Şehir söyleşileri: Aynur Dilber | Merve Koçak Kurt

Ekim 4, 2023

Şehir söyleşileri: Aynur Dilber | Merve Koçak Kurt

Söyleşi: Merve Koçak Kurt

Her edebiyatçının “şehir” ile kurduğu bağ/ilişki diğerinden farklıdır. İçinde bulunduğu, içinden geçtiği, durduğu, durakladığı, bağ kurduğu, sevdiği, nefret ettiği, kızdığı şehir onun yaz(g)ısı mıdır aynı zamanda? Merak edip Edebiyat Haber olarak “Şehir Söyleşileri”ne başlayalım demiştik. Köşemizin bu ayki misafiri Aynur Dilber oldu. Dilber, “Yazmak beni her zaman hayatı anlamlandırma isteğine götürdü. Olmayan bir şeyleri yazarak oldurmaya. Kendimi inşa etmeye, güzel kılmaya. Kendimden taşıp etrafımı da güzel kılma arzusuna. Düzenin, ahengin, iyiliğin olduğu bir dünya yaratma arzusuna…” diyor.

Yolunuz hangi şehirlerden geçti? (Doğduğunuz, doyduğunuz, durduğunuz şehirler…)  Hangisiyle nasıl “bağ”lar kurdunuz? En çok hangisinde buldunuz kelimelerinizi? 

Trabzon, İzmir, İstanbul, Amsterdam, Kastamonu yolumun geçtiği şehirler. Trabzon doğduğum şehir. Ruhumun mimari. Derinliği, öfkeyi, coşkunluğu, içtenliği, samimiyeti, dürüstlüğü bana nakşeden şehir. İnsanın doğduğu toprakla kurduğu bağ öyle güçlü ki ömrünce acaba bu denli kuvvetli bağları bir başka yer ile hatta insan ile kurabilmiş midir? Zaman çok önemli bir öge elbette. İnsanın doğduğu toprakla kurduğu bağ orada geçirdiği süreyle ilgili. En sevdiklerinizi bile bir bir kaybedersiniz ama en sevdiklerinizin ayak bastığı o toprakları orada somut olarak bulmaya devam edersiniz. Sanırım doğduğumuz ve çocukluğumuzu en azından geçirdiğimiz yer onlardan geriye kalan en somut şeylerden biri olduğu için bizim için bu kadar ayrı. İzmir’de bir yıl yaşadım. Palmiyeli caddeleriyle ve Kemeraltı çarşısıyla ben de kalmış. Amsterdam düzenin ve işleyişin simgesi. Aklın yansıması. İstanbul iki ayrı ruhun tek bir bedende sıkışması. Güzelin ve çirkinin enlerinin birleşimi. Birçok insan gerçekliğini içinde barındıran. Kendini kaybetme ve kendini bulma mücadelesinin şehri. Var ederken yok eden, yok ederken var eden. Rezidanslarıyla, gökdelenleriyle insana kendini bir hiç gibi hissettiren de bir şehir. Boğazının güzelliği ve efsunlu göğü ile bir hayal alemine seni alıp götüren de.

Diliniz, hangi dağların eteğinden/ nehirlerin yatağından nasıl beslendi/besleniyor? Karın/denizin kelimelerini diğerlerinden ayıran şey nedir sizin için?

Trabzon’dan besleniyor. Yüce dağlarının derinliğine başka hiçbir yerde rastlamadım çünkü. Coşkun sularının cesaretine de. Haşyet, haşmet, yücelik, derinlik ve kendilik.  Kendi başınalık. Trabzon en çok da ruhuna seslenir insanın. Derinliğine bakmaya cesareti olanlara kendi ruhunun derinliğini gösterir. İnsan kendindeki manadan ürkebilir bir dağın zirvesinden aşağıya bakarken. Bir dağın muhatabı olmak kolay mı? İnsan bir dağın zirvesinde yine elini uzatsa semaya dokunacak olmaktan çekinebilir henüz hazır olmadığı için.  Dağlar insanı en zor sorulara hazırlar. İnsan kendini tırmanır, kendini düşer, kalkar, kendinin zirvesine varır. Yeter ki insan biraz tefekkür etmeye açık olsun her manzara parçası, her varoluşun hikmet dolu sayfaları insana neler neler söyler. 

Büyüdüğünüz şehrin/şehirlerin en unutamadığınız “mekânları” nereler? Sizde nasıl imgeler oluşturdu buralar? En çok hangisi çoğalttı kelimelerinizi?

