Öykü: Sütlaç | Özgür Boran                                    

Mayıs 11, 2024

Öykü: Sütlaç | Özgür Boran                                    

Aradan tam beş yıl geçti. Bugün bile soranlar olunca utanıp başımı çeviriyorum. Anlamamış, duymamış gibi davranıyorum. “Ben ne yapabilirdim ki?” deyip kandırmaya çalışıyorum kendimi. Yalan halbuki … Külliyen yalan… Öyle olsaydı -yani yapacak bir şeyim olmasaydı eğer- her gece her gece uykuma musallat olur muydu aynı karabasan? Gözümü açtığımda kan ter içinde bırakır mıydı beni bu kör olası pişmanlık? Öyle olsaydı – yani benim hiç kabahatim olmasaydı eğer- böylesine vicdan azabı çeker miydim hiç? Hayır… Oysa bugün bile soranlar olunca utanıp kafamı çeviriyorum işte. Anlamamış, duymamış gibi yapıyorum. Halbuki…

Beş yıl önce bugün… On altı yaşıma gireli sadece bir hafta olmuş. Anadolu’nun kıyı köşe köylerinden birinde, üç oda bir salon, kerpiçten bir ev… Önünde küçük bir bahçesi, onun içinde yazları yemişle dolan bir armut ağacı bir de pek öyle dolu dolu meyve vermese de en azından arada sırada dallarına tırmanıp eğlendiğimiz bir dut ağacımız var. Aylardan haziran olunca zambaklar iyiden iyiye tomurcuk vermeye başlamış. Lavantalar hep bildiğimiz gibi, renk cümbüşü…

Babam, köyümüzün bağlı olduğu Alpakara ilçesinde asgari ücretle çalışan bir temizlikçi, annem doğma büyüme ev hanımı. Dört kardeşin en büyükleriyim. Her birimizi birer yıl arayla doğurmuş annem. Ahmet’le Bekir izlemiş beni, sonra da benim biriciğim, Ayşe’m…

O gün, öğlen yemeği sonrası mutfakta bulaşıkları yıkıyordum. Annem ve babam içeride hararetle bir şey konuşuyorlar. Babam bir anda “Amma vır vır ettin be kadın!” diye bağırınca hemen çeşmeyi kapatıp başımı mutfak kapısından salona doğru uzattım.

Alnına düşen perçemlerini al yazmasına sıkıştıran annem, “Haber vermedik ya, ondan şey yaptım bey,” dedi titreyen sesiyle. “Bir konuşsa mıydık ki önce?”

“He, oldu olacak bir de izin alalım bari,” dedi babam kalın kaşlarını kaldırarak. “Eski köye yeni yeni adet getirmeyin.”

“Yok, ben…” dedi annem duraksayarak. “Böyle bir anda söylediler ya, ona şey yaptım.”

“Bir andası falan yok bu işin,” diye kestirip attı babam. “Ha bugün, ha yarın. İlla ki geleceklerdi zaten. Öyle konuşup anlaşmadık mı ki?”

“Öyle de bey…”

“Eee, öyleyse! Daha ne uzatıyon o zaman? Hadi kalkın da hazırlığa başlayın. Koyun sütlacı ocağa, kaynasın!”

O an dünya başıma yıkılmıştı işte. Ağzından çıkan tek bir kelimeyle dünyayı başıma yıkıvermişti babam. Sütlaç… Ne tuhaf değil mi? İki hecelik basit bir kelimeyle insanın dünyası kararır mı hiç? Benimki karardı. Çünkü bizde adettir. Akşama görücü gelecekse eğer, sütlaç kaynar o evde.

Bir elim ağzımda, bir elim hızla atan kalbimin üstünde “Eyvahlar olsun,” diye mırıldandım.  Başımı salondan geri çekip mutfağın içine çevirdim bakışlarımı. Az önce yıkayıp tezgahın ucuna dizdiğim su bardaklarına ilişti gözüm. Bir tanesini alıp çeşmeyi tekrar açtım ve amaçsızca çalkalamaya başladım. Sonra bir bardak daha…Sonra bir tane daha yıkadım. Birkaç dakika sonra annemin nefesini hissettim ensemde:

“Safiye!”

