Öykü: Sıkıntı | Menekşe Ercan Pekel

Eylül 8, 2020

Öykü: Sıkıntı | Menekşe Ercan Pekel

Tek katlı evin balkon merdivenlerinden indi, kurumuş otlarla dolu, bakımsız bahçeyi geçti.  Kuyunun yanı başına geldi Serpil, elindeki boş kovayı ters çevirdi, yere bıraktı.   Birbirini kovalayan iki karasineğin vızıltısı dışında hiçbir ses duyulmuyor, yaprak bile kımıldamıyordu. Kuyunun gölgesine sığınan çekirge hareketsiz, balkon duvarındaki örümcek kıpırtısızdı.

Kızgın güneşin altında ellerini beline koydu, bir süre ayakta durdu.  Sıcak insanda takat bırakmıyordu, daha fazla dikilemedi, kovanın üzerine yavaşça oturdu.   Güneşin parlak ışığı gözlerini alıyordu, bu hoşuna gidiyordu, alnında iri ter damlaları vardı.  Sadece gökyüzünde rastlanabilecek o parlak maviliğe daldı.  Erkek kardeşinin az gerideki karınca yuvasının başında, yüzükoyun yattığı yerden hiç kımıldamadan kendisine seslendiğini unutmuştu.   Güneşin ışığıyla içindeki karanlık duygular arasında bir yerde takıldı kaldı düşünceleri.  Annesini hiç yoktan üzdüğü o günü hatırladı.

***

O gün de gökyüzü parlak maviydi, bulutsuz, katıksız mavi. 

Annesi elinde dumanı tüten koca bir tabak yemekle çıkmıştı mutfaktan.  Dışarıya kadar yürümüş,  balkon masasının başında oturan Serpil’e hevesle uzatmıştı tabağı.  “Hadi yiyelim,” demişti, gülümsüyordu.  Sıkı bir atkuyruğu yapmıştı saçlarını, tepeden toplamıştı.  Tokadan kurtulan kısa kumral teller, sıcaktan pençe pençe olmuş yanaklarına, terli alnına yapışıyordu.   Bluzunun kollarını dirseklerinin üstüne kadar kıvırmıştı.  Pembe önlüğünün üzerinde koyu kırmızı salça lekeleri vardı.

“Şimdi pişirdim, tazecik.  Gülsüm Teyzen getirdi dün, koca bi torba.  Yamanlar’dan toplamış, dağ mantarı.  En büyüklerini de seçmiş bize ayırmış.”

Serpil omzunu silkti.  Canı istemiyordu.  “Bisikletle dolaşmaya çıkıyorum  ben, acıkmadım daha.”  Annesi ısrar etti.  “Hadi ama, bol domates koydum içine.  İki de kaşık getirdim.  Biri sana, biri bana.  Baksana, ne güzel kokuyor.”  Hâlâ gülümsüyordu.   Ama yeşil gözlerinde bir anlığına çakan hayal kırıklığının hüzünlü parıltısını görür gibi oldu kız.  Yine de aldırmadı, huysuzluğu üstündeydi.   Ayağa kalktı.  Boyu annesine yetişiyordu.  Ellerini beline koydu, dik dik baktı.  Ses tonu ne kadar da katıydı:

“Ersin’e ver, o yesin.  Acıkmıştır gene, hep aç zaten.” 

“Ersin yok, babanla çarşıya indiler.”

“Sen ye o zaman.”

Arkasını döndü genç kız, balkon merdivenlerinden indi.  Geniş adımlarla kuyunun duvarına yasladığı bisikletine doğru yürüdü.  Annesi seslenecek oldu.  Ağzını açtı, kapadı, derin bir soluk aldı, sustu.  Atladı külüstür bisikletine Serpil, toprak yolda tozu dumana kata kata sürdü, gitti. Sağ pedalı her çevirişinde boşa basıyordu.   Yine de aldırmadı,  akşam karanlığı çökene kadar  dönmedi eve, tozlu yollarda gezindi durdu.

O akşam hiç kimse erken dönmedi eve.  Babası iki tane ekmek arası köfte aldı çarşıdaki seyyar tezgâhtan, biri kendine, diğeri Ersin’e.  

Yemek anneye kaldı.

 ***

Olacak olan oldu, geçecek zaman geçti.  Hayatın kimse için durup beklediği yoktu.  Kuyunun gölgesindeki çekirge ön bacaklarını birbirine sürttü, antenlerini oynattı.  Balkonun duvarındaki örümcek yukarı tırmandı, ağını örmeye başladı.   Erkek sinek dişisini havada yakaladı. 

Daldığı düşüncelerden usulca uzaklaştı Serpil, alnındaki ter damlalarını elinin tersiyle kuruladı.   Ağır ağır kalktı kovanın üstünden, kuyuya eğildi.    Derin karanlığa uzun uzun baktı.  Nemi içine çekti.  Bacakları karıncalandı, başı döndü, kalbi hızlandı.  Sımsıkı kavradı iki eliyle kuyunun taşlarını.  Zihin hangi halde olursa olsun, beden hep canlılıktan yanaydı.  

Az geride, karınca yuvasının başında yüzükoyun yattığı yerden, hiç kımıldamadan yine seslendi erkek kardeşi, bu defa sesi sitemkârdı:

“Abla gel de bak artık şuraya, kaçırıyorsun!  Karıncalar el ele  tutuşuyor!”

Kardeşine cevap vermedi.  Çıkrığın koluna yüklendi.  Çevirdi, çevirdi.  Bir tas su çekti kuyudan, buz gibi.  Kana kana içti.  Sonra bir tas daha çekti, bir tas daha,  kovaya boşalttı.  Kova doldu, az biraz taştı.  Kollarını dirseklerine kadar daldırdı genç kız,  suyu avuçladı.  Yüzüne çarptı üç defa, su damlaları her tarafa sıçradı.   Kuyunun gölgesine saklanan çekirge öteye kaçtı.   Ensesini ovuşturdu Serpil, incecik kollarını soğuk elleriyle sıvazladı.  Olmadı, hafiflemedi  göğsündeki ağrı.  Geniş balkona,  kapısı açık eve, sessiz mutfağa boş gözlerle baktı. 

“Babama söyle, ben bisikletle dolaşmaya çıkıyorum.”

Ersin’in sesi artık basbayağı isyankârdı: “Babam evde yok ki, sabah erkenden hastaneye gitti.  Annem bugün çıkarmış belki.”

Serpil sevinse mi üzülse mi bilemedi.  Annesiyle beraber yemeği kaşıklasa, anlar mıydı o mantarın zehrini, kestiremedi.  Atladı külüstür bisikletine. Toprak yolda tozu dumana kata kata uzaklaştı.  Sağ pedalı her çevirişinde boşa basıyordu.  İçinde hiç atamadığı, koskoca bir sıkıntı vardı.

edebiyathaber.net (8 Eylül 2020)

Yorum yapın