Öykü: Yeşile çalan | Tülay Korkmaz Devrani

Mayıs 11, 2023

Öykü: Yeşile çalan | Tülay Korkmaz Devrani

“Yasemin’e âşığımmm!” narası apartmanı inletiyor. 

“Hıhı. Tamam canım. Âşıksın!”

“Ölüyorummm…” diyor dili hafif dolanarak.

“Tamam Soner… Ama içeri girelim. Kapının eşiğinde kalamazsın. Sen kendini kaldırmazsan gücüm yetmez seni içeri taşımaya. Hadi tut elimden.”

“Bennn… Kendim kalkarım… Çe-kil seen!” derken elime yapışıyor. Güçlükle kaldırıyorum doksan beş kiloluk adamı.

“Tamam, oldu,” diyorum, “Şimdi omzuma yaslan.”

Dar uzun koridoru yalpalayarak geçiyoruz. Oturma odasına vardığımızda karşılıklı duran pembe bej çizgili iki kanepeden birine bırakıyor kendini.

“Seviyorum Yasemin’i!” diye bağırıyor bir kez daha.

“Ya-se-miin…” derken sesi gittikçe zayıflıyor, içine kaçıyor. Önce ayakkabılarını sonra çoraplarını çıkarıyorum. Gömleğinin düğmeleri göbeğine kadar açılmış; ara ara beyazlamış kıvırcık tüyleri pörtlemiş. Nişanlıyken ona hediye ettiğim, yıllardır boynundan çıkarmadığı gümüş zinciri floresan ışığında parlıyor.

“Ayhan…” diyor, “Yasemin… Ne kadın ama! Yasemin’i alalım bana.” Kırmızı burun ucu, kaymış gözleriyle öyle masum bir yüz ifadesiyle söylüyor ki gülümsüyorum.

“Olur Soner,” diyorum, “alırız.”

Yasemin her çarşamba televizyonda oynayan dizideki kadın karakter. Soner çok beğeniyor onu. Kızıl saçları, tombul yanakları, hokka gibi bir burnu, yuvarlak kalçaları, iri memeleri var. Dünyada en az benzediği şey ben olabilirim. Yasemin’in hikâyesi bildik; küçükken zengin ailesinden kaçırılıp çingeneler tarafından büyütülmüş. Âşık olduğu adamın yalıda oturan zengin ailesi kızı biraz daha hor gördükten sonra bu gerçek ortaya çıkacak; eli kulağında. Yasemin’i canlandıran oyuncu o kadar kötü rol yapıyor ki fazla konuşturmuyorlar onu. Hülyalı hülyalı bakıyor sağa sola, bazen de dans ediyor ama bence o konuda da pek başarılı değil. Bir bana benzemiyor, bir de çingeneye. Her hafta beraber izliyoruz diziyi. İzlerken hiç yorum yapmıyor Soner. Ama ne zamanki kafası güzelleşiyor, ‘Yasemin de Yasemin’ diye tutturuyor. Zararsız sarhoşluğunun tek tutkulu isteği mutlu mutlu dans eden körpe çingene.

“Ayhan,” derken doğrulmaya çalışıyor, “Senin adın neden Ayhan?” İkinci fasıl başlıyor. Sırf adım yüzünden adamın kendini iyice alkole verdiğini düşünüyorum.

“Aman Soner, biliyorsun ya!” diyorum. Soner tek elini çaresizce sallayarak, “Yahu biliyorum da… Hiç insanın karısının adı Ayhan olur mu? Keşke adın Yasemin olsaydı be Ayhan,” diyor kıkırdayarak.

Benimki de bildik hikâye. İki kızdan sonra erkek beklemişler beni. Kız olduğumu duyunca hastaneye bile gelmemiş babam; amcamlar çıkarmış annemi. İnşaatlarda yanında çalışacak, işleri büyütmesine yardım edecek aslanlar gibi bir erkek çocuk hayali de tamamen suya düşmüş. Oğlu olsaymış Ayhan koyacakmış adını. Annem, “Kız ama olsun, Ayhan ismi çok yakışır buna,” deyince pek bi hoşuna gitmiş babamın. Dedem, hemen kulağıma üfleyivermiş adımı ezan eşliğinde.