Ne arkamı dönebiliyorum ne de bir şey söyleyebiliyorum. Boğazıma bir yumru oturmuş, göğüs kafesimin üstünde sanki bir öküz… Zar zor nefes alıyorum.

“Safiye,” diye tekrar etti annem sesini biraz yükselterek.

“Buyur anne,” diyebildim belli belirsiz.

“Hadi! Hazırlık yapılacak. Sütlaç kaynayacak akşama.”

Çeşmeyi kapatıp elimdeki bardağı yavaşça kenara bıraktım. Tezgahın üzerinde duran havluyu alıp ellerimi kuruladım. Tepemden çift düğüm bağladığım beyaz yazmamı çözdüm. Omzuma kadar uzanan siyah saçlarımı üstünkörü düzeltip tekrar başıma geçirdim yazmamı. Annem tir tir titreyen omuzlarımdan korktuğumu anlamış olsa gerek;

“Bir bak hele…” dedi.

“Bir bardaktan mı haşlayayım pirinci?” diye sordum başımı çevirmeden.

“Safiyeee!”

“Bire bir buçuk yapayım şekerini de olmazsa! Nişastayı da iki yemek kaşığı ekleyeyim.”

“Niye böyle yapıyon?” dedi annem elini omzuma koyup. “Eninde sonunda hepimiz kocaya varmayacak mıyız zaten? Ha bugün, ha yarın…”

Cevap veremedim. Ağzımı açıp tek kelime edemedim. Pirinci bir bardaktan haşladım, şekeri bire bir buçuk koydum, iki yemek kaşığı da nişasta… Karıştırırken sütlacı elim tahta kaşıkta, gözüm tencerenin fokurdayan kabarcıklarında, aklımsa…

Sütlaç pişince tencereyi ocaktan çektim. Soğusun diye küçük porselen kaselere pay etmeye başladım. Tam sonuncuyu dolduruyordum ki bir damla sütlaç tezgahın üzerine düşüverdi. Niyeyse bilmem parmağımın ucuyla sıyırıp o damlayı ağzıma götürmüş bulundum. Götürmez olaydım… Sütlaç değil de sanki lime lime cam kırıkları geçti boğazımdan. Vücudumu paramparça etti oracıkta. Hemen bir bardak su koyup ağzımın içini çalkaladım. Ama nafile…

Az sonra annem ayakkabılığın yanında belirip, “Ben şu bebeleri çağırayım,” deyince göz göze geldik. Yüzünde mahcup bir ifadeyle yanıma yaklaştı. Yuvarlak bir surat, nemli yeşil gözler, kızarmış dolgun yanaklar… Elini uzattı, beni kendine doğru çekip başımı göğsüne dayadı. Usul usul okşadı. Bir an nasıl olduysa “Görücü kim anne?” diye mırıldanıverdim.

“Babanın bir tanıdığı işte kızım,” dedi. “Sancarlı Köyü var ya. Oralıymış. Hem, hâli vakti de yerinde bir adammış.”

Başımı hızlıca annemin göğsünden çekip, “Adam mı? Kaç yaşında ki?” diye sordum.

Cevap vermeyip gözünü kaçırdı.

“Anne söylesene Allah aşkına, kaç yaşındaymış?”

“Kaç olacak sen de,” diye çıkıştı annem. “Genç adam diyom işte.”

“Yani!” diye sordum imalı gözlerle bakarak.

“Ne gözünü dikiyon sen de şey gibi,” dedi. “Ben tam yaşını nereden bileyim adamın.”

“Anneee!” dedim kaşlarımı kaldırıp.

O bir kez daha gözlerini kaçırınca, “Ben çağırırım çocukları,” deyip kendimi bahçeye  attım. Derin derin nefes alıp sakinleşmeye çalışıyorum ama hak getire…Elim ayağım nasıl titriyor. Bu arada Ahmet ve Bekir’i dutun üzerinde maymun gibi daldan dala sıçrarken görünce, “Hadi! Geçin içeri!” diye bağırdım, sinirimi onlardan çıkarmak ister gibi. “Misafir gelecek akşama.”

“Kim gelecek abla?” diye sordu Ahmet dalların arasından gözlerini dikip.

“Ne yapacaksın? Yürü geç işte!” dedim sinirle.

