Öykü: Son sekiz gün | Başak Canda

Mayıs 14, 2024

Öykü: Son sekiz gün | Başak Canda

Afgan göçmen işçi Vezir Muhammed Nourtani anısına…   

“Üşüyorum, çok soğuk. Keşke ateş olsaydı.”

Upuzun yatıyordu çamurun içinde. Yüzükoyun. Bedeninin çevresinde çamurdan halkalar oluşmuştu sanki yeryüzünde kapladığı alanı belirlermişcesine. Gökyüzünün parlaklığına yüzükoyun yatmasının karanlığı hâkimdi. Çok değil, on beş gün önce kestane toplamaya gelmişti küçük oğluyla buraya. Üzümü, şeftaliyi, en çok da cevizi bilirdi Şibirgan*’dan. Bu sihirli meyveyi ilk kez Zonguldak’ta gördüğünde, “Dikenden de olsa kestaneye bile yuva kuran Rabbim, bizi neden vatansız bıraktın.” demişti. Ardından günâha girdim korkusuyla tövbe etmişti.

Belki o günden kalan bir kestane kan sızan dudağının kenarına batıyordu. Acısı başını döndürüyordu. Tanımlayamadığı bir acı. Dudağından beyne akan. Kapkara kestane, sızan kana bulanmış, kızıla çalmıştı. Ağzında kan tadı. Çamurla karışık. Anlaşılmayan sesler boğulduyordu kulağında. Bilinci gidip geliyor, bir türlü sesi çıkmıyordu. Çocukken gördüğü rüyalardaki gibi çığlığı içine dönüyordu. Kalkıp koşuyor ama hep yerinde sayıyordu. Yarı uyanık hâliyle gördüğü rüya mıydı? Eğer yaşadıkları rüyaysa çocukluğundan beri ilk kez rüya görüyordu. Hayatın gerçekleri rüyalarını da almıştı. Annesi mayına basarak öldüğünden beri rüya görmüyordu oysa. Çok sonra anladı ki rüya dediği annesinin anlattığı masallarmış. Annesi ona kötü karakterleri atlayarak anlatıyormuş meğer. Güzel rüyalar annesinin eseriymiş.

Annesinin kopan bacağından traktör römorkuna akan kanın paslı demirle buluşan rengine takıldı gözü. Kanın koyu kahverenginden siyaha dönüşünü izledi. Hafızasına kazınan bir film sahnesi gibi düşündü bu anı hep. Rüyalarına bulaşan. Rüya ve gerçeği karıştırır olmuştu o andan sonra. Şimdi gibi. Rüyada mıydı? En son kömür vagonuna yaslanıp soluklandığını hatırladı. Uyumuş olamazdı.

“Üşüyorum, çok soğuk. Keşke ateş olsaydı.”

Ocakta olmalıyım. Niye üşüyorum? diye düşündü. Burada tanıştığı, kendisi gibi Afgan olan arkadaşı Rashid bulmuştu bu işi. Henüz eşine diyememişti ocakta çalıştığını. Yoksa hayatta izin vermezdi. O kaderine katlanmaya razıydı. Ama sevdikleri yanında olsun isterdi. Ocak demek ölüm demekti. Şimdi çıkar gelir ocak sahibi. Viski ve esrar kokan nefesiyle, sarkık bıyıkları arasından tıslardı. Başlardı küfür etmeye. O kadar alışmıştı ki iki lafın arasına bir küfür yerleştirmesine. Küfür hayatın her alanına girmişti. Ocak içi ve dışı farketmiyordu.

