Öykü: Söz. | İnci Yavuzer

Şubat 8, 2024

Öykü: Söz. | İnci Yavuzer

Bir gün daha sona eriyordu!

Akşam, sokaktaki tüm çocuk seslerini yavaşça evlerine doğru süpürmüş, ağaçların tepelerinden evlerin çatılarına doğru iç rahatlığıyla çökmeye hazırlanıyordu. Sırtında gün boyu taşıdığı güneş ışıkları, bir çiğ damlası gibi kayıp giderken, tüm yapraklar ense köklerine kadar ürpermiş, akşam esintisiyle beraber hafif titremeleri tüm boşluğa yavaşça yayılıyordu. Evlerin çatılarından yükselen bacalar, kavakların uçları, ne yöne kaçışacağını şaşırmış böcekler, gökyüzünü kanatlarıyla yırtarak birden havalanan kuş sürüleri sanki ilk kez karşılaşıyormuş gibi kaygı içindeydiler. Üzerlerinden bir gelinliğin uzun bir duvağı gibi süzülerek çekilen aydınlık, ardında doğum sancısı gibi bir bilinmezlik bırakmış, kasvet olup yağmıştı üzerlerine. Toprağın üzerinde yeşeren ne varsa, köklerinin dibinden gelen küçük titremelere kendini bırakmış, alacakaranlığın içine yayılan hışırtıları bahçeye sinmiş kavuşmaları ve hasretleri ifşa etmeye başlamıştı. Daha yoksun kılmak için her şeyi,  her bir köşeden çınlayan gülüşler, daha da var oluyordu. Ceviz ağacının dallarına tünemiş bir kumru içli içli ötüyordu!

Tüm bunların ortasında tüm seslerin ve suretlerin perdesini kaldırmış, öylece oturuyordu orada.

Dallarının tepesine minderleri bir koltuk gibi yerleştirdiği elma ağacıyla kiraz ağacının arasında, nazlı nazlı salınan salıncaktan sarkan beyaz ve ince bacaklarını yemyeşil otlar akşam serinliğiyle gıdıklıyor, bahçenin bu en kıymetli emanetinin yüreğine düşen alaca hüznünü, küçük oyunlarıyla dağıtmaya çalışıyordu. Daha az önce çocuk neşesiyle bıraktığı ayak izlerini koynundan çıkarıp verecekti neredeyse. Burnunun üzerinden yanaklarına doğru yayılan haylaz çillerin bile, efendi olacağı tutmuştu. Bir elini bir türlü kabuk bağlayıp da iyileşmesine müsaade edemediği dizindeki yaranın hemen biraz üzerine koymuştu. Ne zaman bir duvardan atlasa, ya da çömelip pusu kursa diğer çocuklara, yara iyice açılıyor, kan sızmaya başlıyordu. Boşta kalan kolu salıncağın ipiyle birlikte uzayıp gidiyordu. İçinde kıvranan tüm yoksunlukları sarıp sarmalayan sımsıcak kolların arasından ansızın sökülüp koparılmış gibi zavallı bir boşluğun içine doğru şaşkınlıkla uzanıyorlardı. Feryat figan oynadıkları oyun, en heyecanlı yerinde biten günün hışmına uğramış, annelerinin sokakta çınlayan cırtlak sesleriyle künyesi okunan arkadaşları birer ikişer evlerinin yolunu tutmuştu. Akşama kadar koşturduğu sokaklardan arta kalan hararet, beyaz yanaklarında küçük pembe güller gibi solmak üzereydi. Toza toprağa ve çığlıklara belenmiş zayıf bedeni bahçeye perde perde yayılan kasvetli dinginliğe uyum sağlamaya çalışıyordu.  Ter saçlarının dibine buğu gibi çökmüş, ensesinden sarkan kısa saç tutamlarına ıslak kıvrımlar vererek buharlaşmaya başlamıştı. Kısa saçlarını başının yan tarafında zapt etmeye çalışan toka, gür saçlarının arasında kaybolmuştu. Hemen altında beliren solgun yüzü saçlarına inat bir o kadar ince, o minnacık surata nasıl sığabildiğine şaşırdığınız gözleriyse kocamandı. Saç tellerine neşeli bir çocuk gibi asılarak kayan ışık damlaları demir parmaklıklar gibi yükselen kirpiklerinin arasından gözlerinin içine doluyor, oradan da yeşile bulanarak dünyaya sızıyordu. 

