Şehir Söyleşileri: Yıldırım Türk | Merve Koçak Kurt 

Nisan 3, 2023

Şehir Söyleşileri: Yıldırım Türk | Merve Koçak Kurt 

Söyleşi: Merve Koçak Kurt 

Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak edip Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım demiştik. Köşemizin bu ayki misafiri Yıldırım Türk oldu. Türk, “Artık kaldırım yenilemenin ötesine geçilerek ciddi anlamda kültürel faaliyetlerin ve kalıcı işlerin merkezi yapılmalıdır şehirler. Ülkenin kültüre ve estetiğe bakışının genel anlayışı buraya da yansıyor maalesef. Kendine has kimliği olan şehirlerimiz yok denecek kadar az. İnsan değişirse şehirler değişir, şehirler değişirse ülke güzelleşir.” diyor. 

Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…)  Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi?

Bir ırmak gibi birçok şehirden yolum geçti; kiminde hırçın kiminde bulanık kiminde durgun aktım. Ama hepsini de çok sevdim. Geçtiğim şehirlerin rengini aldı kalemim. İnsan biraz da yaşadığı şehre benzemez mi? Ancak yolumun düştüğü ve yaşadığım şehirlerden dördü beni daha derinden etkiledi. Bir su gibi o kabın şeklini aldım zamanla. O şehirlerde buldu kalemim kelimelerini. 

Bunlardan ilki doğup büyüdüğüm, köklerimin bağlı olduğu memleketim Sivas/Suşehri’dir. Orada samimiyeti, dostluğu, mücadeleyi, candan komşulukları, kasaba yalnızlığını, hayal kırıklıklarını, kanaatkârlığı gördüm. Sevgiyle yoğrulmuş uzun çocukluk dönemim benim sığınağım oldu aynı zamanda. Kişiliğimi çeliğe su verilmesi gibi sağlamlaştırdı. 

İstanbul, hayatımda büyük bir boşluğu dolduran şehirdir. Önceleri alışmak, oradaki hıza ayak uydurmak, kalabalıklar içinde yalnız kalmak biraz zor oldu. Sonra tarihi, ihtişamlı mimarisi, insan çeşitliliği ve bütün zıtlıkları kendisinde barındırmasıyla yavaş yavaş damarlarımda akmaya başladı. Aşinalık, iflah olmaz İstanbul sevgisine dönüştü. Her mekânda geçmişle bugünü yaşadım, her adımda ölümü ve sonsuzluğu hatırladım. İstanbul’dan zaman zaman ayrı kalsam da yüreğimin orada atması, her fırsatta kavuşacağımın hayali bana tarifsiz duygular yaşatmaktadır. 

Hakkâri’nin özel bir yeri var gönlümde. Sınır ilçesi Çukurca’ya yedek subay öğretmen olarak yolum düştü. On beş ayımın geçtiği, hayatımın unutulmaz yeri ve tecrübesi oldu. Ön yargılarımın yıkıldığını, sevgi olunca dağların çiçeklendiğini gördüm. Birçok hatırayı ve saf yürekli çocukların bakışlarını ilk günkü gibi içimde saklarım. 

Ardından üniversite yıllarımın geçtiği ve hâlâ öğretmen olarak görev yaptığım Kırıkkale… Edebiyatla, yazıyla, birçok iyi insanla tanıştığım, bazen akıntıya karşı kürek çektiğim bazen derin düşünme ve içsel yolculuklar yaptığım edebî anlamda bereketli yer oldu bana. 

Diliniz, hangi dağların eteğinden/nehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Karın/denizin kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için? 

Benim dağlarım ve ırmaklarım hep ilham vermiştir bana. Dilim, yaz başında bile zirvesinde kar eksik olmayan Kızıldağ ile onun bağrından doğan ve on şehri dolaşan Kızılırmak’tan beslendi. Sivas’tan kızıl akan ırmak peşimi hiç bırakmadı, onunla Kırıkkale’de de yolumuz kesişti, ne zaman zihnimi dinlendirmek istesem onun kıyılarında buldum kendimi. Kimi zaman öykülerime kahraman kimi zaman haberci kimi zaman bir sırdaş oldu.  