Ağaçtan bir çırpıda iniverdiler.

“Ayşe nerede?” diye sordum.

“Semagillerin bahçedeydi. Söyleyim, gelsin mi?” dedi Bekir.

“Yok, siz geçin içeri.”

Onlar eve doğru ilerlerken ben de Ayşe’yi çağırmak için yürümeye başladım. Ancak az önce yaşadıklarımın ağırlığından olsa gerek birkaç adım sonra dizlerimin feri bir anda kesiliverdi. Kendimi dut ağacının dibine bırakıverdim. Dayanamayıp ağlamaya başladım. İçin için, oluk oluk ağlıyorum. Az bir zaman sonra bahçe kapısının gıcırtısı eşliğinde Ayşe belirdi karşımda. Düz örgü şeklinde bağlanmış saçlar, hokka bir burun, yosun gibi gözler… Çiçek desenli pembe entarisine aynı renkte plastik babetler yakıştırmış. Beni o halde görünce yanıma yaklaşıp, “Ne oldu abla, niye ağlıyorsun?” diye sordu.

“Yok bir şey ablam,” dedim burnumu çekerek.

Bir süre derin derin beni süzdükten sonra, “Biliyorum ben,” dedi. “Haberim var.”

“Neyi biliyorsun?” diye sordum hemen başımı kaldırıp.

“Sütlaç kaynayacakmış ya akşama…” diye yanıtladı gözlerini yere düşürerek. 

“Kim söyledi ki sana?”

Başını eve doğru çevirdi sadece. Bir süre ikimizden de çıt çıkmadı. O bana baktı, ben ona… Uzun uzun… Konuşur gibi… Sonra dizlerinin üstüne çömelip gözlerini gözlerimin hizasına getirdi. “Kıyamam sana,” dedi. “Sütlaç kaynayacak diye mi çöktün sen dutun dibine böyle? Bunun için mi ağlıyorsun?”

Elimi entarimin cebine attım. Ortası işlemeli beyaz mendilimi çıkarıp gözyaşlarımı sildim.

“Yok ablam, yok,” dedim.

 Ayşe’nin yüzünü bir anda belirgin bir hüzün kapladı. Çenesinin titrediğini gördüm.

“Beni bırakmayacaksın ama değil mi?” diye sordu. “Beni görmeye geleceksin.”

“Bırakır mıyım hiç ablam. Bırakır mıyım güzel gözlüm,” diye cevapladım.

“Söz mü?” diye sorunca, bu kez dayanamayıp bütün gücümle sarıldım kardeşime. Yanağından, gözünden, saçından, burnundan öptükçe öptüm, kokladıkça kokladım. “Bırakır mıyım seni hiç,” dedim. “Bırakır mıyım kurban olduğum.”

Kendini kollarımdan bir anda geri çeken Ayşe, “O zaman bugün en güzel kıyafetimi giyeceğim senin için,” dedi. “Ama saçlarımı da sen yapacaksın tamam mı?”

“Tamam ablam, olur,” dedim hiç ikiletmeden. 

“İki yandan at kuyruğu yapar mısın peki?” diye sordu sevinçle.

“Yaparım,” dedim, mendilimle yanaklarımı silerek. “Barbie bebekli tokanı da takarım hem.”

“Tamam,” dedi gülümseyip. Sonra bir süre elimdeki mendilde kaldı gözleri. “Abla, ne zaman işledin sen bunu?” diye sordu.

Avucumu açıp, “Geçen yaptıydım işte,” diye yanıtladım.

Ayşe kafasını tepemizdeki dallara çevirip dikkatlice yukarı baktı. Sonra işaret parmağını mendilin ağaç şekilli işlemesinin tırtıklı yüzeyinde gezdirip, “Aynı bizim duta benziyor,” dedi.

“Beğendiysen al senin olsun,” dedim. “Ama ağlayınca ıslandı biraz. İstersen sana yenisini işlerim.”