Trabzon’da büyüdüm. Yirmi beş yıl boyunca buradaydım. Yaşadığım yer sahile çok yakın bir mahalle, şimdi mahalle eskiden köydü. Benim için hâlâ köy. Birbirine çok yakın farklı sahilleri olan bir yer. Sahil beni etkileyen başlıca yerlerden. Biri yaklaşık iki km düz uzanan bir sahil ve sonunda falezlerle kıvrım oluşturup devam ediyor. O falezler muhteşem bir şölen ve oldukça esrarengiz bir auraya da sahip. Zaten orada Rumlardan kalma hazinenin bulunmasıyla zengin olan, çay fabrikası kuran bir aile de var mahallemizde. Sanırım hepimizin ruhunda çocukluğundan kalma bir hazinenin keşfi macerası vardır bu yüzden. Bir hazineyi keşfetme imgesi benimle hep yaşayacak olabilir. Bu hazine belki hayatın manasını keşfetmek şimdi. Çocukken suyunu göle çevirdiğimiz bir dereyi hatırlıyorum. O dere bizim için çok eğlenceliydi. Birlikteliğin imgesi olarak ruhumda izi var. Bir de Ayliya dediğimiz bu bahsettiğim 2 km.lik sahili kuş bakışı gören bir tepe. Kuş bakışı bakmak insana meseleleri çok daha geniş perspektiften görme kabiliyeti de kazandırıyor olmalı. Konakönü  küçük ama koyları olan, eski Trabzon evlerinin olduğu sevimli, güzel başka bir yer. 

Trabzon meydanı da sanırım her Trabzon’lu için özeldir. Trabzon’da her nereye gideceksen oradan gidersin. Eski taş kaldırımlar, meydan girişindeki heybetli mi heybetli çınar ağaçları,  ortasındaki çam ağaçları Necip Fazıl Kısakürek’in “Bu Yağmur” adlı şiirini yazdığı meydanı boydan boya kucaklayan otel ihtişamlı ama sade yapısıyla Trabzonluların kolektif hafızasında yer etmiştir. Tabii bir on yıl filan önce meydanı yeniden düzenlediler. Çam ağaçlarını çok azalttılar, taş kaldırımlardan geriye nostaljisi kaldı neredeyse.

 Toparlarsam kelimelerimi çoğaltan , bana manasını idrak edebildiğim kadar kendini açan; ufuklar, derinliğine daldığım deniz, dalgalı ve köpük köpük deniz, dağlar, zirveleri, sahiller, gizemli ve görkemli koylar ve nasıl unuturum sahilden evimize çıkan o dik yol, yokuş bile değil, dik yol. Çocukluğumuzda, öğrenim hayatımız boyunca o yolu hep yürüdük. Yaşamın bir metaforu olarak bir dağı tırmanıp eve varmak. Doğanın nefesiyle, zorluklarıyla büyümek. Bütün bunlar kimliğimin temel taşlarını oluşturdu. 

Yazarı nasıl etkiliyor içinde bulunduğu/gördüğü “mekân/lar” sizce? “Mekân” kavramı olmadan öykü/şiir yazabilir miydiniz? Neler eksik kalırdı yazdıklarınızda?

Hem doğrudan hem dolaylı yoldan etkiliyor. Mekân fabrika ve siz bir işçiyseniz sizin çok büyük ölçüde gerçekliğinizi kuracak olan yer fabrikadır. Mekân bir güzellik salonu ise gerçekliğinizi inşa eden yer orası olacaktır. Mekânsızlık diye bir şey söz konusu değil. Yalnızca zifiri karanlık da mekân olabilir, bir artı bir ev de, bir koltuk da. Kalabalık bir kentten, yapay insan ilişkilerinden, naylon gülümsemelerden bunaldıysanız bu şiirinize de hikâyenize de , romanınıza da yansır. Bu yıkıcı yansımalar da yazarı besler ve olmaması gerekeni göstererek olması gerekene davet eder. Mekânın kapalı değil, açık mekân olması da yazarın meramını anlatmasında onu besleyecektir.

İçinde bulunduğunuz şehre dair ne söylersiniz? Edebi açıdan sizi besleyen ortamlar var mı? Yoksa, o ortamları siz mi oluşturursunuz daha çok? 

Şu an Kastamonu’da, Cide’de yaşıyorum. Trabzon’a oldukça benzeyen bir ilçe. Sahili var üstelik bir okyanus sahili gibi. Karadeniz’in en uzun sahil şeridi. Ufuklar beni besliyor. Ufka bakmak, her sabah rüzgârın esişine göre yönünü değiştiren denize eşlik ederek okuluma yürümek, onun her gün değişen rengini, edasını görmek , yürüdüğüm yolda çınar ağaçlarının, yapraklarının yol boyu dizilişinde bana yaşattığı estetik hazlar, bir tablonun içinde yürüme keyfi, kuş sesleri, yürüyüşe çıkan insanları görmek, günaydın demek, selam vermek, birinin balık tuttuğunu görmek… hepsi bana muhteşem pencereler açıyor. Doğanın nefesi hep nefesime karışıyor. 

Bir okuma grubumuz var burada öğretmen arkadaşlardan oluşan. Tam arzuladığım gibi olmasa da bana iyi geliyor. Edebî açıdan beni besleyen tam olarak doğanın kendisi.

