Öykü: Vişne hoşafı | Ecehan Biçen

Aralık 10, 2019

Öykü: Vişne hoşafı | Ecehan Biçen

Amcam’a

Bulutlar dağılmış olmalı. Güneş dantelin deliklerinden süzülüyor; koltukların kadifesine, ahşap konsola, gümüş şamdanlara vuruyor. Artık odanın loşluğu, uçuşan tozlar daha belirgin. Sanki ışık içeri tamamen dolsa Orhan Bey’in kanı yine deli akacak. Ağrılar dinecek, kemikler kuvvetlenecek. Dilaltı hapları, insülin iğnesi, tansiyon aleti balkondan düşüp parçalanacak.

Hey gidi ihtiyar çınar, nüfus kâğıdı eskidi, kazık mı çakacaksın dünyaya.”

Gömüldüğü koltuktan bastonuna dayanarak kalktı, hafif bir inilti, terliklerini halıya sürüyerek pencereye ulaştı, hızla çekince perde kornişin sol tarafından çıktı. Elinin körü! Nazmiye görünce söylenip duracak. Misafir gelecek de tek başıma takamam da şimdi sırf bunun için kadını tekrar çağıracağım da bedavaya gelmiyor da bir sürü masraf çıkardın başıma… Allah çeneyi bol vermiş, gerisini koyuvermiş.

Yan odaya kulak kabarttı. Belli belirsiz bir horlama. İyi iyi, daha uyanmaz. Yine sabaha kadar oturmuştur. Elinde hesap makinesi, oradan kira geldi, buraya para gidecek… Ne yapacaksa onca birikimi. Çoluk çocuk da yok ki düşünmesi gereken. Levazımatçıyı arayıp kefen diktirmeli şuna. Bol ceplisinden. Hazır, doğum günü de yaklaşıyor.

Çıt çıkarmamaya çalışarak pencereyi açtı, kelindeki beş on tel saç havalandı. Etrafta buram buram toprak kokusu, cıvıltılar; yüzünde sabahın serinliği. Kim demişti, hangi yazar, takvim yaprağında okumuştu galiba, “Sadece bahar günleri için bile yaşamaya değer” anlamında bir şeyler. Gülümsedi. Apartman bahçesindeki vişne ağacı çiçeklenmiş, taze gelin gibi. Meyveleri temmuza kadar iyice kızarır. İçini çekti. Çocukluğunun akşamlarında tüm aile sofraya toplanırdı. Adviye Teyze ve Behçet Amca vardı, konağın hizmetçisi ve bahçıvanı, onlar da otururdu. Kahkahalar, sıcak ekmek kokusu, babasının mırıldandığı şükür duaları, kaselerde annesinin yaptığı hoşaf, içinde yüzen vişne taneleri…

Ağzını şaplattı. Tadı hâlâ damağında. Biri yapsa da yese. Eve temizliğe gelen kız mesela. Zeynep. Araları iyi. “Orhan Amca, Orhan Amca” diyor, başka şey demiyor. Belki eline Nazmiye’den gizli para tutuşturduğu içindir. Ama gülümseyişi içten. Gamzeleri ne zaman belirse çakır gözleri de ışıldıyor. Rica ederse kendisini kırmaz. Doktoru hatırlatır ama azıcık ısrara dayanamaz, mutfağa geçer.

Ayaklarına baktı, daha çok şişmişler. Bilek kalmamış. Ağacın çiçeklerini döküp meyveye durması, onların kızarması temmuzu bulur. Eliyle kalbini yokladı. Yavaş atıyor. Dört beş ay dayansa bari. Son bir yaz yaşasa, doya doya. Güne şeftaliyle başlasın. Isırarak yesin, suyu çenesinden, kolundan aksın. Arada kütür kütür kirazlar, bal kıvamlı kayısılar. Akşamları karpuz kavun, yanına peynir. Yıllardır uzak durduğu tatlıları afiyetle götürsün. Baklavalar, güllaçlar, çikolatalı pastalar…

Doktor “hastaneye yatmazsanız ölürsünüz” derken ne kast ediyordu acaba. Tabii ki ölecek, dünyaya kazık çakacak değil ya. Bunu bilmek için müneccim hurması yemeye, tıp fakültesinde yıllarca dirsek çürütmeye gerek yok. Ama ne zaman? Şu saatten sonra on yıl istemez zaten. Ağız tadıyla yaşamadıktan sonra… O soğuk, beyaz çarşaflarda yatmak ürkütücü. Ölümden kaçmaya çalışırken ona dört yabancı duvar arasında yakalanma ihtimali. Keşke azıcık dinleseydi kadını. Kaç günde iyileşeceğini sorsaydı.

