Öykü: Bir karanlık dünya | İkbal Gemici

Ocak 21, 2025

Öykü: Bir karanlık dünya | İkbal Gemici

Çabaladıkça daha fazla içine çekildiğim, ucu bucağı olmayan bir dehliz. Çırpındıkça dibe doğru hız aldığım bir bataklık. Bir kör kuyu. Yıldızı olmayan upuzun bir gece. Nereye baksam onu görüyorum: kömür karasını. Pırıltılı hiçbir şey yok. Koklayarak, dokunarak hayatı anlamaya çalışmak, bütün yaptığım bu! Her karanlığın ardından sarısı olmayan güne uyanacağını bilmek kahredici. Ha! Öğrenmişim sarıyı, gök rengini, yaprağın yeşilini 7 yaşına varana dek. Bütün bildiğim bu. Sonrası… 72 yıl süren bir karanlık.

Kırmızının acı bir tonu var hafızamda. Bunu hiç unutmuyorum. Kırmızıyı sever çocuklar ama bu öyle değil. İçleri sıvı dolu, cerahatli, sevimsiz. Küçük ve sık ama masum bir çocuk bedenine ağır gelmiş koca bir yük.  Önce sol göz görmez oldu bu küçük kırmızıları, bir süre sonra da sağ göz. Sağ gözün sonu daha acıklı. Az biraz ışığı seçebiliyorken, belki küçük de olsa görme umudu varken kazara bir değneğin ucuna takılıp gitmiş. O günden sonra bacım göz olmuş bana. Elimden tutarak gezdirmeye başlamış. Lakin bu karanlık dünya daha bir çeker olmuş beni içine.

Ülkemin savaşsız, bolluk zamanlarına denk gelmemiş çocukluğum. Fakirliğin kol gezdiği, sonbaharda dağlarının beyaz örtüyle kaplandığı, kuş uçmaz, kervan geçmez bir köy. Buralarda da yaşanır mı, sorusunu akla getiren ücra, aç, buz bir memleket. Eğer öğrenirse halkım bir şeyler almayı, toprağı verimli. Toprak verimli ne çare! Halkım cahil, halkım aç, halkım sefil. Çocuklar ölmekte. Yaşamayı başaranlarsa karanlıklarda.

Beni tek avutan şey şiir. Babam meraklı şiire. Oyalanayım diye şiir okuyor bana, ezberletiyor en sevdiklerini.

Bir gün heyecanla giriyor içeri:

-Bak oğlum! Sana ne getirdim?

Neşe içinde sesi. Sanırsınız ki biri bana gözlerimi bağışlamış yeniden.

-Ne baba? Ne getirdin bana?, diyorum bıkkın bir sesle.

-Söylemem. Kendin bul, diyor.

Ellerimi dengeli bir şekilde üzerine yerleştiriyor düşürmeyeyim diye. El yordamıyla çözmeye çalışıyorum ne olduğunu. Karnıma değen kısmının yumurtaya benzediğini hissediyorum. Açız, yiyecek bir şeyimiz yok ama biliyorum yumurtayı. Babaannem bulup getirmiş, yersem belki iyi olurum düşüncesiyle. Hastayım ya, bir ben yiyorum.  İyileştirmiyor belki ama seviyorum tadını. Sağ elimle ön tarafını anlamaya çabalıyorum. Düz. Sanki ikiye bölmüşler yumurtayı ve bir yarısını bana vermişler. Fakat kocaman bir yumurta bu. Ortasında bulunan ipten daha sert ve daha kalın gergin tellere dokunuyorum. Sayıyorum yedi tane. Sol elimle dokunduğumda keskin iki noktayı fark ediyorum. O noktalardan sonra uzun, ince bir yola doğru gidiyor elim. Tellerin burada da devam ettiğini baş parmağımdaki sızıdan anlıyorum. Canım yanıyor. Parmağımda yapışık bir his.  Dokunduğum yere yapışıyor sanki. Ani şiddetli bir mide bulantısına eşlik eden tarif edemeyeceğim kesif bir kokuyla, kırmızı rengi hatırlamam bir oluyor.. Babam yüzümün şeklinden anlamış olmalı ki soruyor:

-Bir şey mi oldu, oğlum?