Cide ile Kastamonu’ arasında neredeyse üç saatlik mesafe var. Kastamonu’ya dair birkaç şey söylemek isterim. Gerçek kalan şehir.  Çağa ayak uydurmak maalesef bizde hafızasızlık ve geçmişi yok etmek demek. Modernleşme adı altında öyle büyük bir katliam gerçekleşiyor ki yaşadığınız hiçbir yeri tanıyamıyorsunuz. Varlığınızın izleri siliniyor. Mekân bir milletin hafızasını kurar. Türk milletinin hafızasızlığı mimarî yapılarına, mekânlarına, meydanlarına sahip çıkamamasından ya da onları modernliğe heba edişinden kaynaklanıyor. Kastamonu bana hafızanın yaşadığı şehirlerden biri olarak geldi. İçinden geçen çay ile o çaya kurulan bir Osmanlı dönemi köprüsü ile soluk alıp veriyor. Eski ahşap konakları, Kastamonu evleri insana hakikat sonrası dönemde hakiki kalmış bir şeyler olduğunu hissettiriyor. 

İçimizden geçen yollar ile dışımızdaki sayfalar arasında bir ilişki/bir bağ var mıdır sizce? Nasıl etkilerler birbirlerini ya da… Nasıl bir keşif yazmak sizin için, nerelere götürür…

 İç dışı besler, dış içi. Karşılıklı bir alışveriş vardır. İnsan üreten, hayal eden bir varlık olduğu için dışın verdiği malzemeyi dönüştürür, o dönüştürdüğü şey ile dış şekil alır. Böyle alma verme dengesi devam eder. Yazmak beni her zaman hayatı anlamlandırma isteğine götürdü. Olmayan bir şeyleri yazarak oldurmaya. Kendimi inşa etmeye, güzel kılmaya. Kendimden taşıp etrafımı da güzel kılma arzusuna. Düzenin, ahengin, iyiliğin olduğu bir dünya yaratma arzusuna …

Öykülerinizden yaşadığınız yere dair izler içeren bir bölüm paylaşır mısınız?

Her  sabah  ve  akşam  annemin  yanına  gittim.  Sustum, konuştum,  dinledim.  Kendimi,  annemi,  tabiatı.  Henüz açmamış  çiçeklerini  suladım.  Güneşten  kararmış  yorgun yüzleriyle,  hayattan  yine  de  razı,  eskimiş,  renkleri  solmuş kıyafetleri  öyle  kolay  kolay  ıskartaya  çıkarmayacak komşularla  oturup  sohbet  ettim.  İnek  sütü,  yayıkta vurulmuş  ayran  içtim,  kaymağını  bıçak  kesmez  yoğurttan kaşıkladım.  Yer  sofralarına  çağrıldım.  Geniş  bakır  siniye bağdaş  kurup  oturdum.  Komşum  Kâmile  gelin  bana evdeysem  her  akşam  oğlu  Hasan’la  yemek gönderdi. Lahana  sarması,  fasulye  turşusu  kavurması,  gayana,  lapa, malez.  Annemin  ben  köye  gelince  yaptığı  yemeklerdendi. Biraz  utandım,  mahcup  oldum  ama  hepsini  tüm  gün  dolaşıp durduğum  için  dibini  sıyıracasıya  yedim.  Köyde adımlamadık  yer  bırakmadım.  Kırlarda  dolaştım,  yokuşlara tırmandım.”

Şimdilerde yeni sokaklar genelde hep numaralı… Kentin belleği ya da belleksizliğine dair ne söyleyeceksiniz, içinde bulunduğunuz şehre dair?

Hafıza yitimi. Modernleşmenin uzağında kalan şehirler hâlâ kendi ve gerçek kalma özelliğini koruyor. Artık kimse doğup büyüdüğü yeri, okuduğu okulu tanıyamıyor. Bu da geniş perspektifte “kimlik” probemini doğuruyor. Türk insanın kimlik problemi var çünkü hafızayı kuran her türlü maddi- manevi yapıya zarar veriliyor. Kastamonu bence metropollere göre hafızasına sahip bir şehir oldukça. Gerçek insanların yaşadığı , plaza kültürünün neredeyse olmadığı bir şehir. Gerçek bir şehir.

“Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” olsaydınız ilk hangi yazarın/şairin kapısını çalardınız bulunduğunuz şehirde? Hangi şiiri/nizi okurdunuz ona?

Mehmet Akif Ersoy’un kapısını çalardım.  “Ben Bu Simülasyonu Bozarım”şiirimi izin isteyip okumak isterdim. 

Şehirlerle ilgili/şehir kavramına dair en sevdiğiniz üç film/öykü/şiir adı… desek.

Kalandar Soğuğu Trabzon’un ruhunu çok iyi yansıtıyor bence.

Bu Yağmur şiiri zaten Trabzon’da yazılan şiir.

Mikail ve Annem adlı öykümü söyleyebilirim.

Edebiyatı bir şehre benzetseydiniz hangi şehre benzetirdiniz, neden?

Trabzon. Doğup büyüdüğüm, yirmi beş yıl boyunca beni bağrına basan şehir. Dağlarıyla, deniziyle, samimi insanlarıyla, cesur ve gözü pekliğiyle, yardımseverliğiyle, mücadelesiyle, pes etmeyişle yani yaşama dair her yönüyle belki en çok yağmuru ve sisiyle Trabzon derdim.

edebiyathaber.net (4 Ekim 2023) 

Yorum yapın