Resmi görüşler ile şahsi görüşlerin hep ayrı olmak zorunda olduğu bir tuhaf ülke | Filiz Gazi

Aralık 22, 2014

Resmi görüşler ile şahsi görüşlerin hep ayrı olmak zorunda olduğu bir tuhaf ülke | Filiz Gazi

“Cennette kalbin niyetiyle dilin niyeti birdir.” (İbni Zerhani, Kayıp Esrarın Hikmetleri)

Sözcükler arasında en tuhaf sözcüktür “tuhaf.” Sözcüğün kendisini de anlatmak tuhaf. Kafanızda mıdır tuhaflık, yoksa hakikaten dünya mıdır tuhaf? İnsan olmanın sınırları içinde hemen her anlamadığınız, anlatamadığınız, inanılmayacak kadar iyi, inanılmayacak kadar kötü her şey için yetişen sözcük “tuhaf.” Biz tuhaf canlılar olduğumuz için birebir hayatlarımız da alabildiğine tuhaf.

Orhan Pamuk’un “Kafamda Bir Tuhaflık”ında en çok kullanılan sözcük olmuş tuhaf. Çünkü romanımızın kahramanı Mevlut, kafasındaki tuhaflık yüzünden anlayamadığını söylüyor bazı şeyleri ya da kendini yalnız hissetmesi de ona göre kafasındaki tuhaflıkla ilgili. Aramızdaki herhangi biri o ama aynı zamanda değil. Kafasındaki bir tuhaflıkla geziyor sokakları. O tuhaflıkla seyrediyor etrafını. O tuhaflıkla müdahil olabildiği kadar müdahil oluyor hayatına. Dışarıdaki tuhaflıkla içerdeki tuhaflık birbirine karışıyor çoğu zaman. 12 Eylül darbesiyle sokaklardan bir anda çekilen “köylüleri, esnafı, işsizleri, ürkek vatandaşları ve sivil polisleri” görmeyince bunun kendi kafasının tuhaflığından ileri gelip gelmediğinden emin olamıyor misal. Boza satarak geçimini sağlayan Mevlut, sokaklarda gördüğü her şeyin kendi kafasının tuhaflığının ürünü olup olmadığından da emin değil.

Böyle anlatınca kulağa pek anlaşılabilir gelmiyor. Panik yapmayın. Roman boyunca bu tuhaflık meselesi tam olarak anlayamadığınız konu olarak kalacak zaten. Pamuk eserlerinde, sıradan şeylere derin anlamlar yüklemenin dozunu kaçıran edebiyatçılardan. Öyle olunca kimi zaman çok okunası olsa da gerçekçi olunamıyor ya da şöyle ifade edeyim: İyi edebiyatın hayatın yanında bir tuhaf da durduğu oluyor. Misal Mevlut çoğu filozofu aratmayacak kadar dünya halini çözmüş. Yoksul kalmakta direnen yoksul hiç görmedim hayatımda. Romanın kimi yerlerini unutarak, dürüst olmakta direnen biri diyelim Mevlut için.

Amcasının oğlu Süleyman’ın katakullisiyle Samiha’ya yazacağı aşk mektuplarını Rayiha’ya yazıyor üç yıl boyunca. Samiha bildiği aslında Rayiha ama çok mutlu oluyor onunla yıllar boyunca.

1982 yılında başlayan 2012’de sonlanan roman aynı zamanda bir ülkenin değişimlerini sayfa sayfa anlatıyor. Bugünkü halini bildiğiniz İstanbul gibi bir şehir şekillenmeye başlıyor o sayfalarda. Yine bir Orhan Pamuk’a özgün hikâye tercihiyle, bir ailenin üyelerini tanımaya başlıyoruz tek tek. Kitabın ilk sayfalarında okuyucuya kolaylık sağlamak için karakterlerin birbiriyle olan akrabalık bağları şemayla çizilmiş. Kitabın sonunda da karakter dizini var. Macro çekim ailenin hikâyesini okurken şehir oluşuyor bir yandan ve bir ülke değişiyor, aile üyeleri de değişiyor bu ülkenin değişimine ayak uydurarak.

Aktaşlar Ailesi, İstanbul şehriyle cebelleşiyor. Gün geçtikçe şehirde var olabilme yöntemleri farklılaşıyor. “Ulan İstanbul, seni yenicem!” mottosunun geçersizliğini anlıyoruz “Kafamda Bir Tuhaflık”ta. Kazananı yok bu savaşın. Bir şehir yeniliyor çünkü, içindeki tüm insanlarla.