Babam gece gündüz demeden çalışırmış inşaatlarda. Sırf kız olduğumuzdan değilmiş ilgisizliği, vakti de olmazmış bizi sevmeye. Çok nadiren de olsa beni kucağına alırmış. Ben o zamanları hatırlamıyorum tabii. Annem ismime bağlardı bu durumu. ‘Adının ekmeğini çok yedin sen,’ derdi. ‘Ayhan değil de Hanife koysaydık sen de nasiplenemezdin baba kucağından,’ diye eklerdi. Birkaç yıl sonra, işleri büyüteceğim diye tutturmuş babam. Kuzenleriyle ortaklık kurmuş. Dedem, annem çok demişler, yapma, etme diye ama hiçbirini dinlememiş. Sonrası yine bildik hikâye. Kuzenleri bir olup dolandırmışlar babamı. Az kalsın hapis bile yatacakmış. Elde avuçta ne varsa satıp borçları ödemiş ama kendini toplayamamış bir daha. Gençlik yıllarında da düşkün olduğu ama evlenince araya mesafe koyduğu alkolle haşır neşir olmuş yeniden. Başı secdeden kalkmayan dedemin ve ninemin ne duaları işe yaramış ne tehditleri. Namı diğer yakışıklı Necmi, sarhoş Necmi’ye dönmüş, biz de sarhoş Necmi’nin kızlarına.

Sözün gelişi değilmiş lakabı babamın, gerçekten yakışıklı bir adammış. Annem arada uzaklara dalar, “Yeşile çalardı gözleri, hiç öyle bir göz rengi görmemiştim,” diye anlatırdı. Hemen arkasından, “Gözü çıksaydı da ben de bakmaz olaydım,” diye hayıflanmaya başlar kahrederdi kendini. Bana da “Bir tek sen almışsın babanın gözlerini,” derdi. Göz ucuyla baktığımdan mıdır yoksa onun gözleri hep kaydığından mı, bilmezdim babamın gözlerinin rengini. Zaten pek karşılaşmazdık. Onun eve geldiği saatlerde biz çoktan uyumuş olurduk. Annemden tembihliydik. Ne olursa olsun ne duyarsak duyalım yataklarımızdan çıkmayacaktık. Aynı anda evde olduğumuz zamanlarda da onunla annem ilgilenir, o bize, biz de ona yokmuş gibi davranırdık. Annem babam evdeyken de yokken de sürekli söylenirdi. O kadar lafı arka arkaya sıralamaya hiç üşenmezdi. Hele anlatacak birini buldu mu öyle bir coşardı ki, susturabilene aşk olsun. Annemin zoruyla ara sıra bir yerde çalışmaya başlasa bile, birkaç günlük yevmiyeden sonra ya kendi bir bahane bulur işe gitmez ya da ‘sen gelme artık’ diye kapının önüne koyarlardı babamı. Dedemin ölümünden sonra babaannemin kapımıza bıraktığı kırıntılarla gurultusu dinmeyen karnımızı doyurmak anneme düştü. Gündeliğe gitmeye, restoranlarda yemek yapıp bulaşık yıkamaya başladı. Babam hiç oralı olmadı. Babaannemin dedemden kalan emeklisini de annemin gündelik işlerden getirdiğini de şişelere gömmeye devam etti.

Soner, yavaş yavaş hortlayan bir ölü gibi doğruluyor kanepede. Kolumdan çekip yanına oturtuyor beni. Gözlerindeki boşluk yerini derin bir hüzne bırakmış.

“Ayhan.”

“Efendim Soner.” Dura dura anlatmaya başlıyor.

“Kasada eksik çıkmış dün. Nihat Bey sabah bi girdi atölyeye… Off… Bağırıyor, çağırıyor. Anladım ben… Ne zaman böyle bir şey olsa…” cümlesini tamamlayamıyor, yutkunuyor.

Uzanıp elini tutuyorum. Bundan güç almış gibi devam ediyor. “Suçlu gibi dikti beni karşısına, abuk sabuk konuşmaya başladı,” derken gözü halıya dalıyor. Dili gibi desenler de dolanıyor birbirine.

“Dün ben çıkmışım en son… Suçu kabullenmezsem kötü şeyler olurmuş…” Bir süre susuyor. Aklını toplamaya çalışıyor.

“Eee,” diyorum tuttuğum elini sıkarak.

“Eee si, kasa açık kasa açık deyip durdu deyyuzzz. Aklı sıra beni korkutacak. Ama ben ne dedim biliyor musun?” derken kafasını kaldırıyor halıdan. Ayağa fırlıyor, sağ elini havaya kaldırıp baş parmağını tavana uzatıyor. “O kasayı senin g…ne sokar, g…de açarım dedim,” diye bağırıyor coşkuyla. Gülmeme engel olamıyorum.

