Roman okurumuz nerede duruyor? | Feridun Andaç

Temmuz 15, 2016

Roman okurumuz nerede duruyor? | Feridun Andaç

feridun andac 10.tifŞu günlerde Gonçarov’un “Oblomov”unu okuyorum yeni bir çeviriden. Sabri Gürses’in Rusçadan yaptığı bu çeviri, bizi, onun “sessizliği” ile karşılasa da; bana göre gene de geniş bir tanıtım/önsöz bekliyordu çevirmeninden. Selim İleri‘nin o “yavan” yazısına ise hiç gerek yoktu. Ne romana/romancıya ne de edebiyata dair hiç bir şey söylemiyor, İleri.

Yazısına göz attığınızda, ister istemez, romancının geldiği durumu düşünüyorsunuz. Hele hele, hayattan daha çok romanlardan/kitaplardan beslenen romancıdan iyi bir “Oblomov”/Gonçarov yazısı beklemek okurun hakkı sanırım.

“Oblomov”a başlarken, ben de açtım önüme Nikolay Aleksandroviç Dobrolyubov’un “Oblomovluk Nedir?” yazısını, romanla birlikte okumaya koyuldum.

Bu tarz klasik romanlar için okurun yan okumalara her dem gereksinmesi vardır.

Düz bir roman okurunun ise o tür bir yordama gereksinimi yoktur. O daha çok konunun sürükleyiciliğine bakar. Eğer romanda bu özellik yoksa, bırakır hemen.

Bugünün roman okurunun durduğu yer de işte buradan başlıyor. Dahası çok okunan romanlara baktığımızda bu özellik ön plandadır.

Peki; böyle bir roman okuru toplumun hangi yöndeki gelişmişliğinin (ya da tersinin) göstergesidir?

“Mobil kullanımında” dünyada ilk sırada olduğumuz söyleniyor. Yani üretemediğimiz teknolojinin yoğun biçimde kullanıcısı kesilebiliyoruz.

Ama çok satan romanlarımız olmasına karşın, bizim olmayan bir türde yazanları okumada öyle bir önceliğimiz yok ne yazık ki!

Bu neyin göstergesidir acaba?

* zora gelmemek,

*düşünmemek

*efor sarf etmemek

*üşengeçlik/tembellik

* kolaycılık

* yaratıcılıktan yoksunluk…

Evet, hepsi mi, yoksa hiçbiri mi?

Varın bunu da siz düşünün sevgili okurum.

Gonçarov “Oblomov”da “Rus ruhu”nu anlatırken aslında biraz da bizi, Doğu insanının ruhunu anlatıyor. Yani bu “şık”ların hepsini!

İlk okumalar, ilk izlenimler

Sürekli not tutarak okurum.

Bu okumaları hem kendim, hem yazacağım yazılar, hem de çoğunlukla vereceğim dersler için yaptığımdan; notlarım benim için bir bellek havuzu oluşturdukları gibi, yazacağım yazılar için de “filtre” görevi görmektedirler.

Neden derseniz; okuma notlarım ilk izlenimlerimin, düşüncelerimin kayıtlarıdır… Çok özneldirler… Bir adım sonrasına geçip, eğer konu/kitap/yazara dair söyleyebileceğim bir şey çıkarsa ortaya; bunlardan koparım. Çünkü o notları düşünmek için almışımdır. Bana ne/yi düşündürdüklerini kayda geçerken de; söylenenlere, söylemek istediklerime bakarım. Ama yazma kıyısında beni asıl ilgilendiren yazarın/yapıtın neyi/niçin/nasıl söylediğidir. Yani o ilk izlenimlerimden olabildiğince uzaklaşmaya çalışırım.

Eleştirel okumadan, eleştiri yapmadan yazmaya başka nasıl varabilirsiniz ki…

Okurdaki okur

Her okurun içinde başka bir okur vardır. Bunu da okudukça keşfeder. Öğrenen okur, aynı zamanda öğreten okurdur da. İşte o okur da başka bir okuru doğurur; meraklı olur.

Kuşkusuz okumaya yöneliş bir meraktan/ilgiden başlar. Sürdükçe de içimizdeki öteki okuru ortaya çıkarır, onu yetiştirir.

Gelinen noktadaki meraklı okur biraz da yazmayı isteyen okurdur.

Eğer bu kıyıya gelmişseniz, o meraklı okurun yakasına yapışın; yazmak için neleri/nasıl okumalıyım deyin ve başka sapmalara yönelmesine olanak vermeyin.

Yaşamadan, hissedilmeden yazılamaz

Bir yere bakma, görme biçimi olmadan yazılamıyor. Bir yerin betimi, bir yüzün çizimi gibidir. Anlatabilmek için öncelikle görmek ve ardından gösterebilmek gerekiyor.

Algı yoksunu bir bilinci ne devindirebilir?

Hiçbir şey!

Algı sezgi yolculuğu olduğuna göre; giden insan, meraklı insan ancak bu yanını geliştirebilir.

Yazıya yüzümü her döndüğümde Canetti’nin şu sözünü hatırlarım: “İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu görmeyenin o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.”

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (15 Temmuz 2016)

Yorum yapın