Devletten başlayan iktidar aygıtı sokaklarda bölüşülüyor. Para bu aygıtın ta kendisi. Solcu Ferhat bile o paranın peşinde heder olacak. Anlıyoruz ki bir şehirde paylaşılan rant, sağcısı solcusu dincisi herkesi bir noktada birleştirebiliyor: Hızlı bir şekilde zengin olmak.

“Tuhaf” bir şekilde bir şehir yavaş yavaş insanlar tarafından işgal ediliyor. Kim daha önce gelip, diş geçirebileceğine inanıyorsa gözüne kestirdiği arsaya briket, baca, kapı taşımaya başlıyor veyahut taşlarla çeviriyor bir araziyi. Tuhaf değil mi? Manzaranızdaki gökdelenin arazisine bir zamanlar parça parça şeyler taşınıp yığın yapılmış. Orası olmuş sonra o kişinin arsası.

kafamdaİki karşı tepe olan Duttepe ile Kültepe arasındaki savaşta, oraya ait olmadıkları düşünülen Aleviler, Kürtler derdest edilip, dağıtılıyor. Mevlut babasıyla birlikte daha çok Alevilerin yaşadığı Kültepe’de oturuyor. Duttepe’de ise amcası ve ailesi var. Birlikte arazi çevirip arsa sahibi olmuşlar.

Tokattan, Hakkâri’den, Konya’dan, Gümüşhane’den, Mardin’den gelen akın akın insan. İlk uyanık, -belki de ileride şehrin sahipleri arasında kendisini de sayacak kişi- bir arsayı çevirip, burası benim diyor. Ondan sonra gelenler de arsa çevirmek için kendinden izin satın almak zorunda. Devlet tapularına benzer birer kağıt da veriliyor ellerine. Üç kağıtlar, köylü kurnazlıkları, rant kavgaları okuyoruz “Kafamda Bir Tuhaflık”ta. Hacı Hamit Vural adlı bir karakter var ki şimdinin en kapitalist Müslüman’ı. Vediha’nın dediği gibi “O kadar Allah, vatan, ahlak sözünden sonra yalnızca para kazanmayı düşünmeleri doğru mu?” Herkes çok tanıdık romanda. Çünkü “Kafamda Bir Tuhaflık”, bir yanıyla, şimdimize nasıl geldiğimizin romanı.

Birinin birine “buraya ait değilsin!” dediği yerde hep aynı soru soruluyor: O halde kimdir İstanbul’un gerçek sahipleri? Anadolu’dan gelmiş yoksullar çoğu varsıla göre şehrin çehresine yakışmıyorlar, mümkün değil bu şehrin sahibi olamazlar. Şehrin imkânlarını tam tekmil yaşamaya çalışan orta sınıfa göre ise esmer tenliler, dili başka olanlar bu şehrin görsel estetiğini bozup, şehre uyum sağlayamıyorlar. Kime sorsanız, kendi dışındaki birileri İstanbul’a sonradan gelmiş ve bu şehri şeceresinden çıkarmış. Kimse yedi soy öteden buralı değilken nasıl sahibi oluyor buranın? Formül basitmiş aslında: “Zengin dediklerin bizden önce İstanbul’a gelip bizden önce kazanmışlar.Ve devam ediyor Pamuk:

Kimse hatırlamak, söylemek istemiyordu, ama eskiden Tarlabaşı bir Rum- Ermeni- Yahudi ve Süryani mahallesiydi. Taksim’in arkasından Haliç’e inen ve ortasından, her mahallede başka bir ad alan (Dolapdere, Bilecikdere, Papazköprü, Kasımpaşa Deresi), ama üstü betonla kapatıldığı için adlarıyla birlikte unutulan bir dere akan vadinin diğer yanı olan Kurtuluş, Feriköy sırtında altmış yıl önce, 1920’lerin başında sadece Rum ve Ermeniler yaşardı. Cumhuriyet’ten sonra Beyoğlu’nun gayrimüslimlerine ilk darbe 1942 yılındaki Varlık Vergisi’yle indirilmiş, II. Dünya Savaşı’nda Alman etkisine iyice açık olan hükümet Tarlabaşı’nın Hıristiyan ahalisinin çoğuna ödeyemeyecekleri kadar yüksek vergiler salmış, ödeyemeyen Ermeni, Rum, Süryani ve Yahudi erkeklerini de tutuklayıp Aşkale’deki çalışma kamplarına yollamıştı.