Diğer taraftan içimi bir kurt misali yakan, Kösedağ Savaşı’na tanık olan başı dumanlı Kösedağ türkülerle, efsanelerle yanı başımda yükseldi. Evimin penceresinden her mevsim renkten renge girmesini seyredip durdum. Kelkit Çayı, birçok yolculuğumda Yeşilırmak’la birleşene kadar bana eşlik etti. 

Ayrıca uzaklardan el sallayan, Alpler ve Himalayalar’ı kıskandıracak kadar güzel, heybetli Sümbül Dağı ve hırçın akışındaki güzelliğiyle Zap Suyu’nu anmadan geçemeyeceğim. Ulaşılmazlığı, hoyratlığı, kement vurulmazlığı çağrıştırır bende. Yılın birkaç ayı hariç üzerinden beyaz gelinliğini çıkarmayan Sümbül Dağı’nın eteklerinden Çukurca’ya giderken Zap Suyu kocaman dağların arasından ince bir çizgi gibi akar; yol boyu ilerlerken hayatın sert koşullarını, ötelenen hayalleri, gözleri ışık saçan çocukları ve daha birçok hatırayı canlandırır bende.  

Kar; hayatı, zorluğu, dirayeti, mücadeleyi ve umudu aklıma getirir. Kar şehirleri ve insanları da sert görünüşünün altında bereketi, kanaatkârlığı, samimiyeti ve sevgiyi saklar. Bunu baharda açan rengârenk çiçeklerde ve o şehirlerde yazılan eserlerde görürüz. 

Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi? 

Sivas tarihî bir şehir. Ulu Camii, Çifte Minareli Medrese, Gök Medrese, Buruciye Medresesi, Şifaiye Medresesi, Kale Camii, Eğri ve Kesik Köprü şehrin tarihî zenginliğini gösterir. Bunun yanında yine Danişmentliler, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti zamanından kalma hamam, han ve türbeler de bulunmaktadır. Nereye baksam tarihî bir eser gözüme çarpar. Bu yönüyle Sivas, açık hava müzesi gibidir. Eski eserlerle yenileri iç içe yaşar orada. Özellikle Ulu Camii ve bir yamacın kenarına misafir olmuş Yukarı Tekke’de bulunan Abdulvahabi Gazi Camii ve Türbesi bende derin çağrışımlar uyandırır. Ulu Camii’ye her girişimde zamanın ötesine geçmiş gibi bir duyguya kapılırım. 12. yüzyılda yapılıp günümüze kadar ayakta kalan camide yüzyıllardır sultanların, padişahların, dervişlerin, halkın aynı kıbleye yöneldiğini, orada ben de onlarlaymışım gibi hissederim. Zaman çekilir aradan; mekân faniliğimi, geçmişin bir parçası olduğumu, bir gün öncekiler gibi benim de bu âlemden göçeceğimi kulağıma fısıldar. 

Bugün yerlerine şekilsiz, çok katlı beton binaların dikildiği Suşehri’nin ise eski konakları ve evleri unutamadığım yerler arasındadır. Çocukluk yıllarımda bir avlu içinde bulunan, estetik duyarlılığa sahip ustaların elinden çıkmış iki, üç katlı evler çevrelerdi etrafımızı, o yapılarda bir ruh vardı. Misafirliğe gittiğimizde tavan süslemeleri, odaları, cumbaları, işlemeli tırabzanlarıyla kendimi masal dünyasındaymış gibi hissederdim. Değeri çok sonradan anlaşılan ve kepçenin azgın dişlerinden kurtarılarak restore edilmeye çalışılan ve her şeye rağmen direnen boynu bükük birkaç tarihî ev görüyorum şimdi. Öykülerimde konaklar, insan-mekân değişimi ve yozlaşması üzerinden ele alınıyor. 

İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok?  