“Kalksana lan siktiğimin Afganı. Ülkeyi boka çevirdiniz, bir de iş beğenmezsiniz.” Patronun sesi yankılandı kulağında. Gördüğü patronu muydu, ayırtedemiyordu. Uzandığı yerden seçmeye çalıştı. Çamura bulanmış yüzünü kaldırıp gördüğü karartıları patronuna benzetti. Sesler birbirine karışıyordu. Kaç kişiydi, sezemiyordu. Başından akan kan çamurun ıslaklığıyla buluşmuş, kendine yol çiziyordu. Annesinin cansız bedeninden traktör römorkuna akan kanın bıraktığı çizgi geldi aklına. Gözleri kanın aktığı yoldan ilerledi. Sekiz gün sonra son numaranın doğum günüydü. Üçüne basacaktı. Doğum günleri kutlanmazdı gerçi evde. Torunu doğduğunda kutlandığı için Seyid Rıza da heveslenmiş, hevesi kırılmasın diye ona da kutlama sözü verilmişti. Kazanacağı parayla oğluna kocaman bir pasta yaptıracak, üzerine de üç tane mum koyacaktı. Kendisi oğlundan çok heyecanlıydı. O günü iple çekiyordu. Kafasında kurduğu planlar ve çamur. Ne işi vardı bu çamurun burada, gözümün önünde şimdi, diye düşündü. Az önce bir ses duymuştu, sonra kafasında bir kazan patlamış gibi gürültüler çoğaldı. Çıkan demir sesini hatırladı. Kömür vagonları mı kaymıştı? Anlamak için vücudunun ağırlığını avuç içlerine vererek doğrulmaya çalıştı. Dikelen parmaklarının arasından vıcık vıcık çamur aktı. Kalkamadı.

“Üşüyorum, çok soğuk. Keşke ateş olsaydı.”

“Sosyal yardım kurumu mu burası? Ocak lan ocak. Kaçak ocak hem de” diyen patronunun sesini duydu. Üç gün önce yakalandıklarını anlatmıştı. Bir daha açılmaması için girişi patlatmışlardı. Gözlerden uzak arka taraftan açılan başka bir girişle ocak yeniden devreye sokulmuştu. Bir hafta içinde damardaki tüm kömürün çıkarılması emrini vermişti. “Oyar bizi adamlar!” sözü kulaklarında çınladı. Patronun söylediklerini olduğu gibi anımsıyordu. O zaman patron henüz gelmemiş, diye düşündü. Kim oyacaktı, niçin oyacaktı; patronun da korktuğu birileri vardı demekki. Kafasında sorular ip atlar gibi hızlı hızlı dönüp durdu.

“Verdiğimiz rüşvete o kadar süre tanıdı o ibne de. Zahmeti çeken biz indiragandiyi yapan onlar.” Sanki kendi kendine konuşuyordu patron. Sonra ona dönüp “Ha bak seninki de iyi tezgâh! Çalışma iznin yok ama mis gibi işin var.” demişti. Mis gibi mi dedin, diyecekti ama üç yaş heyecanını düşünüp vazgeçti. Bir pasta için kaç gün çalışacağını iş çıkışı alacağı paraya göre hesaplayacaktı. Alacağı parayı da pastayı da henüz bilmiyordu.

Patronun konuşmaları yüzünde patlıyordu. Başı bir bıçakla yarılıyordu sanki. Biraz daha diyordu kendine. Sekiz gün var daha. Sekiz gün ne ki? Dayanırsın sen, diye teselli ediyordu kendini. Son numara hatırına. Aldırış etmiyordu patronun sayıp sövmelerine de ah şu esrar kokusu çarpmasa bir de… Esrar kokusu yüzüne vurdukça sınırdan geçerken kaçakçının zorla taşıttığı yük geldi aklına. Tüm parasını vermişti kaçakçılara bir de uyuşturucu kuryesi gibi kullanılmıştı. Şimdi patronun nefesindeki esrar kokusundan bile mutlu olmaya çalışıyordu bunları düşünerek “Belki bizim oraların kokusudur,” diye.

“Niye kalkamıyorum? Aç değildim oysa. İşe gelirken keş, simit yemiştim. Düştüm mü yoksa?” Bilinci kapanmak üzereydi. Soğuk bedenini ısırıyordu. Sisli gölgeler gözlerinin önünde bir gelip bir gidiyordu. Şibirgan burası. Hiç değişmemiş. Şurası valilik binası değil mi? Niye yedi yaşındayım şimdi ben? Bu askerler de kim? Valilik Binası önünde bekleyen üzerinde kırmızı bayrak ve kızıl yıldız olan bu tanklar.

“Üşüyorum, çok soğuk. Keşke ateş olsaydı.”

