
Akşam olmak üzereydi ve lodos çoktan zıvanadan çıkmıştı. Ağaçları kökünden söküyor, evlerin çatılarını uçuruyordu. Cadde ve sokaklarda kendini bir an önce evine atmak isteyen insanlar telaş içinde koşuşturuyorlardı. Hakan bu kargaşanın arasından sıyrılmıştı sanki. Başı öne eğik, bir eli cebinde Nalıncılar Yokuşu’ndan aşağı Atatürk Bulvarı’na doğru iniyordu. Oradan sahile çıkacaktı. Ne zaman sıkılsa hep böyle yapardı. Kayıkçı barınaklarının orada durdu, boş boş etrafına bakındı. Yerden alıp gökte yiyen dalgalar; gözü doymayan bir avcı gibi aç, hırçın, acımasızdılar. Balıkçı tekneleriyle birlikte önüne çıkan ne varsa yutmak istiyorlardı.
Hakan’ın gözleri martıları aradı, ama martılar ortalarda yoktu. Gökyüzünde süzülüşlerini, atılan simit parçalarına çığlık çığlığa üşüşmelerini düşündü. Bari Martı Jonathan Livingston olsaydı, diye geçirdi içinden. Kocaman, bembeyaz kanatlarıyla sonsuz, mavi boşluğa kanat çırpıp onu da çağırsaydı yanına. O da – henüz babasının hastalanmadığı, onu gezip dolaşmaya, top oynamaya çıkarabildiği zamanlarda- babasına sorsaydı:
“ Baba, martılar çocukları kanatlarında taşıyabilir mi?
Güldü, ancak bir çocuğun zihninde canlanacak bir düş olabilirdi bu. Babası ne derdi kestiremedi şimdi. Kızar mıydı, güler miydi, çocuk saflığına dayanamayıp sarılıp öper miydi? Bilemedi.
Hakikatlerin de dalgalar gibi hoyrat, acımasız bir tarafı vardı. İnsanın gözünün yaşına bakmıyor, suratına suratına çarpıveriyordu. Şu yarım asırlık ömründe bununla kaç kere yüzleşti bilmiyor. WhatsApp’ın bildirim sesiyle yine böyle bir hakikatle karşı karşıya olduğunu anladı. Bildirimler susmadan, ardı ardına düşüyordu mesaj kutusuna. Hiçbir yere varmayacağını bildiği tartışmalara girmek yoruyor onu. Lale’yle son günlerde yaşadıkları şey de bu. Hiçbir yere vardıramadıkları tartışmanın içinde debelenip durmak. Böyle zamanlarda kapıyı çarpıp çıkıyor evden. Ama bu Lale’yi tabii ki daha çok hırslandırıyor. O an cep telefonunu icat edenlere küfredip lanet okumak geldi içinden. Denize fırlatıp atmak, kurtulmak.
“Kaç baklım kAç
zorra gelince
hop tüyY
duruyu düşünme”
beni düşşm
bize sorMAa
zatEn “
biz kimiz K
bU haVada
hangİi kovuğa girdin”
acaba”
sen git
ADANA Ya mIı gidiyorsn
Nereyee
GidyosaN”
Derin bir nefesle havayı içine çekti ve yaşamın varlığına dair bir iz, bir koku aradı. Çamurlaşmış toz kokuyordu o kadar. Duyuları mı körelmişti. Yoksa yaşama duy (g)usunu mu yitirmişti.
