Şehir söyleşileri: Semrin Şahin | Merve Koçak Kurt

Eylül 4, 2023

Şehir söyleşileri: Semrin Şahin | Merve Koçak Kurt

Söyleşi: Merve Koçak Kurt

Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak edip Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım demiştik. Köşemizin bu ayki misafiri Semrin Şahin oldu. Şahin, “Anadolu’da gezmediğim, görmediğim yer kalmadı. Her şehrin kendine has bir kokusu olduğunu düşünüyorum. İnsanları o yöreye özgü oluyor.” diyor.

-Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…)  Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi?

Şehirlerle bağım -birçok yazarın aksine- durağan işler bende. Farklı şehirlerin dokusunu çok sık soluduğum için olmalı diye düşünüyorum. Ceyhan’da doğdum, Bafra’da yaşıyorum. Biri ülkenin güneyinde, öteki kuzeyinde. Coğrafyaların insanı etkileyen bir yönü olduğuna inanıyorum. Gezmeyi, farklı yerler görmeyi seven bir ailede büyüdüm. Babam coğrafya öğretmeniydi. Her gittiğimiz yerde bilimsel bilgiler verir, dikkatimizi doğaya çekerdi.  Bu nedenle şehrin mekanik yoğunluğunda değil de daha çok doğada buldum sözcüklerimi. Örneğin ören yerlerinde, tarihi antik kentlerin sarı sıcağında bir öykü fikri canlanırken belleğimde, en modern şehirlerin en işlek caddelerinde buradan nasıl çıkarım diye endişeye kapılırım.  Şehirlerin kıyısında, banliyölerinde dolanmak daha yaratıcı geliyor bu anlamda. Daha çok yalnızlığı, sakinliği seviyorum.

Adana’nın toprağı bana güç veriyor. Köklerim oraya bağlı. Yeni Adana bölgesinde gökdelenler, havuzlu siteler yükselirken, eski Adana dediğimiz bölgedeyse eski yapıları, samimi ilişkileri buluyorum. Seyhan ırmağının kıyısında portakal çiçeği kokusu eşliğinde yaptığım bir yürüyüş yazma aşkımı perçinliyor daima.

Samsun ise öğretmenlik yaptığım şehir. Upuzun sahili, hırçın deniziyle duygusal handikaplarımı yaşadığım yer diyebilirim. Hep bir gitme istediği ama gidemeyip çiçek açmaya çalıştığım, duygusal bağımın güçlü olduğu bir kent. Haftada birkaç kez Kuş cennetine, ıpıssız ormanlarına, göl kıyılarına gitmesem nefes alamayacağım sandığımı itiraf etmeliyim.

Anadolu’da gezmediğim, görmediğim yer kalmadı. Her şehrin kendine has bir kokusu olduğunu düşünüyorum. İnsanları o yöreye özgü oluyor. Hangi şehre gidersem gideyim köylerinden geçmek, göllerini, tarihi yapılarını, kalelerini keşfetmek beni büyüten asıl şeyler. İngiltere ve İtalya’da da birçok şehir gezdim. Ruhumun kuytularına ışık olan kaldırımlarını arşınladığım her şehrin bir izi kaldı bende. Şurası da bir gerçek sözcüklerimi hep yolculuklarda buluyorum.

-Diliniz, hangi dağların eteğinden/ nehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Karın/denizin kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?