Beynim uyguluyor, duygularım hikâye çoğaltıyor, diyor kendi kendine. Patronunu görüyor. Ayakları birbirine dolanacakmış gibi yürüyor. Sallanmasından belli çok içmiş yine. “Gel lan buraya Asya faresi. Niye galeride değilsin? Uzan diye mi para veriyoruz sana.” İltifat gibi geliyor bu sözler; sekiz gün sonrasını kuruyor kafasında, oğlunun günlerce anlatacağı heyecanı gülümsetiyor onu. “Şimdi çıktım. Üç saattir içerideydim. Havasızlıktan başım döndü. Az dinleneyim dedim.”

Üç yaşı düşünüyordu, üç saat ondan mı döküldü ağzımdan, diye geçirdi içinden bir süre. Hatırlayamadı kaç saat çalıştığını. Patron dinlenmeyi bırak, durup soluklanmaya bile izin vermiyordu. Acelesi vardı. Ona göre de ağzı bozuldukça bozuluyordu. Bir hafta üzerinden yapılan anlaşmayı düşünüyordu. Başında dikilmiş bir ileri bir geri tek adımlık volta atıp duruyordu. Her adımında bir çamur parçasının darbesine maruz kalıyordu. Yürürken de bir avucuyla yaptığı yumruğu açtığı diğer elinin içine vuruyordu. Her adımında sol el, sağ eliyle yer değiştiriyordu. “Mübarek Cuma günü bozduracaksın ağzımı…” Daha sözü bitmeden  geğirme sesiyle birlikte çıkan nefesi, tuzlu fıstık ve alkol kokusuyla gelip yaladı yüzünü.

Patronun görüntüsü kayboluyor birden. Giderek tüm resimler, yüzler, nesneler birbirine karışıyor. Bir an Sovyet askerleri geçmeye başlıyor önünden. Daha onlar gitmeden kimisi uzun saçlı, sakallı adamlar, uzun namlulu silahlarla birbirine ateş ediyor, sonra dönüp evleri tarıyorlar. Büyüdüğü evi, gittiği okulu, yürüdüğü sokakları… Uçaklar bombalıyor rastgele her yeri. Kuyruğunda çok yıldızlı bayraklar olan uçaklar. Kışın soğuğunda tek katlı yere yapışık gibi görünen toprak evlerinin yakınındaki tek salıncaklı, tek kaydıraklı park yerle bir oluyor. Çok eskindendi bunlar, rüyadayım, diyor. Başını kaldırmaya çalışıyor. Ağzına dolan kan ve çamur tadından daldığı düşünceler tekrardan koparıyor onu bu dünyadan.

Sırtında yükü, dağları aşıyor. Sürekli sınır geçiyor. Bitmiyor bir türlü sınırlar. Eşi ve çocukları yanında. Mutlu. Sonra bir çadıra ulaşıyor. Hava soğuk. Van’ın ayazını yenemiyor branda çadırlar. Eşine, çocuğuna sarılıyor. “Dayanın, bitti artık. Sınır sınır gezme yok bundan sonra. Hem Müslüman bir ülkedeyiz. Zarar gelmez burada bize.” Üşümeye başlıyor yine. Çadırda da ateş yanmaz ki. Dün gelen görevli demişti: “Merak etmeyin. Sizi kömürün kentine göndereceğiz. İçiniz dışınız ısınır orada.” Görevlinin alay ettiğini bilse de sevindiğini hatırlıyor.

Şimdi Zonguldak’tayım. Niye üşüyorum bu kadar? İyi kötü bir ev de bulduk, yatıp kalkacak. Kaderleri bizden beter çoğu Roman, işsiz güçsüz komşularımız var. Kaçak da olsa bir işim var. Onlar çalışmıyorlarmış kaçak ocakta. Parasından değil, ölümüz çıkar oradan diye. Arkamdan söylediklerini duyuyorum her sabah. “Bizim sefaletimiz yetmezmiş gibi şimdi de elin Afganlısına mı bakacak devlet. Bize verdikleri yardım paralarını kesip bunlara vereceklermiş.” Ben yardım istemiyorum oysa. İzin versinler çalışayım yeter.

