Parçalanmış kimliklerin, birbirine benzeyen hayatların izinde bir roman: Beyaz Kale | Can Öktemer

Ağustos 8, 2020

Parçalanmış kimliklerin, birbirine benzeyen hayatların izinde bir roman: Beyaz Kale | Can Öktemer

Kimlik bizi biz yapan, dünyadaki yerimizi belirleyen bir süreçtir. Kişiliğimizi, aidiyetimizi kimliğimizle inşa ederiz. Çoğu zaman ardına düştüğümüz “ben” kimim soruna yanıt aradığımız bir süreçtir. Bununla beraber, kimlik içsel bir inşa süreci olduğu kadar dışsal faktörlere de bağlıdır. Din, doğduğum yer ya da etnisitemiz de kimliğimizi belirleyen başka faktörlerdir. Özellikle modern ulus devlet paradigması, kimliği hâkim etnik kimlik üzerinden ve “biz” anlatısı üzerinden kurgulamıştır. Böylesine tek parçalı bir inşa süreci de doğal olarak çember dışında kalanları dışlayacaktır. 1960’lı yıllarda başlayıp 1980’li yıllara doğru ise tek kimlikli etrafında kurgulanana ulus devlet anlatısı parçalanmaya başlayacak; her etnik kimlik kendi hikâyesini anlatmaya başlayacaktır. Bu durum da kendisini başta edebiyat olmak üzere, birçok sanat alanında kendini göstermeye başlamış; kimlik bu yapıtlarda sorgulanır, tartışılır olmuştu.

Orhan Pamuk’un ilk olarak 1985 yılında Can Yayınları’ndan sonra da sırasıyla İletişim ve Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Beyaz Kale adlı eseri kimlik tartışmalarını Doğ neresi Batı neresi üzerinden ele alan incelikli bir novella. Pamuk 17. Yüzyıl’da İstanbul’da vebanın gölgesinde, aydınlanmanın ve modernizmin başlangıcında bilim, batıl inanç, varoluş ve kimlik meselelerini masaya yatırıyor.

Büyüsünü yitiren dünya

17. yüzyıl başlarında astronomiden, fizikten anlayan bir Venedikli Osmanlı denizcileri tarafından esir edilip, İstanbul’a getirilir. 17. Yüzyıl dinin etkisinin giderek yitirdiği, bilimin, seküler dünya görüşünün hakimiyet kazanmaya başladığı bir dönemdir. Dünya büyüsünü kaybetmektedir “İkarus” düşmüştür ve bu düşüşü kimse görmemiştir. Tedirginlikle öleceği anı ve hayatını düşünen isimsiz Venedikli, batı “ilminden” anladığı için Hoca lakaplı bir Osmanlı alimi tarafından satın alınır. Talih buya, Hoca ve Venediklinin suretleri birbirlerine çok benzerler. Bu da hayatın gizemdir işte. Astronomi, matematik, fizik gibi ilimlere meraklı Hoca, Venedikli’den faydalanıp, ilmini genişletme hayalleri kurmaktadır. Bu sayede saraya giriş yapıp, Padişahın yanında yer alıp, hep merak ettiği yıldızları inceleyebilmek için bir rasathane kurmayı başaracaktır. Venedikli için ise, buradan kaçıp evine, nişanlısına dönebilmenin tek yol Hoca’nın yanında yer almaktadır. Hoca ve Venedikli zaman içerisinde güçlerini birleştirirler, bilimlerini geliştirirler. Padişahın dikkatini çekerler. Yaptıkları icatları sayesinde onun huzuruna çıkarlar; üstelik iyi bir hikâye anlatıcıları olarak da Padişah’ın merakını iyice cezbederler. Venediklinin ülkesinde gördüğü eşi benzeri olmayan hayvanları, garip olayları, bağları, bahçeleri Sultana anlatırlar. Padişah, onlardan yıldız sistemini değil geleceği bilmek ister. Hoca ve Venedikli neden sonuçlara dayalı bir öngörüyle bilimi geleceğe dahil edip, tutarlı iddialarda bulunurlar. Bunların çoğu da gerçek olur. Böyle olunca müneccim başı olarak Padişahın aradığı isim haline gelirler. Lakin böylesine Batı ilmiyle hasbıhal olma, başta ahalinin sonra da Padişah çevresinin hoşuna gitmez haliyle. Tüm bunlar olurken, tüm dünya sonra İstanbul veba salgınıyla karşı karşıya kalır. Şehri görünmez bir ölüm ele geçirmiştir. Karantina günleri Hoca ve Venedikliyi birbirine yakın eder. Suretleri birbirlerine benzeyen bu iki alim, eve kapandıkları dönemde iç dünyalarını yakında tanımaya başlarlar. Birbirlerinin hikayelerini yazıp, dinlemeye başlarlar. Tüm bu paylaştıkları deneyim kimliklerinin iç içe geçmesine neden olur. Birbirlerine benzeyen suretler değildir artık hikayeler de karışmıştır ruhlara… Bireysel hafızalar iç içe geçince Hoca kimdir? Venedikli kimdir? Artık bilinmez bir hale gelinmiştir. Kimliğin inşası ve kurgusu da tam bu noktada muallak haline gelir zaten… “Nasıl korktuğunu biliyorum artık. Ben sen oldum!”