Üniversite hayatımın geçtiği ve şu anda öğretmen olarak görev yaptığım Kırıkkale’deyim uzun zamandır. Kırıkkale, TÜPRAŞ Rafinerisi ile Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumuyla birden büyüyen, Ankara’nın gelişmiş bir ilçesiyken 1989 yılında il yapılan bir şehir. Türkiye’nin farklı yerlerinden çalışmak için gelen insanlarla Kırıkkale’nin nüfusu birden artar ve kozmopolit bir yapıya bürünür Kırıkkale. Bir ilçeye göre yapılmış eski yolları, kaldırımları, çarşısı zamanla yetmez olur insanlara. Öte yandan üniversiteyle birlikte ihtiyaca cevap verebilecek yeni yerleşim yerleri ve yeni mekânlarla zenginleşmeye çalışır. 

Kırıkkale’de bir kültür ortamı oluşturulmaya, çeşitli zamanlarda edebiyat dergileri çıkarılmaya çalışılmış fakat bir türlü maya tutmamış, dergiler de uzun soluklu olmamıştır. Saman alevi gibi parlayan dergi yolculuğu bir yanıp bir sönerek edebiyata hevesli yeni gençlerle arada sırada devam ediyor. Şimdi küçük okuma gruplarıyla nefes almaya çalışıyor şehir. Beni besleyen ortam ise duvarlarını boydan boya kitapların kapladığı, eski radyoların ve artık hayatımızdan çekildikleri için antika değeri taşıyan küçük ev eşyalarının süslediği, gün içinde farklı tipteki insanların uğradığı, selam vermeyene çay verilmediği, ilk gelenden ücret alınmadığı Mustafa ağabeyin sıra dışı çay ocağıdır. Orada bazen edebiyatsever arkadaşlarla bazen üniversite öğrencileriyle sıcak ve derin sohbetlerimiz olur. Kendiliğinden muhabbetin demlendiği bu ortam düzenli ve sürekli değil maalesef.  

Aslında ortamı daha çok bireysel olarak uzun yıllar takip ettiğim edebiyat dergileriyle kendi kendime oluşturmaya çalışıyorum. Bu anlamda kitaplar ve dergiler beni diri tutuyor. 

Bulunduğunuz şehir, üretkenliğinizi nasıl etkiliyor?  

Kırıkkale’de edebî heyecanımı ve üretkenliğimi bir önceki soruda bahsettiğim kitaplar ve dergilerle canlı tutmaya çalışıyorum. Yazı hevesini dış koşullardan ziyade içsel yolculuklarda arayan biriyim. Bu işin de bitmeyen istek, sabır ve yalnızlıkla daha verimli yapılabileceğini düşünüyorum. Bu imkânı sunabiliyor şehir bana. Önemli olan söylenecek bir sözün olması değil mi? Dolayısıyla burası benim küçücük dünyamda düşünme ve yazma ortamı oluşturabiliyor. Zaman zaman yanı başımdaki Ankara’ya edebiyat toplantıları ve sohbetleri için gitmeyi de ihmal etmiyorum. 

Eğitimci yanınızı da katarak, şu sıralar bulunduğunuz/yaşadığınız şehrin “kadim” mekânlarına dair neler söylersiniz?  

Kırıkkale’de “kadim” mekân olarak Sulu Mağara, Ceritkale Kaya Mezarları, Hasandede, Ballı Baba, Koçubaba, Haydar Sultan, Şeyh Şami cami ve türbelerini, II. Abdülhamit tarafından Kızılırmak üzerine yaptırılan Türkiye’nin ilk demir köprüsü “Yahşihan Demir Köprü”yü, bunun yanında mutlaka görülmesi gereken silah müzesini sayabiliriz. Ayrıca ilçelerinde yıkılmaya yüz tutmuş birkaç konak ve kilise kalıntısını, aynı zamanda yer altından çıkarılan küp türünden Roma dönemi eserlerini ekleyebiliriz. Bu kadim mekânlarda yaşamış Keskinli Hacı Taşan ve dünyaca ünlü, kralların ressamı Rahmi Pehlivanlı’yı da anmak gerekir. 

Bunlarla birlikte son zamanlarda biraz daha ön plana çıkarılmaya çalışılan “Çeşnigir Köprüsü”nden bahsedebiliriz. 13. yüzyılda Kızılırmak üzerine inşa edilen köprü Selçuklu ve Osmanlı döneminin izlerini taşımaktadır. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi esnasında bakım ve onarımı Mimar Sinan tarafından yapılan Çeşnigir Köprüsü, geçmişi bugüne bağlama vazifesi de görmektedir. Benim beklentim o eserlerin övülmesi ve tanıtılması yanında günümüzde de onlardan ilham alınarak hem işlevsel hem de estetik yönden daha iyi binaların ve köprülerin yapılmasıdır. 

