Öykü: Yokuşun sonu | Menekşe Ercan Pekel

Aralık 10, 2020

Öykü: Yokuşun sonu | Menekşe Ercan Pekel

(Bir hafta arayla kaybedilen anneyle babanın anısına)

“Alo baba, naber?”

“Sen misin Özlem?  İyilik kızım, her zamanki gibi.”

“Neler yapıyorsunuz?”

Yaşlı adam içini çekti, “Benim bel işte, biliyorsun ağrıdan kıvrandırıyor.”

“Değişen bir şey yok herhalde.”

“Yok.”

“Ah be babacım, düşünmemeye çalışsan, şu ağrıyı biraz unutabilsen.  Annemi versene telefona.  Bugün onun doğum günü ya.”

“Hastanede.”

Özlem irkildi, oturduğu koltukta hafifçe doğruldu.  Kaşlarını çattı.  İki kaşının arasındaki çizgi son üç senedir yaşadıklarından sonra iyice derinleşmiş.  Son zamanlarda alnının tam ortasına birdenbire giren şu lanet baş ağrısı da cabası.

 Babasına sorarken sesi titredi Özlem’in, “Önemli bir şey yok, değil mi?”

“Yok yok.  Tahlil yaptırmaya gittiler. Kan tahlili.”

“Kim kim  gittiler?”

“Neriman’la annen işte.  Rutin kontrol.”

Neriman herhalde yeni bakıcının adı olacaktı.  Yardımcı dayanmıyordu annesine, kaçıp kaçıp gidiyordu hepsi.   Eskinin meleği, tüm dişileri babasından çılgınlar gibi kıskanan aksi bir kadına dönüşmüştü.  “Sanki on yedi yaşındayız,” diyordu babası,  “yeni evliyken bile bu kadar  kıskanmazdı beni, ne oldu buna böyle?”

Koltuğun arkasına yasladı, telefonu diğer eline aldı Özlem.  Kendini zorlayarak güldü sorarken,  “Doğum gününü de hastanede mi kutlayacaklarmış?”

Sorar sormaz pişman oldu.  Sol işaret parmağıyla yanağındaki sivilcenin kabuğunu hızla yoldu.  Parmağına bulaşan kana tiksintiyle baktı.  Kanı başparmağına sildi. 

“Ha, ne?  Parkın oradaki yere gittiler, şu ufak hastaneye.”

“Poliklinik mi?”

“Evet evet.”

“Aradığımı söylersin.  Doğum gününü tebrik ediyormuş, dersin.  Akşama fırsat bulursam gene ararım. Tamam mı?”

“Oldu.”

“İyi.”

Kapatsa mıydı telefonu?  Ama konuşmaya başlayalı daha bir dakika bile olmadı.  Lafı biraz uzatmak iyi olabilir, diye düşündü Özlem.

“Bak sana ne anlatacağım baba.  Anlatayım mı?”

“Neyi?”

“Bir rüya gördüm de.  Sen iyi misin? Sesin yorgun geliyor?”

“Uyumadık gece işte.”  

“Ne oldu? Annem mi gene?”

“Aman, boşver!”

“Gece kalkıp dolaşmak mı istedi?”

“Yok, bu defa başka hikâye. ‘Burası benim evim değil, beni kendi evimize götür’ diye tutturdu.”

“Sen ne yaptın peki?”

“Sabaha kadar dil döktüm, ne yapayım? Şu prostat belası da var.  İşin yoksa saat başı tuvalete kalk, dur.”

Özlem, başına giren ağrıyı giderir ümidiyle, sol avucunun içini alnının ortasına sıkıntıyla bastırdı. 

 “Of baba, ne diyeyim! Allah kolaylık versin.  Gece lambasını yanık bırakın.  Bir yerlere takılıp düşme tuvalete gideyim derken. Balkon kapısı açık mı yatıyorsunuz hâlâ?”

Yaşlı adam boğazını temizledi.  Sesi biraz asabi çıkıyordu:

“Tabii. Gece gündüz açık olur bizim balkon kapısı, yaz kış. Bilmiyor musun?”

“Ankara’da havalar çok soğudu da.  Hele de bizim burada.”

“İzmir’de de soğuk ama biz alışkınız geceleri açık kapıyla yatmaya. Yoksa uyuyamıyoruz, biliyorsun.”

“Annem sen uyurken çıkıvermesin  balkona?”

“Yok yahu! Zaten çıksa ne olacak.  Parmaklık yaptırdım boydan boya.”

“İyi tamam. Belki sen de üşütmüşsündür.  Bir doktora git artık, belki de şu prostat işi ilerlemeye başlamıştır.”

“Gidecez bakalım, önce bir kendime geleyim de.”

Özlem karşı duvara sabitlenmiş rafın üstündeki ufak dijital saate baktı. 11:55.  İçini çekti, geriye kaykıldı: 

“Halamı gördüm dün gece rüyamda.   Anlatayım mı?”

“Dur.  Evvela sırtıma şu minderi koyayım, bekle.”

Babasının koç boynuzuna benzeyen, ucu yukarı kıvrık beyaz bıyığını, gri mavi gözlerini hayal etti.  Oturduğu üçlü koltukta sırtını dikleştirmiştir şimdi.  Sancıdan yüzünü buruşturmuştur.

“Off, yandım! Hay şu bel gibi!”

“Yapacak bir şey yok  baba.”

