Erdinç Akkoyunlu: “Edebiyat dediğiniz şey, yazarların birbirini taklit etmesi ve kıskanmasıyla devam eden bir sanattır.”

Aralık 23, 2021

Erdinç Akkoyunlu: “Edebiyat dediğiniz şey, yazarların birbirini taklit etmesi ve kıskanmasıyla devam eden bir sanattır.”

Söyleşi: Serkan Parlak

Erdinç Akkoyunlu ile geçtiğimiz günlerde Notos Kitap Yayınları tarafından yayımlanan ilk romanı “Babamın Cinayet Defteri” hakkında konuştuk.

Erdinç Bey, ilk romanınız “Babamın Cinayet Defteri” geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. Her ne kadar okuma ve yazma deneyimleri, işçilik ve gözlem gücü önemli olsa da ilham kaynaklarınız neler oldu, gazetecilik geçmişiniz metninize nasıl yansıdı? 

Aziz Nesin, boş vakitlerinde babası ile beraber sık sık hazine avına çıkarmış. Babası iflah olmaz bir defineciymiş. Bu işi uzun süre yapıyorsanız ya hiç hazine bulamamışsınız ya da bulmuş ama üstünü örtmüşsünüz demektir. Bir süre sonra altın veya mücevher bulmak geri plana itilir, onu aramanın hazzı her şeyin önüne geçer. Ankara’da Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde karşıma Türkçeye geçişten 2002 yılına dek olan yayınlanmış bütün gazetelerin arşivi çıkınca, hem hazine buldum hem de macera duygusuna kapıldım. Türkiye tarihi ne yazık ki çok iyi bilinmiyor. Oysa çok hareketli, maceraperest ve polisiye bir iklime sahip. 

Bir romancı için üç şey gerekir. Birincisi edebiyatı bilmek yani okumak. İkincisi yazı yeteneği olduğunu bu işin erbaplarına kabul ettirmek. Üçüncüsü ne yazacağına doğru karar vermek. İnsanlar genellikle ‘yazmayı istemek’ seçeneğini görünce eyleme girişiyor. Gerisi kişinin talihine kalmış. Dünya edebiyatı, bu anlatma sanatını hiç beceremeyen fakat ün ve para içinde yüzen insanlarla dolu. Geçmişte de böyleydi, günümüzde de böyle. O kişinin kaderi ‘zenginlik ve ün’  kalemi ile yazılmış. Eğer edebiyat yapmasaydı da, külot toptancısı olsaydı yine o zenginlik ve üne kavuşacaktı. Bu tür popüler örneklere özenerek yola çıkıp edebi donanımını ve kendi sınanmasını tam yerine getirmeyenlerin yanımda son sürat geçip, iyi yayınevlerine konuşlandığını, çok sattığını, el üstünde tutulduğunu, sonra televizyon, ardından dijital kanal diziler senaryo yazıp varlık içinde rotalarını izlediklerine şahit oldum. 

Aslında bu gördüklerim 1930’dan başlayıp 2005’e değin okuduğum gazetelerin sayfalarında başlayan ve biten onlarca şöhret hikayesinin yansımasıydı. Ezcümle, bir roman yazmak istedim. Bunun karakterlerini çalışmak için saha olarak kendime gazeteleri seçtim. Türkiye tarihi inanılmaz malzemelerle dolu. Roman gerçekliğine aktarmak için onca yaşam gerçeği kıvranıp duruyor. Ben de buna şahitlik ettim. Sonra gazetecilik yapmaya başladım, insanı daha yakından tanıyabilmek için. Bütün bunlar hayli işe yaradı: Babamın Cinayet Defteri sadece arşiv ve gözlem çalışması değil, o anlattığım üç edebi bileşeni potasında eritmeye dönük bir roman olduğu için metindeki her bir bölümü iki, üç ayda yazarak toplam beş yılda bitirebildim. Gazetecilik faydalı oldu. Hem benden öncekilerin hem benim eylemlerim romanda yer aldı. Ama altını çizeyim, arşivde dört yıl boyunca 1930-2005 arası gazeteleri okuduğum kadar Dünya ve Türk edebiyatını okumasaydım, bu romanın tek sayfasını bile yazamazdım. Yazardım ama böyle bir roman olmazdı. Ün ve para için zar atmış olurdum ki talihime bakınca, o zar kazandırmak yerine daha havadayken ikiye bölünürdü.  

