Rushdie’nin Altın Ev’i üzerine: Edebiyat ve sinemanın çok yakın ilişkisi | A. Dilek Şimşek

Ekim 9, 2020

Rushdie’nin Altın Ev’i üzerine: Edebiyat ve sinemanın çok yakın ilişkisi | A. Dilek Şimşek

Altın Ev, Salman Rushdie’nin 2017 yılında yayınlanmış olan romanı. Ülkemizde ise 2018’de Can Yayınları tarafından okura sunuldu. Bu romanı Rushdie’nin diğer yapıtları arasında farklı kılan özelliği, yazarın kurguda sinema sanatından çokça beslenmiş olmasıdır. Bu yapıtta hem sinema tarihinden bolca örneğin yer almaktadır hem de romanın birçok yerinde bir filmin senaryosu okunduğu duygusu verilmiştir. Edebiyat ve yedinci sanatın bilinen yakın ilişkisini bir kez daha gözler önüne serilmektedir.

Sinema var olduğundan beri edebiyattan beslenmiştir. Filmi çekilmemiş klasik bir eser  neredeyse kalmamıştır: Madam Bovary’den Sefiller’e kadar. Ülkemizde de bunun örnekleri çoktur. Livaneli “Yer Demir Gök Bakır”ı başarıyla filme almış, “Fikrimin İnce Gülü”nde İlyas Salman başarılı bir oyunculuk sergilemiş, Aşk-ı Memnu’nun dizisinden sonra kitabın satışlarında belirgin artış olmuştur. Altın Ev’in ilginç olan özelliği ise sinema tekniklerinden çokça yararlanılmış olmasıdır. Salman Rushdie’nin, Paul Auster, David Cronenberg gibi isimler ile bilinen dostluğu bunda etkili olmuş olabilir. Senaryo bazında sinema kurgusundan ve görsellikten çok fazla yararlanılmış olması romanın adeta bir film izlenircesine sürükleyici olmasına yol açmıştır. Hatta bazı bölümler bir senaryo parçasıymış gibi yazılmıştır. Bu durum sinema ve edebiyat ilişkisinde çok rastlanmayan tersine bir durum olması açısından önemlidir.

Rushdie, Altın Ev’de Amerika’ya yeni bir hayat kurmak için gelen zengin bir ailenin öyküsünü aktarıyor. Öyle ki bu aile yeni hayatlarında yeni bir ev, yeni bir yaşam tarzı, hatta kendilerine yeni isimler almak konusunda oldukça hızlı davranıyor. Taşındıkları yer New York’un bir banliyösü. Bahçeler denilen bir semt. Burada her milletten ve işten insan yaşamakta. Yazar, Bahçeler ile Amerika ve Amerikalılaşmak hakkında iyi bir örneklem sunmakta. Ailenin taşınması Obama’nın seçildiği döneme denk geliyor. “Umut” çağrışımı Amerika için olduğu kadar aile için de geçerli.

Romanda geçmişi ve kökeni hakkındaki karanlığın üzerindeki perdenin zaman içinde kalkacağı aile reisi, kendisine Nero Julius Golden adını alır. Petronius, Lucius Apelius ve Dionnysos adlarını alan üç oğlu ise Amerika’daki yaşamlarında önce Petya, Apu ve D’ye dönüşecek, sonrasında hem kendilerini hem de yeteneklerini keşfederek yaşamla öngöremeyecekleri bağlar kuracaktır. Asperger sendromlu Petya bilgisayar oyunlarından milyarlar kazanacak, yakışıklı ve neşeli Apu kırk bir yaşından sonra yetenekli ve özgün bir ressam olduğunu keşfedip büyük ün yapacak ve en küçükleri duyarlı ve annesinin kim olduğunu hiç öğrenememiş gayrı meşru D ise bedeni ve cinsiyeti ile ilgili büyük kararlar alabilecektir.

Kitapta üç bölüm bulunmaktadır: Golden’ların gelişi ve umut, kendilerini keşfetmeleri ve yükseliş, bir sonraki seçimlerde kendine Joker diyen adayın söylemleri ile ortaya konulan yozlaşma ile paralel ailedeki çöküş, kayıplar ve dramatik bir son.  Bütün bu olaylar Golden’ların taşındığı yıl üniversite öğrencisi olan, amatör olarak belgesel ve film ile ilgilenen Rene Unterlinden’in gözünden ve onun yıllara yayılmış senaryosundan aktarılmakta. Roman ile film senaryosu iç içe. Bu senaryoda tarih, aşk, kıskançlık, intikam, siyaset gibi yaşamın tüm ögeleri kendine yer bulmuş. Rushdie’nin asıl başarısı yazarın yapıtına olan mesafesi; romanın büyük bölümü Rene’nin senaryosu olduğu düşünülerek okunuyor. Son derece heyecanlı ve sinematografik ögeler besleyen bu romanın satır aralarında yazar hayatı, sanatı ve değişimi sorguluyor. Bunu yaparken kitaplardan ve ünlü yönetmelerin tarihe damgasını vurmuş filmlerinden çokça yararlanıyor.