Hafifçe rüzgâr esti. Vişne, çiçeklerinden birkaçını toprağa döktü. Pencereye güvercin kondu, bakışıyorlar. Kuşun ne dediği belli değil ama gözlerinde şakırdayan suyun sessizliği çınlıyor.Yüzlerce çeşmenin serinliği. Orhan Bey’in dudakları kıpır kıpır. Ezberindeki tek şiiri mırıldanıyor. Şehri son kez gezmeli. Camileri, türbeleri, asırlık çay bahçesini. İskender yemeli, üstü bol yağlı, bol yoğurtlu. Ve kestane şekeri. Çikolatalısından.

Ayak parmaklarını kıpırdatmayı denedi. Çok zor, uyuşmuşlar. Olsun, yine de çıkacak sokağa. Gezecek. Gerekirse tekerlekli sandalyeyle. Cebine üç beş kuruş koyunca kendisini gezdirecek biri mutlaka bulunur. Nazmiye söylenirse söylensin, para kendi parası. O kendi bütçesinin derdine düşsün.  Zeynep’e söyler, o yapamam derse eşini yollar, oğlunu yollar, Orhan Amcasını yalnız bırakmaz. Gezecek, gezecek. Vişne hoşafından da yiyecek ama önce doktor hanımı aramalı. “Beni bir an önce iyileştirin, çok değil, üç beş ay daha yaşatacak kadar” diyecek. “Ama uzun uzadıya yatmam hastanede, öyle değil mi?”

Dili damağı kurudu. Bir bardak su içmezse çatlayacak. Şekeri yükseldi herhalde. Nazmiye’ye seslendi, boşuna. Öğle ezanı okundu, hâlâ uyuyor mübarek. Ne hali varsa görsün. Kendisi başının çaresine bakabilir, daha o kadar düşmedi. Bastonuna uzandı, ıkınarak ayağa kalktı, dört beş saniye duralayıp nefes verdi, ağır ağır yürüyor. Karnı da aç. Buzdolabında biber dolması olacaktı. Kıymalı. Isıtmadan yenmez. Titreyen ellerle o tencereyi almak, ocağa götürmek, çakmakla ateşi yakmak mesele. Kahvaltıdan sonra masayı toplamadı, ekmek dilimleri kalmıştı, onları yer hiç değilse. Destek almak için boş elini duvara yasladı. Tam salondan çıkacakken sehpanın camı zangırdadı. Kendi telefonu değil, bakmayacak.

Yemeğini yiyip döndü. Telefon hâlâ, belki de yine, titriyor. Alacaklı gibi. Hayırdır inşallah, elli altı yıllık karısı, bugüne dek cebinden üç kuruş harcamamıştır ki borçlansın.Kötü bir haber gelmese keşke. Hep aynı kişinin aradığı ne malum. Kardeşleri bol, zırt pırt araşıyorlar. Olsun, insanın aklına her şey geliyor. Gazeteler, televizyonlar kaza haberleriyle dolu. Sıra kendisine geldi, orasına tamam, ama ya gençlerden biri… Allah korusun.

Yaklaştı, baktı, kayıtsız numara. Sapık mıdır nedir, haddini bildirmeli. Kaç yaşına gelirse gelsin, kocası nihayetinde. Bostan korkuluğu değil. Açtı, gencecik bir kızın sesi. Gayet kibar konuşuyor üstelik. Bankadan arıyormuş, Nazmiye Hanım’la görüşmek istiyormuş.

“Kendisi şu anda müsait değil kızım, söylerim, o sizi arar.”

Sehpaya geri koyacaktı, tekrar titremeye başladı. “Arayan kim” diye bakamadan Nazmiye içeri daldı. “Günaydın” demeden, hâl hatır sormadan. Suratı asık, gözlerinin altında torbalar.Telefonu elinden kaptığı gibi yatak odasına döndü. Orhan Bey sadece ekrandaki “avukat” kelimesini gördü, kapının kilitlendiğini duydu, homurdanarak en yakın koltuğa çöktü. İçeriden mırıl mırıl sesler geliyor. Kulak kesildi. Evler… Dükkân… Miras hakkı… Arsa… Vasiyet… Yüzde elli… Noter…

Elinin körü! Demek bu yüzden dört gecedir gözüne uyku girmiyor. Haram zıkkım olsun. Yapayalnız kalacağına üzülmüyor da… Ne hali varsa görsün. Üç kuruşuna tenezzül etmez. Cenaze masrafları için şimdiden para vermeli şuna. Yoksa kendi cebinden ödemesi gerekir, öbür dünyada yakasına yapışır. Aman aman, Allah yazdıysa bozsun. Allah bu kadının eline düşürmesin. Zeynep’e tembihlemeli, cenazede helvasını o karsın.