Kimliği yeniden düşünmek

Orhan Pamuk, romanlarında tarihi bir tarihçi titizliğinde ele alıp, hikâyesinin arka fonuna yerleştirmeyi ustalıkla yapabilen bir yazar. Tarihi romanların ciddiyetle ve hakikatlerin ispatına dayalı pozitivist çabasından,
uzakta kendi anlatım içeriğini sorgulayan, zenginleştirmeye çalışan okuyucuya, bir romanla karşı karşıya kaldığını hatırlatmadan durmayan bir anlatı. Cervantes’i ya da başka bir tarihi figürü metin içerisine dahil etmekten kaçınmayan, hikâyeyi bir üst anlatıcı mantığıyla bitmiş bir metin üzerinden kurgulayan, gerçekçi üslup yerine oyunbazlıktan kaçınmayan bir metin. Bununla beraber Doğu -Batı, modernlik, kimlik, varoluşsal sorunlar, yalnızlık onun külliyatının ana damarını oluşturmakta. Beyaz Kale de başta kimlik meselesi olmak üzere Doğu neresi Batı neresi tartışmalarının cereyan ettiği incelikli bir anlatı. Levent Yılmaz, Modern Zamanın Tarihi kitabında, “Tüm dünya Batılılaştığı” için o zaman diliminden çıkamadığımızı aktarıyordu. Peki tüm dünya hızla Batılılaşırken, batı ilmini bir norm haline getirirken Osmanlı’da durum nasıldı? Bu çok katmanlı soruya, biraz ayakları yere basmadan yanıt arıyor Orhan Pamuk. Aydınlanmanın, pozitivist aklın hüküm süreceği bir çağ öncesi Osmanlı dünyasının bilime bakışı, merakı da romanın önemli bir saç ayağını oluşturuyor. Batıl inançlar çoğu zaman bilimle kılıç kuşanıp çatışıyor. Özellikle veba salgınında alınan karar, uygulanan bilim ya da bilim karşıtı yöntemler ya da karantina esnasında halk sağlığından çok ticarete önem verilmesi, romanı günümüze dair analoji sunmasına olanak tanıyor.

Orhan Pamuk, bence 1990’lı yılların kıymetli tartışması, Bauman’ın başını çektiği “akışkan kimlik” meselesini tam damardan yakalayan bir anlatı inşa etmiş. “Akışkan kimlik” özellikle ulus devlet anlatısının parçalandığı geçtiğimiz son 30 yılın en önemli konularının başında geliyordu. “Ben” kimim soruna yönelik aranan bir cevaptı. En nihayetinde “biz” etrafında kurgulanmış eksik hikâye parçalanmıştı. Çoklu kimlikler, çoklu hikayelere karışmıştı. Üstelik birbirimizden kültürel, siyasi uzak da olsak, hikayelerimiz bir şekilde birbirine benzemekte. Hoca ve Venediklinin bir yerde pişti olan kişisel hikayeleri gibi. Bence roman, bugün gittikçe dar bir alana hapsedilmeye ve yeni bir “biz” anlatısı yaratılmaya çalışılan bir dönemde “kimlik” tartışmasını yeniden düşünmek daha da önemlisi milliyetçilik öncesi bir çağda kimliğin geçişkenliğini ve günlük hayata yansımasını okumak için kıymetli bir alan sunuyor. Türkiye en nihayetinde halen kendisini nereye konumlandıracağını karar verememiş durumda. Batı mı doğu mu ? Her dönem ortaya çıkan, “bize anlatılan yalan hikayeler” denilirken tam olarak hangi hikâyeden bahsediyoruz acaba? Kültürler, kimlikler, hikayeler bu kadar iç içe geçmişken sahi biz kimiz gerçekten? 35 sene önce yayımlanan roman, bu anlamda günümüzdeki sıcak tartışmaları yeniden açabilmek için iyi bir zemin oluşturuyor.

edebiyathaber.net (8 Ağustos 2020)

Yorum yapın