liszt’i tuzağa düşüren bir mektup; bu bakımdan Liszt’e ulaşmış olduğu kesin. Tam olması gerektiği gibi anlaşıldığı da. Yalnız Ahmet Cevdet’in eline geçen metnin karşılığı yok. Ahmet Cevdet’in aldığı mesaj da zaten elinde olan yani sahip olduğu şeyin bir  karşılığı olmaması. Birikmiş borçlarından ötürü dedesinden kalan eşyayı satmaya çalışan bir adama benziyor. Ama para etmiyor işte.

Son olarak romanda bahsi geçen müziklerden oluşan Spotify listen için de çok teşekkürler, eser adları geçtikçe kendim arayıp bulurum genelde bu liste hepsine kolayca erişim sağladı, kitabı okurken de çok güzel eşlik etti.

edebiyathaber.net (30 Kasım 2021)

“Selçuk Orhan: “Yaratıcılığı mümkün kılan biraz da belirsizlik aslında, ne olacağını bilememek, tam anlayamamak.”” üzerine bir yorum

Yorum yapın