-Hayır, baba. Geçti, diyorum. Dokunmaya devam ediyorum. Yolun sonuna geldiğimde uçları yuvarlak yedi çıkıntıya değiyor parmaklarım. Sağ elimi gergin teller üzerinde gezdirirken belli belirsiz sesler duyuyorum. Düzensiz, anlamsız, tiz ama parmaklarımla dokunmayı becerebilirsem güzel bir ezgiye dönüşecek sesler. Sessiz ve karanlık dünyamı şenlendirecek bir şeylere ne kadar ihtiyacım olduğunu o an daha çok hissediyorum.

İçim kıpır kıpır teşekkür ediyorum babama:

-Bunu çalmayı öğrenebilmen için ne gerekiyorsa yapacağım, diyor babam sesinin titremesini engellemeye çalışarak.

O savaş yıllarına, o yokluk ve sefalete inat güzel bir yönü var köyümün: Aşıkı çok. Yöre ozanları zaman zaman babamın yanına gelip çalar, söylerler. İlk saz dersimi babamın arkadaşı Aşık Ala’dan alıyorum. O tanıştırıyor beni Pir sultan Abdal’la, Karacaoğlan’la, Dertli ve Ruhsati gibi usta ozanlarla. İşte bu ozanları tanımamla ışıyor dünyam.

Seferberlik başlıyor. Harbin patlak vermesinden sonra bütün arkadaşlarımı ve kardeşim Ali’yi askere uğurluyorum. Ben mahrum, ben mahzun… Anama babama demiyorum ama yüzüm asılıyor. Ben onlara derdimi dokunmasın diye açamıyorum, onlar benim kafa tuttuğumu sanıyorlar. Öyle ki sazdan bile uzaklaşıyorum. Vatana olan borcumu ödeyememiş olmamın ezikliğini şöyle döküyorum dizelere :

“Ne yazık ki bana olmadı kısmet

Düşmanı denize dökerken millet

Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet

Kılıç vurmak için düşman başına”

Seferberlik sonlarına doğru anam, babam:

-A oğul, biz ölür kalırız. Kardeşin de sana bakamaz. Seni Esma ile evermek istiyoruz. Ne dersin?

Akraba kızı Esma arada bir gelir anasıyla evimize, hal hatır sorar:

-Nasıl olur bilmem. Esma ne der buna? Kör bir adamla evlenir mi?

-Biz konuştuk, oğul. Anası, babası evet der. Sen de istersen yarından tezi yok istemeye gideriz.

-!!!

Birkaç hafta sonra evde bir başka ayak sesi, bir başka nefes, bir başka koku. Esma gelir. Güzel midir, çirkin midir, bilmem ama bir heyecan kaplar bütün bedenimi. Bir aydınlanır karanlık dünyam. Hiç dokunmamışım kadın tenine, okşamamışım saçlarını. Nasıl bir duygudur bilmem ama heyecan verici. Hayatıma renk kattı Esma. Bana bir kız, bir oğul verdi. Aksilikler bırakmıyor ki peşimi…Oğlan on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor. Onun ölümünden sonra anamla, babam 18 ay ara ile bu dünyadan göçüyorlar. Bu arada bağ bahçe işleriyle uğraşıyorum. Kardeşim Ali işlerimizi kolaylaştırsın diye bir hizmetkar tutuyor. Bu hizmetkarın bağrımda açılacak başka bir yaranın sebebi olacağını bilse hiç kor mu kapıya? Komaz elbet. Bir gün hastalanmış, yatağımda yatarken hizmetkar Esma’yı kandırarak kaçırıyor. Al sana katmerli acı!  Altı aylık bir kız bebe. İki yıl kucağımda gezdiriyorum onu. Ne çare ki o da bu kederli dünyayı ve beni bırakıp gidiyor:

“Talih, çile, keder sözü bir etmiş

Her nereye gitsem gezer peşimde”

Kızımın ölümünden sonra artık sığamaz oluyorum köyüme. Terk edip gitmek istiyorum buraları. En iyi arkadaşım İbrahim ile Adana’ya gitmeye karar veriyorum ama Aşık Deli Süleyman vazgeçiriyor beni. Köyümüze birçok aşık geliyor. Aşıklarla meşk ediyorum köy odalarında. Bu biraz olsun beni sıkıntılarımdan uzaklaştırıyor.