“Demeseydin keşke öyle,” diyorum. “Hem içerde paran yok muydu senin? Onu da vermezler şimdi.”

“Vardı, vardı. Olmaz mı? Yirmiii… Ne yirmisi! Yirmiki günlük yevmiyem vardı. Ama zaten vermeyeceklerdi be Ayhan. Kasada açık yoktu belki… Belki de vermemek için yaptı pezevenk… Hem varsa bile…” Öne arkaya yalpalamaya başlıyor. “Ben çalmadım be Ayhan. Sen beni bilirsin. Ben harama…” derken gücü tükenmiş gibi yeniden kanepeye bırakıyor kendini. Az önce fezaya uzanan eller bu kez omuzlarını çökertmek için yere doğru sarkıyor.

Para meselesi değildir mevzu. Benim adam doğrucu Davut; her girdiği işyerinde hemen göze batıyor. Çaycıya az mı para veriliyor, gidiyor patrona, “yazıktır geçinemiyor bu adam,” diye dil döküyor. Fazla mesai mi ödenmiyor, bizim cengâver en önde! ‘Öğlen daha iyi yemek çıkarın’ diye bir önceki patronunun karşısına dikilince, adam “Marksist misin sen?” demiş. “Sensin o,” diye adamın üstüne atlamış. O gece de sarhoş gelmişti eve, dili dönüp söyleyemedi bile kelimeyi. “Küfretti it bana,” deyip durdu.

“Biraz tartakladılar beni,” diyor Soner. “Sonra hoop! Kapı dışarı.” Suratının sol tarafına bakılırsa tartaklama değil bu, bir temiz benzetmişler.

“Boş ver şimdi sen bunları. Yarın bakarız bir çaresine,” diyorum. “Hem Seyfi hâlâ orada çalışmıyor mu? O bulmuştu bu işi sana. Bir orta yol…” derken yeniden alevleniyor ortalık.

“Seyfi’nin de Allah belasını versin! Yapmaz Soner öyle şey, diyemedi. O şehla gözlerini dikti yere,” diyor hem kızgın hem kırgın. Sağ elini göğsüne vurarak ekliyor. “Ben… Ben onun için neler yaptım Ayhan… Sen biliyorsun. Selma’nın abileri vuracaktı onu. Ben siper ettim kendimi, canımı koydum ortaya. O hıyar, Soner yapmaz diyemedi… Puşşşt.”

“Hadi hadi,” diyorum, “Yatalım şimdi. Yarın ola hayrola.” Aşağı sarkmış gözleriyle küçük yavru bir köpek gibi suratıma bakıyor.

“Ama…” diyor, “Ama senin şu makineyi…”

Bu kez ben fırlıyorum ayağa. Üç karış odada volta atarak, “Amann Soner, onu da boş ver.” diyorum. “Alırız sonra, elimde yıkayıveriyorum iki dakikada, kalabalığımız da yok zaten.” Eziliyor, biliyorum. Hırgür çıkarsam daha iyi hissedecek kendini. Mahcubiyet alkol gibi yayılıyor tüm vücuduna. İçinden atmak için hıçkırmaya başlıyor. Hık seslerinin arasında

“Ayhan,” hık, “tövbe edicem ben,” hık, “içmeyeceğim bir daha,” hık.

Bu defa ben susuyorum. Bu defa iyi olmak gelmiyor içimden.

“Ahh be kadın, tamam desene, tövbe et, içme desene… Sen de mi inanmıyorsun bana?”

Yanına oturuyorum tekrar ama ona değil yere bakıyorum. Halının desenlerini karıyorum yeniden.

On yaşındaydım. Annem bir gün işten dönmedi. Babam o gün eve ayık geldi. İş yerinde fenalaşmış annem, hastaneye kaldırmışlar. Üç kız kardeş ağlamaya başladık. Annemin hastalığı bir yana yabancı bir adamla aynı evin içinde bir başımıza kalmıştık. Her şeyi çekip çeviren, babamla aramızda aşılmaz bir dağ gibi dikilen annem olmayınca ne babam ne de biz ne yapacağımızı bilemez vaziyette kalakalmıştık. İlk günler gerçekten garipti. Ev ve yemek işleri ablamlardaydı. Ben evin küçüğü olduğum için bana yapacak bir şey kalmıyordu. Annemin hastane süreci uzayınca babam işe girip çalışmaya başladı. Akşam oldu mu elinde poşetlerle işten geliyor, biz getirdiklerini elinden alıyor, ayağına terlik veriyorduk. Birbirimizin suratına bakmıyor ve fazla konuşmuyor olsak bile sofraya beraber oturuyor, birkaç kelam ediyorduk. Yemekten sonra babam kanepeye uzanıyor, televizyon izliyordu. Onun bu saatlerde, hele ki ayık bir vaziyette evde olmasını başlarda yadırgasak bile çabucak alıştık varlığına. Hatta bu yeni durum o kadar hoşumuza gitti ki neredeyse annemin hastalığını unuttuk. Akşamları babamın yolunu gözler olduk.