Konuşmalar kesildi. Tıkırtılar. Galiba kasanın şifresini girdi. Kendisinden sır gibi sakladığı o ulvi sayıları. Şeytan diyor, eve hırsız çağır, ver eline dinamiti, patlatacak mı, çalacak mı, ne yapacaksa yapsın. Elleri titriyor. Her zamankinden fazla. Cebinden kutuyu çıkardı, kapağını zar zor açtı, içindekileri avcuna boşalttı. Hapların çoğu koltukta, yerde. Bir tanesini dilinin altına götürmeyi başardı.

Tekrar pencerenin yanına geçti. Hava mı soğuk, kendisi mi çok zayıf. Gömleğinden sanki ocak ayazı sızıyor. Doktor hanım görse kafasını sağa sola sallar. Ama olmaz ki Orhan Amcacım, kapayın lütfen o camı, içerisi kuzey kutbuna dönmüş zaten, yaptığınız resmen intihar. Güldü.Odadan sesler geliyor. Kasa kapandı, kilit açıldı, adımlar mutfağa doğru uzaklaşıyor. Musluk açıldı, su çaydanlığa doluyor, yakında kaynamaya başlar.

“Orhan, çay getireyim mi? İster misin?”

Hayır, istemez. Onun elinden artık ne çay içer ne su. Açlıktan geberse tek lokma dilenmez. Allah insanı bu kadının eline düşürmesin. Şakaklarından ter boşandı. Ya hastane sadece ömrünü uzatır ama yatalak bırakırsa. Ayak parmaklarına baktı, hafiften morarmışlar. Üşümüştür. Patikleri içeride kaldı. Gidip kendisi alacak. Bastonuna yüklendi, ha gayret. Hâlâ kendi işini görebiliyorken… Bakıcı tutar öyle bir şey olursa. Kendi parasına geçer sözü. Mudanya’daki kiracıyı çıkarır, denize bakarak geçirir günlerini. Yok yok, üç beş ay için kimse evinden edilmez. Özel huzurevleri varmış, onlardan birine taşınır. Canı ne istiyorsa yer içer, kimsenin sözünü dinlemez.Koridorda karşılaştılar.

“Orhan, benim işlerim var, dışarı çıkacağım. Evde ekmek bitmiş, cüzdanından para alıyorum.”

Taksideler. Hastaneye kaç lira yazar? Elinin körü yazar. Titremesi arttı. Cebinden hap kutusunu çıkardı, bomboş. Gözlerini kapadı. Kornalar ötüyor. Şoför önüne atlayan adama söylendi. Kulak tırmalayan bir şarkı, yerel seçim kampanyası. Şehir, eski şehir değil. Yaprakların hışırtısı, güvercinlerin kanat şakırtısı duyulmuyor. Ani fren sesi, kırılan billur avize. Sokaklarda dolaşıp ne yapacak! İneklere dağda kekik yedirmeyi bırakmışlar, İskender’in tadı mı kalır. Şeftali bahçeleri fabrikaya dönmüş. Vişne hoşafını kimse annesi gibi yapamaz. Hem yapayalnız, dört duvar arasında boğazından geçmez. Yok doktor hanım yok, inanın, iyileştirmenize gerek yok, değmez, boğazdan üç beş lezzetsiz lokma geçecek, şu keşmekeşin içinde son kez, artık kimselerin tanımadığı bir Orhan Amca dolaşacak diye uğraşmaya, yatağa düşmeye, el aleme muhtaç kalmaya değmez.

“Nazmiye, paranın üstünü sakın alma!”

“Ama…”

“Aması maması yok, almayacaksın dedim.”

Bursa’da eski bir cami avlusu.

Ecehan Biçen kimdir?

1986 Bursa doğumluyum. 2009’da Uludağ Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olduktan sonra yine Bursa’nın Orhaneli ilçesine öğretmen olarak atandım ve görevimi burada sürdürmekteyim. Ayrıca elimden geldiğinde öyküler yazıyorum.

edebiyathaber.net (10 Aralık 2019)

Yorum yapın