Önce Çukurova’dan besleniyorum, sonra Kızılırmak deltasında ruhumun katmanlarını fark ediyorum. Sözcüklerin dünyası karmaşıklaştığında dağları, ovaları, ırmakları kendime kaçış yeri olarak görüyorum. Bundan bir yıl kadar önce yazdığım romanda (bu yaz yeni bitirdiğim roman) ufak bir kriz yaşamıştım. Siz ufak dediğime bakmayın, boncuk boncuk gözyaşları döktüğümü anımsayınca hâlâ kalbim sızlıyor. Yazmayı çok istediğim ama bir türlü kurguyu ve anlatımı oturtamadığım için kendimi yıkılmış hissediyordum. Bir gün boyunca yataktan çıkmayıp dökebileceğim tüm gözyaşlarını döktükten sonra ani bir kararla Adana’ya gitmeye karar verdim. Ait olduğum topraklarda (buna “şehirde” diyebilirim) güç kazanmam gerektiğini düşünmüştüm. Adana’ya ayak basar basmaz annemle kardeşime beni Anavarza kalesine götürün, dedim. Uykusuzluğa, onca yol yorgunluğuna karşın ayağımda on santim topuğu olan botlarla (burayı bilenler bana nasıl tırmandığım konusunda hayret edebilirler) kalenin zirvesine çıkıp ovaya baktığımda içimde kaybettiğim gücü buldum. Neden yazdığımı anımsadım orada. Belki de devam etme gücüne ihtiyacım vardı.  Dört veya beş gün kalmadan geri döndüm. Çünkü yazmam gereken bir roman beni bekliyordu. Almam gereken enerjiyi almıştım, önemli olan da buydu.

Deniz ve kara ait kelimeleri ötekilerden ayıran en önemli şey bence ahenklerinin olması. İnsan doğa karşısında nutku tutuluyor ve sözcüklerini de bu büyüyle ortaya çıkarıyor diye düşünüyorum. Sanat karşısında duyduğumuz estetik haz bu. Rengiyle, dokusuyla, başkalaşımıyla doğa karşısında kurduğumuz sözcüklerde farklı oluyor bana kalırsa.

-Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi?

Yazarken en çok Ayas’ı ve Kurtkulağı Kervansarayı’nı anımsarım. Biri sahil kasabası, biri tarihi bir yapı (tarihi eser). Ayas her yıl yaz tatillerini geçirdiğim için sözcüklerimi büyüttüğüm yerlerden. Her yıl sit alanı olan, denize sıfır tarihi bir gözetleme kulesinin eteklerinde karavanımızla kamp kurardık.  Sadece radyo vardı karavanda, dört ay boyunca sadece deniz, güneş, kumun olduğu bir yerde kitaplarla vakit geçirdiğinizi düşünsenize, bir yazar adayı için bulunmaz fırsat. En çok geçmişi düşündüğümde o günleri özlüyorum. Okuma obezi olduğumu da kabul etmeliyim. Her bulduğum kitabı okuyordum çünkü. Şimdiki aklım olsa seçici davranır, bazı yazarlarla erken tanışmayı isterdim.  Yazar olma düşüncesi çocukluğumun bitmeyen uzun ve sıcak öğleden sonralarında oluştu. Karavanın penceresinden önümde uzanan uçsuz bucaksız turkuaz denize her baktığımda bir gün yazar olmak istediğimi hatırlatırdım kendime. Hayatta başka hiçbir şey istemiyordum sadece yazmalı ve okumalıydım. O kız çocuğunun kalbinde yanan ateşin hâlâ canlı olması ve daha da büyümüş olması şaşırtıcı değil elbette.

Kervansaray ise tarihi ipek yolu üzerinde bulunan tarihi bir mekân. Girişimcilerden biri burayı restorana çevirmişti benim gençliğimde.  Düzenli olarak -babamın ve annemin görüştüğü yakın dostlarıyla- giderdik. Orada yediğim mercimekli bulgur pilavının tadı damağımdadır hâlâ. Tarihi mekanların kendine has bir kokusu vardır. Asırlardır orada dururlar ve sadece değişen insanlar olur. Bizim ölümlü olduğumuzu hatırlatır bana. İmgelerimde ölüm teması, tarihi kıyımlar ve toplumsal olaylar olması tesadüf değil tabii. Çukurova’nın sıcağında pamuk toplayan ırgatlar, Bafra ovasında parmakları katran karasıyla kaplanan tütün işçilerine dönüşüyor.