Atina’ya kaçan Rumların, dünyaya dağılan Ermenilerin, Yahudilerin yerlerine geçen yeni yoksul sınıf onların binalarında yaşamaya, onların dükkânlarını işletmeye başlamışlar. Aralarından kimileri zengin olmuş. Mevlut de bacanağı ve eski dostu Ferhat’la birlikte el koydukları böyle bir dükkânda boza satmaya çalışıyor ama iş yürümüyor. Bunca velvelenin ortasında Mevlut’un sokaklarda dolaşarak boza satmaktaki ısrarı sanki geçmişte bir yerde tutunma isteğinden ileri geliyor. Hazin süreçlerle sonlanan bir zanaat işçisinin yaşadıkları gibi Mevlut’un bozacılıkta yaşadığı şeyler. Romanın daha başında bir yerde, Mevlut’un boza vermek için çıktığı bir apartman dairesinde yaşayan insanları tarif etmek için Pamuk, Mevlut adına konuşuyor:… eski zamanların iyi insanları gibi davrandılar.” Yükselen binalarla birlikte aşağı sokakta “Boo-zaa” diye bağıran birinin bir hükmü kalmıyor. Arşa uzanan binalarla birlikte insanların huyu da değişmek zorunda. 12. kattan sepet salıp kim boza isteyebilir ki artık?

Mevlut’un geçmişle ilgili tam çözemediğimiz ilişkisi onu kimi zaman mezarlıklara götürüyor. Belki de Pamuk’un karakterleri anlatırken kimi zaman araya girip, açıklamalar yapması bazı karakterler ile örtüşmediği için bu ilişkiyi çözemiyoruz. Ya da o kadar çok neden sıralanıyor ki hiç birini aklımızda tutamıyoruz. Bu bölümde, Osmanlıcanın konuşulduğu şu günlerde tipik bir Orhan Pamuk metnine rast geliyoruz:

Kenar mahallelerde boza satarken keşfettiği mezarlıkların havası, yosun tutmuş cami duvarları, pirinç muslukları tıkanıp kurumuş kırık çeşmelerin üzerindeki Osmanlıca yazılar hoşuna gidiyordu. Bazan, şehre gelen herkes zenginleşir, mal mülk, ev arsa edinirken, o kadar çalışmasına rağmen kendisinin ancak geçinebildiği, pilavcılıktan aslında para kazanamadığı aklına geliyor ve o zaman Allah’ın kendisine verdiği mutlulukla yetinmemenin nankörlük olacağını düşünüyordu.

Şimdilerin Kürt ve Alevilerin yaşadığı yer olan Gazi Mahallesi’ne 1972’de gelen Rize’li Laz Nazmi’den bahsediyor Pamuk. 1978 de “ofis” dediği yazıhanesini açıyor. Oradan parsellediği arsaları dağıtmaya başlıyor. Başka bir bomboş araziyi başka birileri çeviriyor. Hırsla saldırılıyor bir şehre. Çirkin TOKİ binaları tüm bir geçmişin sonucu sanki. Kim bilir bu derece kıyılmasaydı bir şehre, onları yapmak da bu kadar kolay olabilir miydi?

Eskinin tuhaf ihtişamı çok para kazanma derdine düşmüş insanlara pek öyle korunası gelmiyor:Aksaray’daki otel yeni bir binaydı. Temeli kazılırken küçük bir Bizans kilisesinin kalıntılarının çıktığı, bu da her şeyi durduracağı için müteahhit kimse kalıntıları fark etmeden belediyeye bolca rüşvet dağıtmış bunun da acısını yerin altına bir kat fazla inerek çıkarmıştı.” Oraya da bir düğün salonu yapıvermişti. Mevlut’un kızı Fevziye’nin düğünü orada olmuştu.

Orhan Pamukröp1.hlargeHer detaya sızan bir değişim bu. Mevlut’un eskinin mahallelerinde top oynayan çocuklarla şimdinin toplu konutlarında top oynayan çocuklar arasında gördüğü fark örneğin:

Top otoparktan dışarı kaçıp yokuştan aşağı gidince bu genç ve tembel futbolcular topun peşinden koşmaz, aşağıdan gelen biri topu yukarı getirsin diye hep birlikte “Top. Top. Top,” diye bağırmaya başlarlar, bu da bütün hayatını yürüyerek kazanmış Mevlut’u sinirlendirirdi.