Romanınızın temel bileşenlerine –dil ve anlatım, kurgu, karakterler, mekân, zaman- nasıl çalıştınız, taslağınızı nasıl geliştirdiniz?

Babamın Cinayet Defteri tek bir konu üzerinde odaklanmıyor. 1992 yılının son günlerinde Hürriyet Gazetesi’nin yazı dizisi muhabiri Altan Metin, kayıp tiyatrocu kardeşi Erkan’ı aramaktan yorulmuş, fakat kendi peşinde onu bir haftadır izleyen kişi artık yüzünü açık seçik beyan ederek takip halinde. Altan, bunun devlet tarafından gazeteciye gözdağı vermek amacıyla bir izleme olduğunu düşünürken, bir yandan uzaktan akrabası olan köy enstitüsü mezunu ve 1980 darbecilerinden cunta generalinin kardeşinin katili Samet Kadıoğlu’na, bir yandan da GAP nedeniyle arazileri değerlenince, yeğenini bulmaya gitsin de düşmanları onu öldürsün diye İstanbul’a yollanmış Şanlurfalı eski katil Resul Yıldırım’a ev sahipliği yapıyor. Altan bir yandan âşık olduğu komşusu Burçin’den kardeşi Erkan’ın sırlarını öğrenirken, bir yandan 1980 öncesi öldürülen Cumhuriyet Gazetesi’nin polis muhabiri babası Baretta Gölgesiz Kemal Metin’in, her biri silah markası lakaplı katil olan Benelli, Mauser, Parabellum, Smith Wesson ismini almış öteki gazeteci arkadaşlarının cinayeti itiraf etmelerine uğraşıyor. Bir yanda Almanya’da Neonaziler’in yaktığı Türkler, Bosna’da Sırplar’ın öldürdüğü Boşnaklar’ı haber yapmaya çalışırken, bir yandan sonu Uğur Mumcu suikastına gidecek sürece dahil olmamaya uğraşıyor. 

Roman sadece 1992’de geçmiyor. Bir üst kurmaca olarak Gölgesiz Kemal Metin’in cinayet defterinden de parçalar romanda kendine yer açıyor. Evet roman yazılırken, bu metin romana zorla dahil oluyor. O nedenle postmodern bir metin. 1609-1617 yıllarına götürüyor bizi. Sultanahmet Camii’nin inşası sırasında Ermeni bir ustanın bu caminin çinilerini yaptığını kimsenin bilmesi istenmiyor. İlginç bir cinayet işleniyor. Sonra 1970’lere götürüyor bizi. Topkapı Sarayı’nda her şeye karar veren, sarayı asıl yöneten ve zenci oldukları için Karaağalar denilen bölümdeki insanların gizemlerine göz atıyoruz. 

Böyle çok mekanlı, çok  karakterli, çok katmanlı metinler yazarken her bölüme ayrı eğilmek gerekir. Ben Tolstoyvari denilen önce karakterleri ve romanda geçmeyen hikâyelerini anlatan üslupla ilerledim, sonra her karaktere uygun bir anlatı bulmaya uğraştım. O nedenle roman beş yılda bitti. 

Romanınızın atmosfer anlamında en belirleyici unsuru İstanbul, Özer Ataoğlu’nun Oggito’daki nitelikli yazısında belirttiği gibi bir taraftan da en önemli roman karakteri.  Ne dersiniz?