Patron göründü yine. “Soluklandın mı lan şebek. Böyle yaparsan iş bitince para yerine havanı alırsın bak. Zaten ne işin, ne çalıştığının belgesi var. İster seve seve çalış ister…  Kaç vagon kömür çıkardınız bugün?”

“İki vagon,” dediği aklında.

“İki vagon nedir, dalga mı geçiyorsun benimle? Bak kamyon bekliyor. Bu akşama kadar dolacak o.”

İki kişiyle bu kadar oluyor, dediği kulaklarında hâlâ. Dudaklarındaki kan donmuş da konuşmasını engelliyormuş gibi. Aklında dolaşanları ne ağzını açıp söyleyebiliyor ne de sesini çıkartabiliyordu. Patronun “İki değil dört kişi gibi çalışacaksınız,” sözü yırttı kulağını. “Ben sana cuma cuma beni sövdürtme demedim mi? Çalışacaksın. Hem de köpek gibi.” O esnada küfürle birlikte gelen yumruk çenesinde patladı. Çamurun etkisiyle kayıp düştü. Kafasını kömür yüklü vagonun kenarına çarptı. Bayılmıştı. Patronun ortağı ve kamyon şoförü koşarak geldi.

“Ne yapıyorsun, başımızı belaya sokacaksın. Adama bir şey olursa ne ocak kalır ne iş.”

“Bir bok olmaz bu ibneye, elli yıldır ölümün cirit attığı yerlerde gebermemiş de şimdi mi geberip mübarek toprağımızı murdar edecek. Bu ülkede ölmek bile bunlara ödüldür.”

Uyanması için beklediler. Uyanmayınca ne yapacaklarını bilemez hâlde vıcık vıcık çamurun içinde iki adım ileri, üç adım geri oldukları yerde sayıp durdular. Her dönüşlerinde yerde yatan bedendeydi gözleri. Ama hiçbir kıpırtı yoktu. Böyle ne kadar zaman geçti kendileri de farkında değildi. “Hastaneye götürelim.” dedi şoför. Karşı çıktı patron, “Orada rapor tutulursa hepimizin başı yanar.” dedi. “Hani sen parti falan diyordun, bize birşey olmaz diyordun.” dedi ortağı.

Patron hemen ağız değiştirdi. Resmi belgeye yansırsa korkusu sardı. Çıkacak haberleri de düşündü. İşlerin iyice sarpa saracağını tahmin etti. Büyük patronun bilmemesi alacağı para için gerekliydi. Parayı gözünün önünden geçirdi, göçürdü. “Gelin benimle. Ben yapacağımı biliyorum.” dedi.  Çamurun içinde upuzun, yüzükoyun yatan canlı bedeni pikabın arkasına atıp, yola çıktılar. Bir yerde yol kenarında bırakma fikrinde anlaşamadılar. Bulunması durumunda her şey açığa çıkabilirdi. Sağ kalması onlar için tehlikeliydi artık.

Upuzun, yüzükoyun yatıyordu. Bir kestane ormanında, orman güllerinin derin yeşilliğinin altında. Üşüyordu hâlâ. Ve duyulmayan sesiyle son bir kez inledi. “Çok soğuk. Ah bir ateş olsa…” Arabadan getirdiği bir bidon dolusu benzini gezdirdi yavaş hareketlerle, küfrederek sarkık bıyıklı patron. “Bak seni öyle bronzlaştıracağım ki şimdi karın gelse tanıyamaz. Bu iyiliğimi unutma. Misafirperver milletiz biz ama sizde şükran duygusu yok.” Kahkaha atacaktı ama çevreden duyulmasından korktu. Elini beline götürdü. Erkekliği kadar övündüğü silahını eline aldı. Şimdi daha güçlü hissediyordu kendini. Diğer eliyle cebinden çakmağı çıkardı. Ortağına uzattı.

“Çak hadi!”

“Yoksa ben çakıyorum şimdi kurşunu.”

Yanık et kokusunun havada asılı kalırcasına yükselmesi çok sürmedi.

*Şibirgan: Afganistan’ın kuzeyinde Cüzcan Vilayeti’nin merkezi olan şehir.

edebiyathaber.net (14 Mayıs 2024)

Yorum yapın