-Yazarı nasıl etkiliyor içinde bulunduğu/gördüğü “mekân/lar” sizce? “Mekân” kavramı olmadan öykü yazabilir miydiniz? Neler eksik kalırdı yazdıklarınızda?

Bir kurmacada mekân nesnellikten ziyade bir ruh halini yansıtır bana kalırsa. Ben yazmaya görmeyle başlıyorum, bu nedenle ilk önce mekân canlanıyor zihnimde. Mekân kavramı olmadan deneysel metinler yazılabilir ama atmosfer eksik kalır diye düşünüyorum. “Saydam Körlük” adlı öykümde görme engelli bir adamın dilinden yaşadıklarını anlatırken bile mekân kurulumunu sesler üzerinden vermiştim. Mekân olmasaydı büyük bir boşluk hissederdim. Yine de bu soru üzerine derinlemesine düşünülmesi gerektiğini ve edebiyatın sınırları zorlamaktan keyif alan yazarları olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.

-İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok?

Samsun muhteşem bir şehir. Doğasıyla, insanıyla hem renkli hem de şaşırtıcı. Biliyorsun Edebiyat Nöbeti dergisini çıkarıyoruz. Celal Karaca çok değerli bir edebiyat dostum. Samsun’da birçok projede birlikte hareket ediyoruz. Yine Samsun’un en önemli mekânı Eflatun Kitabevi. Sevgili İrfan Şen tüm zorluklara karşın bağımsız kitapçı olarak şehrin entelektüellerini bir araya getiriyor. Edebi açıdan beni besleyen, kitapla nefes alanları bir araya getiren kitabevinde düzenli olarak yazar buluşmaları yapıyoruz. Yaratıcı yazma dersleri veriyoruz burada. Yine sanatın nabzını tutan bir başka mekân da Düşevi Sanat merkezi. Tiyatroya gönül veren Cem ve Ferda Kaynar çifti çeşitli etkinliklerle şehre can suyu oluyorlar. Kuzey Kültür Evi de sanatı, edebiyatı konuştuğumuz önemli yerlerden biri. Bir avuç insanın bir araya gelerek oluşturduğu yapı günümüzde çağlayarak her kesimden insanı bir araya getirdi. Birçok yazar, şair etkinlikleri düzenleyerek, yarışmalara katkı sağlayarak Samsun için önemli duraklardan birini oluşturuyor. Elimden geldiği kadar şehrin kültür sanat etkinliklerine katılmaya ve destek olmaya çalışıyorum. Samsun sanat ve kültürel etkinlikler açısından ışığı parlayan şehirlerden. Benim temas etmediğim, sanatsever birçok insan vardır, onlara da verdikleri emek için teşekkür ediyorum.

-Bulunduğunuz şehir, üretkenliğinizi nasıl etkiliyor?

Bulunduğum şehri seviyorum. Yazmaya daha fazla zaman ayırabilmeme katkısı büyük. Bir günbatımı, rüzgârın esişi bende yazma arzusunu tetikleyebiliyor. Elbette bunda benim yazma dürtümün baskın olduğunu biliyorum. Ama yaşadığım şehir birçok anlamda beni besliyor. Burası huzurlu bir şehir her şeyden önce ve ben bunu seviyorum.

-Öykücü yanınızı da katarak, şu sıralar bulunduğunuz/yaşadığınız şehrin “kadim” mekânlarına dair neler söylersiniz?

Kapıkaya’da dağın yamacında bulunan kral mezarları zümrüt yeşili ırmağın üstünden ovaya bakar. Ormanın kıyısında durup bu mezarlara her bakışımda sanat ve doğa karşısında nutkum tutulur. Tarihin izinde ilerlemek de sanatın karmaşık yollarına sapmak da aynı duyguyu uyandırır bende.

