Öykü: Sabun Çayı | Leyla Beril

Aralık 1, 2020

Öykü: Sabun Çayı | Leyla Beril

İki katlı, ahşap evin önünde arabacı hızla çekti dizginleri. Atların sarkmış dudakları sağa sola sallandı, eskimiş, sararmış dişleri göründü loş ışıkta, nefesleri beyaza çalıyordu soğuktan. “Geldik beyim,” dedi arabacı. Evlerden sızan ışıkla hafifçe aydınlanıyordu sokak. Güneş, İmamoğlu’ndan bu yana gökyüzünde salınmış, Bizans’ın duvarlarını yalamış, Mercin Suyu’nu, Han Deresi’ni aşmış ve Ceyhan’ın üzerinde batıp kaybolmuştu az önce. Bu vakit, Torosların acı soğuğu insanın içinden geçerdi. Arabacı avuçlarını birbirine sürtmeye başlamıştı. Faytonun sesini duyan Suat Efendi perdeyi araladı, derin bir nefes çekti, perdeyi geri kapattı. Önce Ömer Bey faytondan indi, kaşeden paltosunu şöyle bir düzeltti, Hacer Hanım’ı indirdi ardından. Hacer Hanım, iner inmez başındaki örtüyü düzeltip azıcık arkaya itti, kâküllerini hafifçe çıkardı. Ufacık burnunun üzerinde mercan rengi gözleri ile biraz tedirgin ama heyecanla bakıyordu pencereye. Kucağında kendi elleriyle nakışladığı mor satenden bir bohça, bohçanın içinde zıbınlar, patikler, yelekler, kenarı oyalı tülbentler, nazarlıklı kundaklıklar vardı. Gece gündüz demeden neredeyse dokuz aydır kesiyor, biçiyor, örüyor, işliyordu. Öyle becerikli, öyle bereketliydi! Eli, evi bereketliydi ama karnına bir çocuk düşmüyordu. Nicedir istemişler ama olmamıştı. Ömer Bey kapıya yürüyecek oldu ama Hacer Hanım, “Yorulma sen ayakta Ömer Bey, faytona geç geri,” dedi. Bebeğin doğduğunu öğrendikleri günden beri gelip elleri boş dönüyorlardı. Hacer Hanım’ın canına tak demişti. Ömer Bey ses etmedi hiç, faytona da geçmedi. Cebindeki gümüş tabakayı çıkardı. Soğuktan hafif titreyen elleri ile Hatay’dan getirttiği tütünü sarmaya başladı. Bir tane kendisine, bir tane arabacıya…