Cumhuriyetin ilanı üzerinden on yıl geçmiş. Yine bir gün köy odasında iken orada tanıdığım bir edebiyat öğretmeni bizden Cumhuriyet ve Gazi Paşa adına şiir yazmamızı istiyor. Böylece ilk şiirim doğuyor. Şiirimi köyüme yakın bir nahiyede okuyorum ve nahiye müdürü çok beğeniyor:

-Ankara’ya gönderelim, diyor.

– Ata’ya kendim götürürüm, diyorum ve yollara düşüyorum. İbrahim beni yalnız bırakmıyor. Karda kışta 3 ay yol çiğneyerek Ankara’ya varıyoruz. Otele gitsek para yok. Erzurumlu Paşa Dayı diye biri bizi birkaç gün misafir ediyor. Bu süre içinde at arabacılığı yapan Hasan Efendi ile tanışıyoruz. Adam bizi evine götürüyor ve tam 45 gün konuk ediyor:

-Bak Hasan Efendi! Sana da yük olduk bu kadar süre. Bir destanımız var. Bunu Gazi Paşa’ya duyurmak istiyoruz. Nasıl ederiz? Ne yaparız?

-Valla, ben bu işleri bilmem, ağalar. Burada bir milletvekili var: Mustafa Bey. Bu işi ona anlatmak gerek. Belki o size yardımcı olur.

Mustafa Bey’i bulup derdimizi anlatıyoruz:

-Bize yardım et, diyoruz.

Diyor ki:

-Aman! Şimdi şaire falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın, çığırın. Geçin gidin.

-Yok, öyle değil. Biz destanımızı okuyacağız Mustafa Kemal’e.

-E, hadi okuyun da bir dinleyeyim bakayım.

Okuyoruz:

-Yarın bana gelin Hakimiyet-i Milliye Gazetesiyle konuşayım. Belki orada yayınlatırız.

Ertesi gün gidiyoruz:

-Ben karışmam. Ne yaparsanız yapın, diyerek kestirip atıyor.

İbrahim’le gidip buluyoruz Hakimiyet-i Milliye matbaasını:

-Destanımız var. Okumaya geldik.

-Hele oku da dinleyelim, diyor gazetedekiler.

Sazı kucağıma alıp başlıyorum okumaya:

“Türkiye’nin ihyası Hazreti Gazi,

Kurtardı vatanı düşmanımızdan,

Canını bu yolda eyledi feda,

Biz dahi geçelim öz canımızdan.”

Gazete haberi şöyle veriyor:

“Dün gazetemize Anadolu’nun saz şairlerinden biri geldi. Bu yanık yüzlü adamın iki gözü de görmüyordu. Bu saz şairinin yeni yazdığı koşmalar, İnkılabın halkın en görgüsüz tabanlarına kadar nasıl işlemiş, anlaşılmış ve sevilmiş olduğuna en büyük delildir.”

Görgüsüz tabakadan ben 45 gün nafile beklemişim. Atayı göremeden dönmüşüm yurduma.

Nice sonra İstanbul Radyosundan bir davet alıyorum. Radyoya gidip stüdyoya giriyorum:

-İyi oku! Bütün Türkiye duyacak seni, diyorlar.

Yanlış anlıyorum. Sesimi Türkiye’ye duyurabilmek için avazım çıktığı kadar bağırarak okuyorum türkümü. Dinleyiciler çok beğeniyor. Hatta biri yayın sonrası radyoya gelip beni evine davet ediyor. Gidiyorum. Sabaha dek çalıp söylüyorum. O gece hayatımın fırsatını kaçırdığımı çok sonra öğreniyorum.  Meğer Gazi sofradayken radyoda sesimi duyunca “Bu Aşık’ı bulun getirin!” diye talimat vermiş. Dolmabahçe’dekiler radyo evini arayıp beni sormuşlar ama bulamamışlar.

Sabah haberi alınca saraya koşuyorum:

-Gazi’nin dün çağırttığı aşık benim. İzin verin huzuruna çıkayım, diyorum.

-Olmaz. O bir eğlence zamanı idi. Şimdi çalışma zamanı. Çalışırken rahatsız edemeyiz. Sen adresini bırak. Tekrar sorarsa biz seni buluruz, diyorlar

Boynumu büküp köyüme dönüyorum yine. O hasretle beklediğim haber hiç gelmiyor…

Yorum yapın