Kentsel Dönüşümle beton bir şehre dönüştürülmüş İstanbul’u, rant kavgalarını, o rant kavgalarının iki kardeş arasına nasıl girdiğini yine o kardeşlerin çocuklarının da bu kavgaya nasıl dahil olduklarını ve tüm sahici kötülükleri, sizi huzursuz edecek kadar iyi anlatmış Orhan Pamuk. Bunun yanında Kafamda Bir Tuhaflık’taki kadınlar dikkatinizi çekecektir. Diğer kitaplarında bu derece kadını gören bir metnine denk gelmemiştim Pamuk’un. Bu da Vediha’nın iç sesinde söyledikleri:

Akşamları hep birlikte televizyon seyrederken kumanda aletinin bana hiç verilmemesi doğru mu? Bozkurt ile Turan’ın babalarını taklitle bana saygısız davranmaları doğru mu? Annelerinin yanında en edepsiz küfürleri etmeleri doğru mu? Babalarının onları o kadar şımartması doğru mu? Hep birlikte televizyon seyrederken ikide bir, yüzüme bile bakmadan ‘Anne çay!’ demeleri doğru mu? Her türlü hizmetlerini gören annelerine bir teşekkür etmemeleri doğru mu? Her şeye ‘Yaa anne tamam!’ ya da ‘Manyak mısın?’ diye cevap vermeleri doğru mu?” Bu içerikte dolu dolu iki sayfa sitemlerini sıralıyor Vediha.

Romanın başka yerinde Mevlut, aslında kız olacak erkek çocuklarına Evladınız İçin İslami İsimler kitabından isim ararken Rayiha “Bu sefer de bütün kız adlarının üzerinden tek tek geçersen belki oğlan olur. Allah’lı kız adı var mı, ona da bakarsın!” diyor. “Allahlı kız adı olmaz” diyor Mevlut. Sahiden de Allah’ın bütün adlarının erkeklere verildiğini fark ediyorum bir okur olarak.

Ve romanın başından sonuna sizinle birlikte gelen –belki de bu ülkeyi en iyi anlatabilecek- bir derdi var: Resmi görüşler ile şahsi görüşlerin neden ayrı olduğu ya da olmak zorunda olduğu? Ferhat’ın Mevlut’e anlattığı bir hikâye var. Önemi açısından uzunca bir alıntı yapmak zorundayım:

Askeri darbenin en kötü günlerinde Diyarbakırlılar hapishaneden gelen işkence çığlıklarıyla sindirilmişken, Ankara’dan şehre müfettiş kılıklı bir adam gelmiş. Esrarengiz ziyaretçi kendisini havaalanından oteline götüren taksinin Kürt şoförüne Diyarbakır’da hayatın nasıl olduğunu sormuş. Şoför de bütün Kürtlerin yeni askeri yönetiminden çok memnun olduğunu, Türk bayrağından başkasına inanmadıklarını, ayrılıkçı teröristlerin hapse atılmasından sonra şehir halkının çok mutlu olduğunu söylemiş. ‘Ben avukatım,’ demiş Ankara’dan gelen ziyaretçi. ‘Hapiste işkence görenleri, Kürtçe konuştu diye köpeklere yedirilenleri savunmaya geldim.’ Bunun üzerine şoför ilk sözlerinin tam tersi bir havaya girmiş, hapishanede Kürtlere yapılan işkenceleri, canlı canlı lağımlara atılanları, dövüle dövüle öldürülenleri sayıp dökmüş. Ankara’dan gelen avukat dayanamayıp şoförün sözünü kesmiş. ‘Ama az önce tam tersini söylüyordun,’ demiş. Diyarbakırlı şoför de ‘Avukat bey, haklısınız,’ demiş. ‘İlk söylediğim resmi görüşümdü. İkinci söylediğim de şahsi görüşümdür.”

Yazının başındaki alıntı, Pamuk’un “Kafamda Bir Tuhaflık”ta kullandığı alıntılardan biri. İbni Zerhani, Kayıp Esrarın Hikmetleri’nde “Cennette kalbin niyetiyle dilin niyeti birdir” diyor. Dostluklar arasında bile resmi görüşlerin söylendiğinden kederlenen bir adam Mevlut. Oysa yirmi altı yıl önce Ferhat’la arkadaşlıklarını başlatan şey birbirine şahsi görüşlerini söyleyeceklerine duyduğu “iyimser inançtı.”

Resmi görüşler ile şahsi görüşlerin hep ayrı olması zorunluluğu olan bir ülkenin insanlarından biri Orhan Pamuk. Nobel ödüllü yazarın, kendi ülkesindeki meseleler hakkında konuşmaması ya da yumuşak çerçeveli demeçleri romanında bahsettiği şeyle ilgili olabilir. Aynı zamanda bu bir tercih de. Sanatçısından, edebiyatçısına herkeslerden keskin duruş beklemek ne kadar haktır, bu da tartışılır. Bir yandan şahsi görüşlerini her şeye rağmen çatır çatır söyleyen insanlarla da tanıştı bu memleket. Şahsına münhasır bir üslubu vardır kendisinin, bu da ayrı hakkını verelim.

Filiz Gazi – edebiyathaber.net (22 Aralık 2014)

Yorum yapın