“Yaptıramadık bir ameliyat gitti.  Azap bunu çekmek yahu, azap!”

Özlem’in sesi tizleşti: “Olmuyor işte bu yaşta, ya masada kalırsan, Allah koru-”

“İyi iyi,” diyerek sözünü kesti babası,  “hadi, anlat sen şu rüyanı bakayım.”

Derin bir nefes aldı Özlem.  Pencereden süzülüp beyaz duvarlarda  ışıyan sonbahar güneşi ne kadar da parlaktı!  Kalbi bir anda sevinçle doldu.  Hevesle konuşmaya başladı.

“Bir yokuştan çıkıyorum.  Çok dik.  Yol kenarındaki ağaçlarda kocaman, sapsarı, olgun incirler var.  Neredeyse dallar kırılacak.  Her yer kalabalık, insan kaynıyor. Tur otobüslerinden inmişler, gezmeye gelmişler.  Yokuşu tırmanırken nefesim kesiliyor.  Korkuyorum kaybolacağım diye.”

“Eee?”

Uzun uzun anlatmak i̇sti̇yordu Özlem: “Ağlamak üzereyim, kaybolmama çok içerlemişim.  Tam o sırada halamı görüyorum.  Birdenbire, karşımda.  Genç sayılır daha, kırk beş yaşlarında.  Saçları kısacık, yüzü makyajlı.  Narçiçeği rujunu sürmüş.  Güle konuşa başka bir yokuştan iniyor.  Kolunda da biri var.  Bil bakalım kim var?

“Ne bileyim kim var?”

“Gene halam var.  Halam koluna kendini takmış. 

“De hadi canım, sen de!”   

“Rüya değilmiş gibiydi.  Her şey çok canlıydı baba.  Halamın kısa saçlı haliyle uzun saçlı hali kol kola girmiş. Uzun saçlısı bir bant takmış. Valla öyle.  Bana doğru geldiler. ”

“Eee?”

“Yanlarına koştum hemen. Kısa saçlısına,  ‘Hala ben kayboldum, kurtar beni,’ dedim.  Bana baktı, gülümsedi.  Koluyla sardı kafamı,  göğsüne bastırdı. Konuşmadı hiç.”

Babası da dinliyordu, konuşmuyordu.

“Halama sarılınca korkum geçti.  ‘Ben bu yokuşu çıkarım, kaybolmam artık,’dedim kendi kendime.  Sonra da yürüdüm, gittim.”

“Bu kadar mı?”

“Bu kadar.  Güzel mi?”

“Güzel ya.”

“İyi gördüm halamı, merak etme.  Hiç konuşmadı ama keyfi yerindeydi.”

“Mezarını da yaptırmak lazım artık onun.  İki seneyi geçti.  Değil mi?”

“Geçti baba, geçti.”

Gözleri daldı Özlem’in.  Odayı dolduran güneş solar gibi oldu.  Kalbindeki sevinç söner gibi oldu.  Yanağındaki sivilceye gitti yine parmağı. Kurumuş kan pıhtısını kopardı attı. 

Şu kasvet bir dağılsa.  Baba yine dimdik yürüse, gülse, askerlik anılarını anlatsa.  Pazardan ağır fileleri taşısa, eve getirse.  Anne mutfaktaki radyoyu açsa, zeytinyağlı yemekler yapsa, şarkı söylese.  Sonra durduk yere eskileri hatırlayıp  halaya gücense.  Hani ilk evlendiklerinde çok kıskanıyormuş da her yere onlarla beraber gitmek istiyormuş ya…

Biri gelse, hepimizi kollarının altına alsa.  Ilık bir rüyanın içinde göğsüne bastırsa. O rüya ne yaksa ne üşütse.

“Yarın belki ben de giderim hastaneye,” dedi yorgun baba.  Uzun uzun öksürdü.

Toparlandı Özlem.  “Git ya.  Bastonunu unutma.  Taksiye bin de git ama.  Yollarda yürüme sakın.”

“Öyle yapıcaz artık, başka türlüsü mü var bu saatten sonra…”

“Hadi kapatıyorum, anneme söylemeyi unutma.  Gene ararım.  Görüşürüz, tamam mı?”

“Görüşürüz kızım.”

Ekrana baktı.  11:59.  Telefonu elinde, koltuktan ağır ağır kalktı.  Pencereye doğru yürüdü.  Güneş tam tepedeydi.  Her gün türlü türlü insanın inip çıktığı, karşı caddenin sonundaki dik yokuşa takıldı kaldı gözleri.  Tırmandıkça yoran, yordukça yaşlandıran bir yokuştu ömür.  Güçten düştükçe, hastalanıp da bir türlü ölemedikçe, daha çok dikleşiyordu.   Ölüm, özlenen bir kurtuluş, beklenen bir dost oluyordu bu saatten sonra.

Mutfaktaki dolaptan bir ağrı kesici alması şart olmuştu. Perdeleri kapatmak için pencereye uzandı.  Tam o anda yokuşun sonunda başlayıveren o uçsuz bucaksız, bulutsuz gökyüzünün ne anlama geldiğini  kavradı Özlem. İçi titredi, gözleri yaşla doldu.  Yüreğinin ortasından coşup gelen güçlü dileği, dudaklarının arasından annesiyle babası için mırıldandığı sessiz duası oldu.

“Yokuşun sonunda şu aydınlık göğün kapıları ardına kadar açılsın size, yorulmayın artık, canlarım benim…”

Yorum yapın