Kıyı boyunca yürüdü. Yürümeyi sevdiği için, onu sağalttığı için, yapacak başka bir şey de aklına gelmediği için yürüdü. Binaların arasına saklanmış, kuytuda, küçük bir bakkal buldu. Uzun Marlboro istedi. Adam, kasanın tam karşı duvarındaki köşeye monte edilmiş, küçük ekran televizyonda akşam haberlerini izliyordu; şehrin dört bir yanına dağılmış muhabirler lodostan kudretinden bahsediyordu. “Çocukluğumuzda yoktu böyle şeyler. Hortum mortum bilmezdik,” dedi. Bir gözü televizyonda para üstü denkleştirirken eliyle televizyonu işaret etti. “Bak bak, şuna bak, koltuğa bak, nasıl uçuyor, bak,” dedi. Tozun dumanın içinde uçan koltuğa baktı, “İyi akşamlar” dileyip çıktı Hakan. Ardında “Daha neler göreceğiz bakalım,” serzenişiyle dolu sessiz bir film karesi bıraktı. Basamaklarda durdu. Uzakta sönük, cılız ışıklarıyla bekleyen barlar sokağını izledi. Zaman buza dönmüş bir kartopuydu artık. Dokunduğu an acıtıyordu. Araftaydı, duyumsadı. Yavaş yavaş ilerliyordu. Yavaş yavaş.
Işıklardan karşıya geçti. Apartmanların arasındaki boğazdan caddeye geçecek, sıra sıra dizilmiş apartmanların siperinden barlar sokağına varacaktı. Lodostan birazcık olsun korunabilmeyi umuyordu. Suşicileri, pidecileri, zincir hamburgercileri, tavukçuları geçti. Acıkmamıştı. Şehrin en eski sinemalarının bitişiğinde bir bara girdi. Karanlık sayılabilecek bir holden ilerlerken sakin, kırılgan, dingin bir müzik çalındı kulağına. Bir haberci, bir ulak gibiydi. Yüksek tavanlı, asma katı da olan, duvarları rengarenk plakalar, fotoğraflar, kült filmlerin, ünlü müzik gruplarının afişleriyle doldurulmuş, uzak, yabancı memleketlerden izler taşıyan bir yerdi burası. Bar mekânın ortasında bir denge merkeziymiş gibi duruyordu. Barda ve masalarda oturan birkaç çiftten başka kimse yoktu.
Bara oturdu, soğuk bir fıçı bira söyledi kendine. Yan tarafında iş çıkışı, iş arkadaşlarının dedikodusunu yapan -konuşmalarından anlaşılıyordu bu.- bir çift oturuyordu. Yapacak daha iyi başka bir işi olmadığından kulak kabarttı konuşulanlara. Kadın bir arkadaşından söz ediyordu: “Kurumsal yaşamı o kadar kolay bıraktı ki anlatamam, vallahi arkasına bile bakmadı. Kaçtı gitti, Ayvalık’ta şimdi. Ne diyeyim, korkusuz olmak lazım her halde. Baksana hayat onlara güzel. Tavuklar, horozlar, tavşanlar… Hayatın tadını çıkarıyorlar. Organik tarıma da başlayacaklarmış. Bir küçük zeytinlik almışlar orada. Ohh! Yalnız plazadan tarlaya… Nasıl ama. Çok acayip değil mi ya, ne bileyim?” dedi kadın. Adam içkisinden bir yudum aldı, yutkundu, kadının elini tuttu, “Biraz akışa bırakmak gerekli. Hayat şartları ona pek izin vermiyor; ama çok garantici olmadan, biraz risk alarak, hayatın tadını tuzunu kaçırmadan yaşamak lazım sanki.” Durdu, zihninde ölçtü biçti, “Yine de o kadar radikal kararlar alamam ben,” dedi. “Uyuyamam, huzurum kaçar.” Kadın bir şarkı mırıldandı “Aaaa aaa fark edemiyorsun, aaa aaa hissedemiyorsun, garanticisin, korkuyorsun…” Bunu bilmiyorum deme sakın, dedi. Bilmez miyim, dedi adam. Gülüştüler. Barmen içkilerini tazeledi.
Hayat bazılarına arzuları doğrultusunda bir yaşam kurması için büyük olanaklar, ayrıcalıklar sunarken ne kadar cömertse bazılarına da o kadar cimriydi. Elindeki avucundakini de alıp, aynı noktaya çiviliyor, hiçbir yere kımıldatmıyordu. Her ne kadar hayatın sırrına akıl erdirilemese de bu onun acımasız ve adaletsiz olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Neden olduğunu, nasıl olduğunu bilmedikleri onca şeyle birlikte çırpınmaktan başka bir şey değildi yaptıkları. Neden başkası değil de onun babası hastalanmıştı mesela? Neden çakılıp kalmışlardı o ana ve neden hep o yükle yaşamak zorunda kalmışlardı?