Suat Efendi kapıyı açtı, bohçaya uzanacak oldu ama Hacer Hanım bohçayı vermedi. Bohçasına sımsıkı sarıldığı gibi çöktü çökecek merdivenlerden üst kata çıktı. Gözleri ağlamaktan şişmiş, morarmış Pembe, bebeğini emziriyordu yarı uykulu. Hacer Hanım yanlarına vardı, bebeğin yüzündeki beyaz tülbendi hafifçe araladı. Yanan odun çıtır çıtır ediyordu. Sobanın üzerindeki tencerede hafif hafif tıkırdayan kaynarın yenibaharı etrafı sarmıştı. Hacer Hanım, üzerinde ürkek bakışlı geyik deseni olan ince kadifeden kilim ile örtülmüş divanın üzerine bıraktı bohçayı. Pembe, bohçaya bakacak oldu, çekti gözlerini hemen. Hiç konuşmadılar. Beş günlük bebenin adı hâlâ yoktu. Kara kaşlı, kara gözlü bir kız çocuğuydu. Sobanın arkasında oyun oynayan diğer çocuklara seslendi Pembe, “Hadi inin siz! Bebek uyanacak.” İki kız, bir oğlan, odun sepetinden birkaç kozalak alıp babalarının yanına gittiler. Odada bir derin sessizlik, hiç bölünmeden Hacer Hanım’ın gözünden Pembe’ninkine geziniyor, camdaki buğuya karışıp aşağı akarak kayboluyordu. Hacer Hanım anladı Pembe’nin bugün de bebeğinden ayrılamayacağını. “Ben kalkayım şimdi, yarın yine gelirim,” dedi, doğruldu oturduğu yerden. Pembe’nin yanına yaklaştı, bebeğin yüzüne bir daha sevgiyle baktı. Bir de Pembe’ye baktı sonra. “İkimize de eziyet etme artık. Sözüm olsun dedin ya! Allah kimsenin başına vermesin. Bir çocuk sesi de benim evimde olsun Pembe…” deyip derin bir iç çekti, gözlerini odada gezdirdi. Örtüleri eprimiş bir çift divana, eskimiş sobaya, ayrık tahtalara, sobanın askısında sallanan yamalı bezlere baktı. Pembe’nin ucu sökülmüş uzun eteğinde durdu gözleri. “Bu yoklukta yazık değil mi bu fukaraya? Bak şu aşağıdaki yavrularını düşün. Hangi birine yeteceksin? Bırak bu yokluk çekmesin, gün görsün. Biz gidelim şimdi. Yarın geliriz yine, kal sağlıcakla,” deyip çıktı odadan. Pembe bir şey diyemedi. Evlat kokusuna onca yıldır hasret Hacer Hanım’a kendi söylememiş miydi bir bebem daha olursa sana veririm diye? İhtiyarlar bir olup sözün söz olsun, hayrını göremezsin dememişler miydi? Ya şimdi? Bebesini kucağına sarıp, koklamıştı artık. Ne ederdi? Bir yandan göğsünden süt, bir yandan gözünden yaş akıyordu. Akıyordu, taşıyordu ikisi, birbirlerine karışıp oradan Çeperce Deresi’ne, oradan Karaçay’a, oradan Ceyhan’ın azgın suyuna varıp çağlayıp yitiyordu. Fukaralığı batsın diyordu içinden, üç taneye yetemiyordu analığı, azığı. Önce bir acı kırbaç sesi, hemen ardından atların kişnemesi duyuldu. Birkaç gün evvel yağan yağmurun birikintileri evlerden gelen ışıkla parıldıyordu. Bata çıka gözden kayboldu fayton. Eğreti bahçe kapıları, sineklikten yapılmış gelişigüzel kümesler fayton ilerledikçe yitip gitti. Suat Efendi dalgın dalgın oturdu sobanın yanındaki mindere. Başını, yumruk ettiği eline yasladı, düşündü düşündü. Pembe aldı bebesini koynuna, gözünün yaşını akıta akıta, isimsiz bebesini ninni söyleyerek uyuttu. O gece sabaha kadar koynundan çıkarmadı bebesini. Emzirdi, uyuttu; bir daha emzirdi, bir daha uyuttu. Sonra bir daha söyledi.

Ertesi akşam yine aynı saatlerde, yine elleri kolları dolu geldi Ömer Bey ve Hacer Hanım. İçeri girmesi ile çıkması çok sürmedi Hacer Hanım’ın. Arabacı, kucağında bebek ile dönen Hacer Hanım’ın faytona binmesine şaşkın şaşkın yardım etti. Ömer Bey’in kalbi yerinden çıkacak gibiydi ama hiç belli etmiyordu. Suat Efendi, Pembe’ye sarılmış ve Pembe, perdeyi aralamış ağlayarak son kez bakıyorlardı bebelerinin arkasından. Fayton tıkır tıkır konağa giderken ürke ürke bebeğin yüzündeki tülbendi açan Hacer Hanım’ın gözlerinden yaşlar süzüldü. Başındaki örtünün ucuyla gözyaşlarını sildi, Ömer Bey’in elini tuttu. Mışıl mışıl uyuyan bebeğe bir daha baktı. “İnci,” dedi. “İnci’m!”