Rushdie karakterler üzerinden kendi görüşlerini verdiğinde, yazar ve yazdığı romanı ile mesafeyi korumayı iyi başarmış. Örneğin, D’nin bedeni ve istekleri ile ilgili içinden çıkılamaz keşfini, cinsiyet meselesini masaya yatırıp enine boyuna tartışarak okura sunuyor. Cinsiyet doğuştan, sonradan, hissedilen ve karar verilebilen bir olgu olarak sunuluyor. Cinsel kimlik bir seçimdir, diyor yazar. En çok tartışılan karakter olarak karşımıza çıkan D’nin durumu W. Adorno’nun “En yüce erdemlilik, kendi evinizdeyken evinizdeymiş gibi hissetmemektir.” cümlesi ile sonlandırılıyor. Öyle ya bedenimiz kendi evimizdir ve onun içindeki rahatlığımızdan huzursuz olmak bir çeşit ahlaklılık durumudur; varlığımız ile ilgili düşüncelerimizin, kaygılarımızın, var olma sancımızın bir göstergesidir. D için de evi kendi bedeni ve genellikle mutlulukla kanıksanan kabullenişleri sorgularken kendi sonunu bir meydan okuma ile getirecek: “Bunu yapmamın nedeni kendi hayatımdaki zorluklar değil. Yapıyorum çünkü dünyada onu benim için tahammül edilemez bir yer haline getiren yanlış bir şeyler var. Ne olduğunu tam olarak bilmiyorum ama insanların dünyasında bir şeyler yolunda gitmiyor. İnsanların birbirine kayıtsızlığı. Şefkatsizliği. İnancını yitiriyor insan. Ben tutkulu bir insanım, ama artık kime nasıl ulaşabileceğimi bilmiyorum. Bu dünyadan ayrılmalıyım.”

Andrey Tarkovski “Mühürlenmiş Zaman” adlı yapıtında “Edebiyat, yazarın yeniden üretmek istediği bir olayı, iç ve dış dünyayı sözcüklerle betimler. Sinema ise doğada var olan, zaman ve mekan içinde kendiliklerinden ortaya çıkan, çevremizde gözlemleyebileceğimiz ve içinde yaşayabileceğimiz malzemeyi kullanır. Yazar önce dünyanın belli bir görüntüsünün hayalini kurar, sonra da bu hayali sözcüklerin yardımıyla kağıda döker. Oysa bir film şeridi, kameranın görüş alanına giren dünyadan kesitleri, doğrudan doğruya mekanik bir şekilde kaydeder.” demektedir. Edebiyat ve sinema sanatları arasındaki bu şekilde belirgin bir farklılık bulunmakta iken, Altın Ev’in sinematografik özelliği ile betimlenmiş olan mekan, zaman ve karakterler gözümüzde, hayal gücümüzü çok zorlamadan, oldukça canlı ve gerçeğe yakın bir kurguda canlanıyor. Kitabı bir polisiye izler gibi soluk almadan okunur kılıyor.

Lumiere kardeşlerin 1895’te çektikleri filmin ilk halk gösterimi sırasında seyirciler tamamen bir şok etkisi yaşamıştı. “Trenin Gara Girişi” adlı filmde, beyaz perde üzerinde dumanını tüttüren bir trenin yaklaşması ile seyircilerden bazılarının panikleyerek salondan kaçtığı bilinmekte. Günümüzde ise Gürsel Korat’ın değindiği gibi “okurgiller” dönemi yavaş yavaş kapanmakta, yerine görme odaklı söz düzenini yeğleyen “görürgiller” dönemi açılmaktadır. Tam da böyle görselliğin çok daha ön plana geçtiği bir dönemde Salman Ruhdie ‘Altın Ev’ romanı ile sinema ve edebiyat “severgillere” çarpıcı bir ürün sunmuş.

A. Dilek Şimşek – edebiyathaber.net (9 Ekim 2020)

Yorum yapın