Bir akşam yemekten sonra babam yattığı koltuktan doğruldu. “Ayhan,” dedi, “Tıraş olacağım ama banyo çok soğuk. Takımları buraya getirsene.” Kışın havalar soğuduğunda evin soba yanmayan diğer odaları gibi banyo da buz gibi olurdu. Sadece pazar günleri yakılan kazanla hamama dönerdi. Annem babamı iş aramaya göndereceği günlerde yüzü gözü açılsın diye tıraş olmaya ikna ederdi. Bütün eşyaları sobanın yandığı bu odaya getirir, babam da oturduğu yerde tıraşını olurdu. Annemi izlediğim yıllar içinde neler yaptığını çok iyi öğrenmiştim. Bir koşu banyoya gittim. Küçük gri renk tıraş tasını, tahta sarı saplı fırçayı, tıraş kremini ve bıçağını bir seferde odaya taşıdım. Evin girişinde asılı beyaz çerçeveli dikdörtgen aynayı da getirdim. Sandalyeyi babama doğru çevirdim, üzerine muşamba örtüsünü serdim, ocakta ısıttığım suyu tıraş tasının içine doldurdum. Babam fırçasını sıcak suda ıslattı, üzerine tıraş kremini sıktı. Yanağından başlayarak tüm yüzünde gezdirmeye başladı. Ben de yanında durmuş kıpırdamadan onu seyrediyordum. Arada köpüğü artırmak için fırçayı tekrar suya batırıyordu. Birden bana döndü. İrkilerek bir adım geri sıçradım. Yeşile çalan gözleriyle ilk karşılaşmamdı. “İnşallah gözlerim gerçekten onunkilere benziyordur,” diye düşündüm; çok güzellerdi.

Babam elindeki fırçayı bana uzatarak, “Biraz da sen köpürt bakalım Ayhan Hanım,” dedi. Babama doğru büyük bir adım attım. Fırçanın tahta sapını değerli bir mücevher taşıyormuşum gibi tuttum, babamın yanağında gezdirmeye başladım. İyice köpürsün diye arada ben de onun gibi suya batırıyordum. Tüm suratı karla kaplanmış gibi bembeyaz oluncaya kadar devam ettim. Fırçayı elimden alınca oyuncağımı kaybetmişim gibi içim acıdı. Kafamı yere doğru eğiyordum ki yanağımda bir gıdıklanma ve ıslaklık hissettim. Babamın yüzünde yaptığı şeyden duyduğu memnuniyeti gösteren kocaman bir gülümseme yayılmıştı. Gözleri sıcacıktı. Sonra burnumun üzerine sürdü fırçayı. Elimi burnuma değdirdim. Beyaz köpük elime bulaştı. Kendi yanağından aldığı köpükleri suratımın sağına soluna sürmeye devam etti. Deli gibi gülmeye başladım.  Ben güldükçe o da güldü. Boynundan çıkardığı havluyla yüzümü silerken, o da tıraş bıçağının tersiyle yanağındaki köpüğün fazlalığını aldı. Ardından bıçağı bana uzatarak, “Favorileri de sen al,” dedi. Hiç korkmadım. Sol elimle yanağını gerip sağ elimdeki bıçakla bir iki seferde favorisini kestim. Aynada kontrolünü yapan babam hoşnut bir ifadeyle gülümseyerek diğer yanağını çevirdi. Aynı şeyi o yanakta da yaptım, öncesinde bıçaktaki köpükleri tasın içinde temizledim, onun yaptığı gibi iki tarafa vurdurarak. Tıraşı bitince ısıttığım suyla yüzünü yıkadı. Vitrinden alıp eline boca ettiğim kolonyayı yüzüne hafif hafif vurdu. Yanan yerleri soğutmak için eliyle de yelpaze yapıyordu. Ben de var gücümle üfleyerek soğutma çabasına destek verdim. Tüpten eline sıktığı Arko kreminin kokusu odayı kapladı. Bir an boynuna sarılıp zayıf, çökük yanağına gömülmek ve onu doyasıya öpmek istedim. Fiziksel olarak çok yakın olsam da babamın yanağıyla aramdaki mesafe öyle kolay kapanacak türden değildi. Kolonyayla karışan kremin kokusunu derin derin içime çekmekle yetindim. 