Hiçbir şey söylemeden mendili bir anda avucumdan çektiği gibi entarisinin cebine atıverdi. Az sonra el ele tutuşup eve girdik. O en sevdiği elbisesini  giydi ben de saçlarını istediği gibi yaptım. Üzerime annemin kıyafetlerinden birini özensizce geçirdim. Odamdaki aynanın karşısına dikilip saçlarımı düzeltirken, Allah’ım inşallah iyi biri çıkar, diye dua ettim. Hazırlanıp mutfağa geçtim. Çayı koydum. Aradan biraz zaman geçtikten sonra kapı çaldı. Annem, “Safiye,” diye seslenince mutfaktan çıkıp ayaklarımı sürüyerek kapıyı açtım. Ellerinde bir kutu pişmaniyeyle geldiler. Annesi, babası, oğulları, bir de aile büyükleri olsa gerek, uzun sakallı, yaşlı bir adam… “Buyurun,” deyip kutuyu uzattı damat adayı. Koca göbekli, koca burunlu, pala bıyıklı, irice bir adam. Kumaşı parlak, yeşil bir takım elbise geçirmiş üzerine. Yandan ayırdığı tepesi seyrek saçlarındaki beyazlıkları görünce, Tövbe estağfirullah, diye geçirdim içimden, Annem genç dedi ya, en az kırkı var bunun. Babam eliyle salonu gösterip görücüleri içeri buyur etti. Bu arada ben de hemen kendimi mutfağa atıp kapıyı kapattım. Ayşe, masanın plastik sandalyelerinden birinde oturmuş beni izliyordu.

“Gördün mü?” diye sordu.

“Kimi gördüm mü?” dedim anlamamış gibi başımı sallayarak.

“Şeyi işte,” dedi utangaç bir tavırla.

“Yok görmedim, ” dedim.

Az bir zaman sonra, babam görücülerle anlaşıp sözü kesmiş olsa gerek, avazı çıktığı kadar bağırdı içeriden. 

“Hadi kızııım! Getirin sütlacı!”

Elimde gümüş renk, dikdörtgen, metal bir tepsi, üzerine tarçın tozu dökülmüş sıra sıra sütlaçlar, mutfağın kapısının önünde bekliyorum. Ayşe oturduğu sandalyesinden kalkıp yanıma geldi.

“Söz verdin bak,” dedi. “Beni görmeye geleceksin, bırakmayacaksın beni…”

“Tabii ablam,” dedim yüzüm kızararak. “Bırakır mıyım hiç?”

“Tamam o zaman,” dedi.

Tepsiyi yavaşça elimden alıp salona yürümeye başladı. Ben de onun peşinden gidip annemin yanındaki sandalyeye oturdum. Yeni doğmuş bir tay yavrusu gibi ayakları titreyerek dağıttı sütlaçları. 

“Hadi öp bakalım,” dedi babam kendiyle gurur duyan bir tavırla. “Öp ananın, babanın elini.”

Gidip müstakbel kayınvalide ve kayınpederinin ellerini öptü Ayşe’m. Annemin genç dediği, kırk beş yaşındaki kocasıyla el sıkıştı sonra. Adam şehvetle ve salyaları akarak ona bakarken kardeşim korkusundan başını kaldıramıyordu.

Annem bana doğru biraz yaklaşıp, “Kocan nerede kaldı?” diye sordu.

“Geliyormuş, yolda,” dedim.

Sonra kaşlarıyla yatak odasını işaret edip, “Kızı emzirdin mi?” diye fısıldadı kulağıma. Başımı salladım evet der gibi. 

Tıpkı benim gibi on üçünde gelin ettiler Ayşe’mi de. On dördünde anne oldu. On beşinde yağlı urganı çekip kıydığında canına, yeni doğurmuştu ikinci yavrusunu daha. Cansız bedenini kontrol eden jandarmalar, “Entarisinin cebinden çıktı,” diyerek vermişler kocasına. Ortasında ağaç işlemesi olan beyaz bir mendil, içinde üç beş kuru dut tanesi ve kimseler bilmese de birkaç damla gözyaşı.

Ve ben bugün bile soranlar olunca utanıp başımı çeviriyorum işte. Anlamamış, duymamış gibi davranıyorum. “Ben ne yapabilirdim ki?” deyip kandırmaya çalışıyorum kendimi. Yalan halbuki… Külliyen yalan… Oysa ki bütün suç benim. Çünkü o gün, o sütlacı karıştırmayacaktım ben.

edebiyathaber.net (11 Mayıs 2024)

Yorum yapın