Daha birkaç gün öncesine kadar başından aşağı çağlayarak akan upuzun saçları, hain bir makas darbesinden kurtulamamış, kısacık kesilmişti. Köklerinden özgürce fırlayan saç telleri, en hevesli dalganın tam ortasında katliama uğramış, daha ne olduğunu anlayamadan boşlukla kıvrılmaya başlamıştı. Can çekişen bir hayvan gibi sessiz böğürtülerle ayaklarının dibine düşen iki kalın saç örgüsü, uçlarındaki kırmızı kurdelelerden nasıl da kanıyordu. Omuzlarının üzerine açılan bu onanmaz boşluk, arkadaşlarına seslendiği pencerelere, sokaktaki su birikintilerine, kaldırımlara düşen gölgelere yansıyacak, annesinin koynundan huzurla baktığı o tek fotoğrafta kalacaktı saçları artık. Orada uzayacak, orada kıvrılacak, terleyince orada toplayacaktı annesi. Nefes alıp verdikçe inip kalkan annesinin göğsüne başını böyle yaslamasa, bu koca kâinatta şu küçücük kareye böyle yanak yanağa sığmasa, hala aldatmasa bu fotoğraf onu, o huzuru da çoktan unutup gidecekti. Kimsenin varlığına şaşırmadığı, hatta neye sahip olduğunu bile fark etmediği en olağan duyguların yoksunluğu olacaktı o kısa saçları şimdi. Sıcacık bir sobanın kenarında mayışan bir kedi yavrusu gibi minderlerine gömülürken diğerleri, sığındığı bir saçak altından bir diğerine sırılsıklam koşturup duracaktı. Gömüldükleri minderlerde bir o taraftan bir bu tarafa tembelce dönerken diğerleri, yolların sonunu çoktan aşındıracaktı. Hiç bitmeyecekmiş gibi uyanacaklardı ılık yataklarından yeni bir güne. Geceleri güvenli damlarının altında serin yastıklara bırakacaklardı başlarını. Zaman çocukluğun o geniş havuzunda onlar için adam akıllı dinlenirken, başlangıç ve sonlar arasına kurulmuş bir saat gibi savrulup duracaktı. Ona açılan kollara tam bırakacakken kendini koşulsuz, uçurumdan düştüğünü gördüğü kâbuslar gibi zıplayarak uyanacaktı yatağından. Ait olduğu yeri arayacak, buldum sanacak, yine yitirecek, yelkovan sırtının üzerinden sert bir darbeyle ilerlemeye devam edecekti. Her şeyi kesintiye uğratacaktı. Sahibinin avladığı can çekişen bir kuşu dişlerinin arasında hevesle getiren bir av köpeği gibi avuçlarına bırakacaktı ümitlerini zaman. Herkesten önce hayın diyecekti ona.

O kısacık saçların heybetinde büyürken herkesten önce, yüzünde haşarı çiller, dizinde iyileşmeyen yara, kocaman gözleriyle aksi yansıyacaktı yetişkin aynasına. Çocukluğu yetişkinliğe, yetişkinliği çocukluğuna bulanacaktı.

Köşede büyük halkalar halinde kıvrılmış bahçe hortumunun bir ucu çimenlerin arasına doğru yapayalnız uzanıyordu. Güneşe aşık atmak için gökyüzünde belirmeye başlamış ayın bembeyaz silueti gibi oturuyordu olduğu yerde.  Akşamın gölgelediği kirpiklerinin arasından, yine sadece kendi başına kaldığı zamanlardaki gibi bakıyordu. Küçücük gövdesindeki kalp atışlarını duyuyordum. Başını hafifçe yana eğmişti. Terli sırtına giren rüzgârdan ürperdi bir an, incecik omuzları titredi.  Onu üşüten ne varsa sarıp sarmalamak, kısacık saçlarıyla başını göğsüme dayamak istiyordum. Uzanıp bembeyaz yanağına hafifçe dokunabildim sadece.

İşte o an fısıldadım kulağına!

Bekle! Söz veriyorum, geri dönüp alacağım seni!

Sonra evlerin ışıkları yandı…

edebiyathaber.net (8 Şubat 2024)

Yorum yapın