-İçimizden geçen yollar ile dışımızdaki sayfalar arasında bir ilişki/bir bağ var mıdır sizce? Nasıl etkilerler birbirlerini ya da… Nasıl bir keşif yazmak sizin için, nerelere götürür…

Yazmak bir görüyle başlar bende. Bir sahne belirir ve ben sözcüklerin peşine takılırım. Önceki hayatımda bir kâşif veya seyyahtım diye düşünüyorum. Gezmek, yeni yerler görmek, doğada yolculuğa çıkmak yeni kapılar aralıyor belleğimde. Bu nedenle hep yolculuğa çıkmak istiyorum. Yazarken de yazamadığım zamanlarda da hep bir yol hikayesinin peşine takılıyorum. Kendimi mi yoksa sözcüklerimi mi arıyorum onu bilmiyorum tabii.

 -“Otel görevlisi karımın aradığını söylüyor. Elindeki ahizeyi bana uzatıyor. Soluk soluğayım. Günümün nasıl geçtiğini merak ediyor. ‘Şehir nasıl?’ diye soruyor sonra. Bir süre susuyorum. ‘Tuhaf bir şehir burası,’ diyorum, ‘gece havlayan köpekler yok.’” diyorsunuz “Küller” kitabınızda. Bu alıntıdan yola çıkarak “tuhaflık, karanlık, şehir, imge” kavramları ve bunların birbiriyle ilişkisi hakkında kısaca neler söylersiniz?

Şehirde insan kendini buluyor bana kalırsa. Tüm tuhaflıklarına, handikaplarına karşın şehir imgesinin peşine takılıyor. Karanlık sokaklarında dolaşırken bile kendi bakış açımızı yakalarız. Alıntı yaptığınız öykümde de bir adamın işsiz kaldığı sokaklarda kendini arayışını anlatıyorum. Hayatımız hep bir kısırdöngü içerisinde ilerliyor şehirlerde. Bazen kendimize bile yabancılaşabiliyoruz. Bu öyküde de yabancılaşma olgusu ön plana çıkıyor.

-Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair?

Sokakların hep adı olmalı. Menekşe sokağı gibi, Susam sokağı örneğin. Kentlerin belleği vardır ve bu bellek kolektif bilince de sirayet eder. Buralarda hâlâ kent kültürüne katkısı olan kişilerin adları veriliyor. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum.

-“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi şiiri/nizi okurdunuz ona?

Vedat Türkali’nin doğduğu evin kapısını çalardım. “Karanlık” adlı uzun öykümden bir bölüm okurdum.

-Şehirlerle ilgili/şehir kavramına dair en sevdiğiniz üç film/öykü/şiir adı… desek.

Sanırım herkesin aklına ilk Kavafis’in “Şehir” şiiri gelir. İlk sıraya alıyorum bu yüzden.

Nazım Hikmet “Memleketimi Seviyorum”

Bedri Rahmi Eyüboğlu “Büyük Şehirleri Takdim Ederim”

 Filmler:

Woody Allen “Paris’te Geceyarısı”

Richard Linklater “Gün Doğmadan”

Margarethe von Trotta “Ingeborg Bachmann: Çölün Kalbine Yolculuk”

Woody Allen “Barselona, Barselona”

Öykü değil de Virgina Woolf “Londra Manzaraları” kitabını önerebilirim.

-Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden?

İstanbul’a benzetirdim. Bin bir güzelliğinin yanında ürkütücü ve kadim bir şehir. Edebiyat gibi. Sanat şehridir aslında İstanbul. Ender bulunan bir romanı okumak gibidir belki de. Batıyla doğuyu sentezleyen muhteşem bir şehir olduğunu düşünüyorum İstanbul’un.

İkinci bir tercihim olsaydı Venedik derdim. Venedik kanalları, daracık sokaklarıyla baş döndürücü bir şehir. Edebiyatın büyüleyici yanını yansıtırdı.

edebiyathaber.net (4 Eylül 2023)

Yorum yapın