Babasını hastaneden getirdikleri o akşam kuzine soba güldür güldür yanıyordu, demirleri kıpkırmızıydı ateşten. Alüminyum emzikli ibrik fokur fokur kaynıyordu üzerinde. Çaydanlık yanındaydı. Odaya dayısı, amcası, halası, onların çocukları ailede kim varsa doluşmuş; dip dibe oturuyorlardı sessizce. Çıt çıkmıyordu kimseden. Hastalığın korkunç şaşkınlığı bir karabasan olmuş çökmüştü odaya. Camın yanındaki divana yatıyordu. Duvara dönüktü yüzü, ara ara başını çevirip boş boş odadakilere bakıyordu. Annesi içindeki acıyı, öfkeyi, korkuyu temizler gibi temizliyordu elbisesindeki tüyleri. Ağlıyor, Hakan’a sarılıyor, “Kara kuzum, oğlum var benim yanımda, dayanağım, diyordu. Saçlarından öpüyordu Hakan’ı. Tekrar tekrar söylemezse sözleri duyulmayacakmış, unutulacakmış ya da o yok olup gidecekmiş gibi yineleyip duruyordu. “Yalnız olur muyuz biz hiç, paşam var ya kara kuzum var ya yalnız olur muyuz biz hiç,” Hakan barmenin sesiyle bir kabustan uyanır gibi irkildi. Bir içki daha alıp almayacağını soruyordu barmen. Aynısından, dedi.
Yavaş yavaş kalabalıklaştı içerisi. Yanındaki çift gitmiş, üzerinde nar çiçeği bir elbiseyle kıvırcık saçlı, kumral, orta boylarda bir kadın gelmişti. Yosun rengi gözleri vardı. Barmenle koyu bir sohbete daldılar. Yirmi otuz seansına bilet almışlar, Vanya Dayı’nın canlı gösterimini izleyeceklermiş. Hakan birkaç yıl önce devlet tiyatrolarında izlemişti oyunu. Bunu bahane edebilir, sohbeti başlatabilirdi. Ama işin sonunda pis bir zampara gibi gözükmekte vardı, vazgeçti. Kaçamak bakışlarını kadından alamadı Hakan. Hatta kadın da ona mı bakıyordu ne?
Annesinin ona ne kadar çok umut bağladığını biliyordu ki zaten, yeni bir şey değildi ki bu. Sorun nasıl davranacağını bilmemesiydi. Annesine… Lale’ye… Lale de haksız sayılmazdı sonuçta, kendi hayatına sahip çıkmaya çalışıyordu fakat bu işin içinden nasıl çıkacaktı, ne yapacaktı? “Korku veren şu dünyada kendini çabalamaktan nasıl alıkoyacaktı. Boktan bir kuşun sürekli tünediği dal gibiydi.” * Ah, Vanya Dayı! Belki bu akşam karşılaşmamız kader ortaklığındandır.
Vakit ilerlemiş, dokuzu geçmişti. Hesabı ödedi, çıktı. Dışarısı hala aynıydı. Taksiyle mi gidecek metroyla mı karar veremedi. WhatsApp bildirimleri gelmeye başlamıştı. Umursamadı. Sinemadan tarafa yürüdü, pasajın önünde durdu. Narçiçeği elbiseli kadın ve arkadaşları kırmızı halı kaplı merdivenlerden çıkıyorlardı. Gişe boştu. T-3 İş Hanı’nın dördüncü katındaki avukatlık bürosunun levhası vidalarından kurtulup gürültüyle aşağı inerken Hakan pasaja girdi. Gişeye yöneldi, memurla göz göze geldi. Gülümsedi. “Vanya Dayı’ya bir bilet,” dedi.
*Anton Çehov’un Vanya Dayı adlı oyunundan.

