Bir akşam babam yanında annemle çıkageldi. Annemin gelmesiyle birlikte babamın eski haline döneceğini, bizim iki kişilik oyunumuzun da sona ereceğini düşünerek neredeyse üzüldüm. Zavallı kadın bunu hak edecek hiçbir şey yapmamıştı. Ablamlara bile bir tedirginlik çökmüştü. Babam hepimizi bir araya topladı. Annemin gözlerinin içine bakıp, “Tövbe ettim,” dedi, “Bir daha asla içmeyeceğim.” Annemin ağlamaklı bakışlarında ilk defa yeşeren bir umut gördüm. Babama inandı, methiyeler düzdü. O akşam hep beraber sofraya oturduk, belki de ilk kez birbirimizin gözüne bakarak konuştuk. Ben yemek boyunca bir dahaki tıraşta babamın boynuna sarılıp onu doyasıya öpeceğime kendi kendime söz verdim. Gece heyecandan uyku tutmadı. Ertesi akşam aynı sofra yine kuruldu; hepimiz babamı dört gözle bekledik. Ben tıraş takımını hazır ettim. Yemekten sonra o istemese bile önüne koyacaktım. Ama o gelmedi. Gece yarısı kapıda sarsak ayak seslerini duydum, sonra annemin söylenmelerini. Oyun bir daha başlamamak üzere sona ermişti. Babam tıraş olmayı bıraktı. Annem de onu iş araması için ikna etmeyi. Çökük yanağını gizlemek istercesine gittikçe uzayan sakalları onunla aramda yeniden bir duvar ördü. Gözlerini de bir daha hiç görmedim.

Soner’e bakıyorum. Hâlâ çok üzgün görünüyor. Sarhoşluğunun bu hâlini sevmiyorum. Keşke tek derdi Yasemin olsa ya da benim adım. Yanağına uzanıp bir öpücük konduruyorum. Yeni çıkan sakalları yüzüme batıyor.

“Soner,” diyorum, “Bak aklıma ne geldi. Gel seni tıraş edelim.”

“Tıraş mı? Ne tıraşı?”

“Sakal tıraşı!”

Boş boş bakıyor suratıma.

“İstemem!” diyor dudağını bükerek. Hafiften sırtını dönüyor, ona inanmadığım için küsmüş bana. 

“Ama Yasemin,” diyorum. Yasemin’i duyunca hınzır bir gülümseme yayılıyor suratına. “Güzel kadın,” diyorum.

“Hee Ayhan, güzel di mi? Nasıl dans ediyor ama…”

“Çok güzel… Ama şimdi Yasemin şu kapıdan içeri girse, seni böyle görse ne der,” diyorum.

Kapıya doğru bakıp, “Ne der” diye soruyor kafası karışmış vaziyette. Allak bullak olmuş suratıyla o kadar çaresiz görünüyor ki! Gerçekten öyle bir anı hayal etmeye çalıştığı ama şu anki akıl melekelerinin buna izin vermediği belli oluyor. “Aaa,” der. “Bu saçı sakalı birbirine karışmış adam da kim der?”

“Öyle mi der?”

“Öyle der tabii.”

“O zamaaan, gidip tıraş oliiiim bennn…” diyor çocuksu bir heyecanla.

“Yok,” diyorum, “Sen dur. Sen hiçbir yere gitme.”

Banyoya gidiyorum. Dolabın içinden tıraş takımını topluyorum. Aynayı çıkarıyorum çivisinden. Tası dolduruyorum sıcak suyla. Soner’i oturtuyorum aynanın karşısına. Fırçayı köpürtüyorum bir güzel. Kirli sakalının üzerinde gezdirmeye başlıyorum. Gıdıklanıyor ya da huylanıyor, çocuk gibi kıkırdıyor. Sonra birden elimi tutup bana dönüyor. Yüzünü o kadar yaklaştırıyor ki, köpükler suratıma bulaşıyor.

“Ayhan… Biliyor musun,” diyor, “Sen Yasemin’den daha güzelsin… Bir kere gözlerin yeşile çalıyor.”

edebiyathaber.net (11 Mayıs 2023)

Yorum yapın