**************************************************************************

Hacer Hanım, eve kucağında İnci ile girdiği ilk günden beri her cuma evde dua okutur ardından konu komşuya lokum dağıttırırdı. Ödü kopardı İnci’sine, biriciğine nazar değecek diye. Sabah ezanı okunurken kestirdiği iğde dalından nazarlık her daim bebeğin üzerindeydi. İçindeki sıkıntı azıcık büyüsün kurşun döktürür, soğanın kabuğunu tuzla yakar, isler; tüten dumanı oda oda dolaştırırdı. “Bin yiyenin olsun, bir diyenin olmasın,” derdi Hacer Hanım’ın nenesi. İnsanların gözü değerdi, olanın da değerdi olmayanın da değerdi. “Değmesin,” derdi Hacer Hanım. “Kimsenin gözü değmesin.” İnci büyüdükçe Hacer Hanım’ın sevgisi de büyüdü endişesi de. Yıllar geçtikçe koca ev de Hacer Hanım’ın kaygılarından nasibini aldı, değişti yavaş yavaş. Hacer Hanım önce İnci’nin odasındaki pencereye demir korkuluk yaptırdı hemen ardından korkuluğun engel olduğu cam önü karanfillerini kaldırttı, bir süre sonra arka pencerelere de birer demir korkuluk taktırdı. İçe doğru kıvrılan, damla desenli ferforje korkulukları beyaza boyattı ama yine de pencerelerin hüznü gitmedi. Biri çıkar, tırmanır diye içten içe kaygı ettiği sarmaşıkları da börtü böcek olur; yılan, akrep gelir bahanesiyle söktürüp attırdı Ömer Bey’e.

Geçen yıl, Ömer Bey ile Hacer Hanım, gözleri arkada hacca gitmişler, İnci’yi de Hacer Hanım’ın kız kardeşlerine emanet etmişlerdi. Geri döndüğünden beri gülmesi gülmek, bakması bakmak değildi Hacer Hanım’ın. Misafir elini eteğini çekince İnci’nin iki teyzesi ve evin işini çekip çeviren Aysel çaresiz anlatmışlardı her şeyi. İnci’nin ablasının geldiğini, olanları iyi kötü anlattığını, İnci’nin birkaç defa dayanamayıp öz anasının babasının evine kadar gizlice gittiğini, gidip de varamadığını, varıp da göremediğini, görüp de tanıyamadığını… Engel de olamamışlardı ne yapacaklarını da bilememişlerdi. Avludaki salkım söğüdün altında her gün içtiği sade kahvesini işte o gün içmemişti Hacer Hanım. Bin yıllardır yanar, söner, açar, solar bu topraklar. İnci’nin derdi de bu topraklara karışmış, bu kısacık vakitte içini kar suları gibi üşütmüş; toprağı kavur kavur kavuran, çatır çatır çatlatan yaz sıcağı gibi yakmış, biçmişti. Hacer Hanım döndüğünde rengi solmuş, gözünün feri gitmişti İnci’nin. Başka çare kalmayınca bir tanecik kızını karşısına alıp bir de o anlatmıştı her şeyi. Anlatmasına anlatmıştı ama derdi yüzken bin oluvermişti. Söylencelerde anlatılan dağların, oyukların hayaletleri, cinleri gibi dolanır olmuştu evin merdivenlerinde Hacer Hanım. Yukarı aşağı, sağa sola deliye dönmüştü. İnci ise gün gelmiş sormuş gün gelmiş kızmış ve bir gün geldiğinde kızın sesi çıkmaz, yüzü görünmez olmuştu. Penceresinden zeytin ağacına konan kuşlara dalıp gitmiş, onlarla ağlaşmıştı. Günlerce, haftalarca ağladı İnci. Eprimiş divanlara, soğuk sızan tahtalara, yamalı bezlere en çok da kardeşlerine ağladı. Anası ve beybabası, Anavarza’nın sabırdan duvarları gibi bıkıp usanmadan durdular İnci’nin önünde, arkasında. Koca evin en kıymetlisi, Hacer Hanım’la Ömer Bey’in gözbebeğiydi. Evi de vardı, anası babası da. Aylar sonra İnci olana bitene alışıp eski haline geri döndü. Narin ayaklarıyla sert dalları kavrayıp ürkek ürkek sağa sola bakınan serçeler de İnci’yi göremez oldu pencerede. İnci dönmüştü dönmesine de Hacer Hanım’ın yüreğine kurt düşmüştü bir kere. Bu ana yüreği nasıl bir şeydi de Hacer Hanım sığamıyordu kocaman Kozan’a? Geceleri sık sık kalkıyordu. Kimseler duymazken, evde çalışanlar uyurken, Ömer Bey derin nefeslerle göğsünü bir indirip bir kaldırırken Hacer Hanım gizlice kalkıyor; İnci’nin yanı başında duruyor, saçını elleyecek oluyor; bir geri gidiyor, bir beri geliyor, bir derin ah çekiyor sonra kızın üzerini örtüp uzaktan seyrediyordu onu. Evde dolaşan bir hortlak gibiydi. Uyku sarmıyordu, tutmuyordu hiç. Bazı geceler, sabah ezanına kadar odadan odaya dolaşıyordu. Bir soğuk salona geçiyor, oturuyor, düşünüyor; bir mutfağa geçiyor, rafları düzeltiyor, perdeleri seyrediyor en sonunda da İnci’nin odasında, kızın yatağının başucundaki koltukta otururken yorgunluktan uyuyakalıyordu. Çoğu zaman İnci kalkıp annesinin üzerini örtüyor ya da kaldırıp yatağına götürüyordu Hacer Hanım’ı. Hacer Hanım, seslerin, gölgelerin içinde yitip gidiyor, çocuk oluyordu. İnci ise her yanını demir korkuluklar saran bu kafeste, sakladığı bin bir hüzünle annesine analık ediyordu artık.