Dostoyevski’nin St. Petersburg’u, James Joyce’un Dublin’i, Paul Auster’in New York’u, Balzac’ın Paris’i, Calvino’nun Venedik’i, Marquez’in Karayipler’i, Necip Mahfuz’un Kahire’si, Atilla İlhan’ın İzmir’i, Carterescu’nun Bükreş’i var edebiyatta. Şehir dediğin şey gelişen, değişen, insana fikirler ilham eden canlı bir varlıktır. İnsanın şehri değiştirdiği kadar şehir de insanı değiştirir. Bugün 1930’ları anlatan Sait Faik’in İstanbul’u ile 1960’ları anlatan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın İstanbul’u aynı mı? Orhan Pamuk’un anlattığı İstanbul genelde Cihangir’den görünen hali. Bu bir eleştiri değil, Orhan Bey’in penceresi böyle kurulu. Ben 1990’ların İstanbul’unu anlatıyorum. Soba dumanı ile sisin karıştığı zehir; nüfusu artan, ulaşımı azalan, kalabalık, yorgun bir şehir. Binalar 1950’lerden kalma, kirli, zayıf. İnsanlar darbeden yeni çıkmış, ülke dört nala liberalleşiyor. Günümüzün temelleri atılıyor. O günlerin İstanbul’unu anlatmak istedim. 

Usta polisiye yazarlarımızdan Çağatay Yaşmut’un 221B Dergi’de belirttiği gibi (Kasım-Aralık 2021, s.26) “Babamın Cinayet Defteri tam anlamıyla bir polisiye roman olmamakla beraber anlatısında siyaset, tarih ve cinayeti harmanlayan ve yakın tarihimize ışık tutan çok katmanlı bir roman.” Siyasi cinayetlerden birini odağa alarak bildik anlamıyla (cinayet-soruşturma-çözüm) bir polisiye romanda kurgulayabilirdiniz. Bu mesele hakkında neler düşündünüz?

Ben polisiye yazarı değilim.  Gülün Adı, manastırda işlenen cinayetleri aydınlatmaya dönük bir roman. Türü polisiye olabilir ama ona polisiye denmez. Karamazov Kardeşler’de  Baba Karamazov öldürülür. Cinayet soruşturulur. Ama polisiye roman değildir. Edebiyat anlatı içinde kendine biçim olarak polisiyeyi seçebilir. Ben de Babamın Cinayet Defteri’nde böyle yaptım. Baretta Gölgesiz Kemal Metin, şarkıcı Sevda Peri’nin Medrano Sirki’nden kaçan aslan Mario tarafından öldürülüşünü anlatıyor ama hikâye 1974 Kıbrıs Savaşı nedeniyle uygulanan ambargoda yağı, gazı, şekeri bulamayan halkın bu cinayet ve kayıp aslan paniğinden tuttuğu orucu anlatıyor. Kurgu içinde bir başka kurgu var. 17. yüzyılda geçen bir başka romanım var, yayınlanmasını umuyorum. Orada işlenen dört cinayeti aydınlatan bir grubu anlatıyorum o da polisiye roman değil. Polisiye ayrı bir türdür ve okurla sadakat içinde bir işbirliği gerektirir. 

Sizce romanda döneme göre bazı konular, izlekler ön plana çıkıyor mu?