Yazarı nasıl etkiliyor içinde bulunduğu “mekân/lar” sizce? “Mekân” kavramı olmadan öykü yazabilir miydiniz? Neler eksik kalırdı yazdıklarınızda? 

Bu durum yazardan yazara değişir diye düşünüyorum. Kimi en iyi eserini Boğaz’daki yalısında yazar kimi bir hapishanede kimi sürgünde. Bunların örneği edebiyatımızda çoktur. Yazarın kendi sesini ve rengini bulduğu, içsel yolculuğa çıkabildiği mekânlar önemlidir kuşkusuz. Her şeyiyle kendini yazıya verebildiği, çağrışımın güçlü olduğu mekânlar bu anlamda daha verimli olabiliyor.  

Öte yandan mekâna öykü açısından baktığımızda mekânsız öyküler de yazılabilir pek tabii. Ancak bu durum, ele alınan konuyla ilgili olmakla birlikte benim öykülerimde mekân çokça yer alır. İnsanla mekân bir bütündür. İkisi birbirini şekillendirir. Birindeki değişim veya bozulma diğerine de geçer. İnsanı mekândan ayrı ele almak onun bir tarafını eksik bırakır diye düşünüyorum. 

İçimizden geçen yollar ile içimizdeki sayfalar arasında bir ilişki/bir bağ var mıdır sizce? Nasıl etkilerler birbirlerini ya da… Nasıl bir keşif yazmak sizin için, nerelere götürür? 

İçimden geçen yollar ile içimdeki sayfalar aynı yöne giden, aynı hakikatin peşinde olan arayışlardır. Hayat yolunda yürürken bunlar birbirini tamamlar, arayışı daha belirgin kılar. Düşünce ve hayaller yazıya aktarılınca görünürlük kazanır. İğneyle kaza kaza derinleşilir bu yolda. Sahip olduğum, bildiğimi sandığım fikirlerin altının henüz doldurulmadığını fark ediyorum. Bazen hiç beklemediğim kapıların eşiğine getiriyor kalemim beni. Daha önce düşünülmüş olsa bile kalemin arkadaşlığı daha gizemli oluyor, ana yoldan saptığım her patikada farklı dünyalarla karşılaşıyorum. Bu da hayatıma, bakışıma ve düşünceme zenginlik katıyor. Bu yol neyi, nasıl görmek istiyorsam beni bana gösteriyor Simurg misali. 

“Fabrika bacaları göğe yükselmiş, göç dalga dalga yayılmaya başlamıştı. Önce beton binalar türemiş; kargacık burgacık evler, dar caddeler kalmıştı ortada. Sonra her seçimde yüzü yenilenen kaldırımlar yetmez olmuştu insanlara. Her iki taraftan mengene gibi daraltan mekânda insanlar kısa adımlarla dolaşıp dururdu. Yeni hayatın ortasında yapayalnız kalan tek katlı müstakil evler hâk ile yeksan edilmiş; boş kalan alanı, doymak bilmeyen iştahla şekilsiz, ruhsuz çok katlı beton binalar yutuvermişti. Estetik kaygıdan ve rahat nefes almaktan ziyade metrekareye kaç kişi daha oturtulabilir planları yapılıyordu.” diyorsunuz “Kapıdaki Yüzler” kitabınızda. Bu alıntıdan yola çıkarak “şehir, hayat, estetik, insan” kavramları ve bunların birbiriyle ilişkisi hakkında neler söylersiniz? 

Evet, “Taşrada Son Kalem” adlı öykümden bir alıntı. “İnsan demek, şehir demektir.” diyor Shakespeare. İnsanı, hayatın merkezine alan düşünce şehirleri, sokakları, evleri de ona göre güzelleştiriyor. Tabiattan kopmadan nefes alabileceği, yaşayabileceği alanlar oluşturuyor. İnsan, hayatın merkezine alınmadığı zaman işlevsel ve estetik kaygılardan ziyade ekonomik kaygılar ön plana çıkıyor. İnsanın gözünü hırs bürüyor. Bu defa en az maliyetle metrekareye daha çok kişi nasıl oturtulabilir hesabı yapılıyor. Böyle olunca da şekilsiz, ruhsuz binalar çoğalıyor, sonra bu ucube bütün bir şehri sarıyor.  

Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair? 

Birçok konuda belleğimizi yitirdik maalesef. Şehrin hafızasıdır mahalleler, caddeler, sokaklar. Onlarla var olunur, onlarla geçmiş geleceğe eklemlenir. Eskiden çocuklar o dünyaya doğar, kendiliğinden yoğrulurdu o kültürle. Mahalleli başkasının çocuğunu kendi çocuğu gibi kollar, çocuklar da mahalledeki büyükleri kendi anne ve babası gibi sayardı. Şehirlerin, sokakların kendine has kokusu ve dokusu vardı. Bunlar bir ülkenin zenginliğiydi. Şimdi çoğu alanda olduğu üzere numaralı, kibrit kutusu gibi evlerde şehirler ve insanlar birbirine daha çok benzemeye ve yabancılaşmaya başladı. İnsanoğlunu sayılardan ibaret gören zihniyet her şeyi sayılabilir nesneler hâline dönüştürdü bu şekilde. Gönül ister ki estetiğin eli değmiş, az katlı sağlam binalar ve yeterli büyüklükte bahçesi olan ve araçların kaldırımlara taşmadan garajlara çekileceği, insanların istiflenmeden yaşayabileceği ortamlar oluşturulsun. Artık kaldırım yenilemenin ötesine geçilerek ciddi anlamda kültürel faaliyetlerin ve kalıcı işlerin merkezi yapılmalıdır şehirler. Ülkenin kültüre ve estetiğe bakışının genel anlayışı buraya da yansıyor maalesef. Kendine has kimliği olan şehirlerimiz yok denecek kadar az. İnsan değişirse şehirler değişir, şehirler değişirse ülke güzelleşir.  

“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi şiiri/nizi okurdunuz ona? 

Necip Tosun’un zaman zaman geldiği babaevinin kapısını çalardım. Onun “Küller ve Uçurumlar”da yer alan, şiir tadında yazılmış “Resimler” adlı öyküsünden şu bölümü okurdum: 

“Kim bilir belki de biz hiç yoktuk. Hayal perdesine düşen sahte gölgelerdik yalnızca. Parmaklara bağlı, karanlıklarda anlaşılmaz siluetler. Hiçbir şeyi tanımlayamayan, silik, tuhaf görüntüler. Birbirine yaklaşan, sonra tıpkı bilardo topları gibi aynı anda ayrı ayrı yerlere fırlayan görüntüler. Kim bilir belki de biz sadece buyduk: Karanlıkta sahte gölgeler. Sonunda ışıklar yandı ve kaybolduk. 

Çete dağıldı. 

Üşüyoruz.” 

Şehirlerle ilgili/şehir kavramına dair en sevdiğiniz üç film/öykü/şiir adı… desek. 

Üç film: Gurbet Kuşları, Züğürt Ağa, Kelebeğin Rüyası 

Üç öykü: Şeytan Tüyü (Haldun Taner), Asiye Teyzenin Evi (Mitat Enç), Meydan (Sabahattin Kudret Aksal) 

Üç şiir: Şiirimin Şehirleri (Arif Ay), Canım İstanbul (Necip Fazıl Kısakürek), Memleketimi Seviyorum (Nazım Hikmet) 

Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden? 

Anadolu’da mayalanmış Türk ruhunun terkibi olan İstanbul’a benzetirdim. Birçok kültürün izini taşıyan İstanbul; tarihi, mimarisi, denizi, kültürel çeşitliliği ve zenginliğiyle şehirlerin sultanıdır. Yahya Kemal’in “Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.” dizesinde ifadesini bulan bir ömür aşkla sevmektir. O, Necip Fazıl’ın deyişiyle gecesi sümbül, Türkçesi bülbül kokan İstanbul’dur.  

edebiyathaber.net (3 Nisan 2023)

Yorum yapın