Edebiyat nasıl ortaya çıktı? Matbaa teknolojisinden önce de edebiyat vardı. Kitaplar elle çoğaltılıyordu. Cervantes, Don Quijote’yi yazdığında matbaa baskısı yoktu. Ama şövalye romanlarından etkilenen bir şövalyenin hikâyesini anlatan bir roman yazdı. Kitaplardan etkilenen bir kitap. Edebiyat, kitap tüccarlarının insanlara ürün satma arzusuyla sektör oldu. Bu alışveriş olmasa biz büyük yazarların hiçbirini tanıyamazdık. Sonuçta çok satan, popüler olan daima taklit edilir. Şimdi bunu okuyan kişi yüzünü ekşitir. Ekşitmeyiniz. Edebiyat dediğiniz şey, yazarların birbirini taklit etmesi ve kıskanmasıyla devam eden bir sanattır. Hiçbir roman yok ki bir başka romandan çıkmış olmasın. Bu sebeple, yukarda söylediğim gibi, kişi edebiyata “Ben yazmak istiyorum” maddesini işaretleyip öteki yetenek ve çalışma şıklarını boş bırakarak girerse, ilk yapacağı şey çok satanı, dönemin popülerini taklit etmek olur. Edebiyatı edebiyat yapan taklitse o özenilen yazardan öğrenmeye dönük, onu yüceltecek şekilde göndermeler yapmaktır. Türk edebiyatı son yirmi, yirmi beş yıldır tek tip hale geldi. Neden? Yayınevlerinin editörleri toplu hareket ediyorlar ve bir beğeniden başkasına prim vermiyorlar. Türkiye’de kısa anlatı yapan, betimlemeye girmeyen, sayfa sayısı az ve Batı tarzını kendine örnek alan, Türkiye’nin dertlerini yüzgeri eden bir metin yazıyorsanız, biraz da sosyal akrabalık bağınız varsa; o yayınevi ile tanışmak, aynı sosyoekonomik yapıdan, aynı siyasi anlayıştan olmak gibi, yayınlandınız gitti demektir. Yayınlananlar gerçekten gittiler. Çevrildiler. Ama yurt dışında kimse onları okumadı. Latin Amerika cayır cayır edebiyat yaparken, dilin imkanlarını kullanır, ülkesini dünyaya anlatırken; Japonlar, İspanyollar yeni edebiyata yelken açarken, Anglosakson edebiyatı yükselirken kim ne yapsın Türkiye’nin artık Batı’nın terk ettiği bireyselciliği anlatan, taklit edebiyatını? 

Roman türünde başucu yazarlarınız kimler ve başucu kitaplarınız hangileri?

Edebiyatta başucu kitabı olan kendini minareden aşağı atsın. Her romanın, her metnin, her öykünün ayrı bir özelliği vardır. Zihnimde bunları durmaksızın kategorize ederim. Borsadaki şirketlerin inip çıkması gibi, ben de okudukça romanları, öyküleri, tiyatro oyunlarını hatta izlediğim filmlerin senaryolarını zihnimde kategorize eder yer değiştiririm. Fakat… Benim edebiyat literatüründe kullanılan bir tanımım var. ‘Büyük Öğretici Yazar.’ Bir yazar sadece yazmıyor; bunu yaparken metin kurmayı, kurguyu, biçim özellikleri yaratmayı da bu amacı gütmemesine rağmen öğretiyorsa o büyük öğretici yazardır. 

Tolstoy, Dostoyevski, Yaşar Kemal, G.G. Marquez, İtalo Calvino, Sait Faik bunlar Büyük Öğretici Yazarlar’dan bazıları. Ama liste çok uzundur.

Erdinç Bey, özellikle Dünya edebiyatı ve klasikler hakkında düzenli olarak nitelikli eleştiri ve inceleme yazıları yazıyorsunuz. 2021 yılının son günlerindeyiz, bu yılın edebiyat dünyası açısından genel bir değerlendirmesini yapabilir misiniz?

Salgından çıkmaya çalıştığımız, normalleşmeye uğraştığımız bir yıl oldu. Ekonomik gerekçelerle fazla kitap yayınlanmadığı gibi artık okur da sosyal sorunlar, hayat yorgunluğu ve ölüm korkusunun yaygınlaşmasının etkisiyle kitap okumuyor eskisi gibi. Çok satan Türk yazarları 2017 yılında 500 bin baskıya yaklaşmışken, şimdi 200 bin baskı yapanlar ilk sırada yer alıyorlar. Aynı yılda Türkiye’de 2.000 roman yayınlanıyor, bunun 1.500’ü bir yazarın ilk romanı oluyordu. Sayı sanırım 500’lere düşmüştür. Butik yayınevinden kitapları çıkan arkadaşlarım beni bağışlasın. Her listede mutlaka haksızlık vardır. Çünkü onların metinlerini değerlendirme imkânım olmadı. Fakat şunları sayabilirim:

-Veba Geceleri – Orhan Pamuk

-Kayıp Tanrılar Ülkesi – Ahmet Ümit

-Küçük Şeylerin Felsefesi – Francesca Rigotti.

edebiyathaber.net (23 Aralık 2021)

Yorum yapın