Hacer Hanım istemez miydi İnci onun karnına düşseydi, elleriyle sevseydi daha doğmadan bebeğini? Kuzum deseydi, anan kurban olsun sana deseydi. Doğurmadı, sancılarından yeri göğü inletmedi diye canı yanmaz mı zannederlerdi? Böyle iki anayla, iki babayla gel git olsun evladı ister miydi hiç? Aslında dimdik kadındı Hacer Hanım. Cömert, bilgili ama dediğim de dedikti. Hangi tarladan su geçecek, hangi ağaç ne tarafta kalacak bilirdi. Elini sokmadığı işi iş saymaz; tarladan gelen acı, etli biberleri illa kendisi salça ederdi. Bir parmağını da salça yaparken kaptırmıştı bıçkınlı makineye. Ayın acara ne zaman çalacağını, turşuyu ne zaman kuracağını bilirdi. İneğin karnını eller, memesini yoklar, buzağının gelmesine kaç gün kaldığını söyleyiverirdi. Bir işte çocuğu olmuyordu, o. Başka da kusuru yoktu kimseye göre… Ömer Bey’le düğünleri geceler boyu sürmüştü. Adam, hiç belli etmemişti çocuk hasretini. Ceyhan’ın başından adını söyle, oradan Kozan’a yankılanır da tanımayan olmazdı onu. Yemek vakitleri şöyle bir sokağa çıkar yoldan geçen aç açıkta kimse bulur muyum diye dolanır, illa da bulur sofraya getirirdi. “Gidelim,” demişti Hacer Hanım. Hacer Hanım’ın gülmeyen yüzünden, dalan gözlerinden, gece evin içinde tıkır tıkır dolanmasından tedirgin Ömer Bey ikiletmedi. Herkes için en iyisi buydu. En çok da eline iğne batsa uğruna dünyayı yakacağı İnci’si biraz nefes alsın, ağız dolusu gülsün diye gidecekti Ömer Bey. Hacer Hanım evlat acısının bin türlüsünü kafasında evirmiş çevirmiş tek yolu gitmekte bulmuştu. İki adım yoldu Pembe’nin evi. Çok sürmeden ev toparlandı. Sedef işlemeli çeyiz sandığını, özene bezene yaptığı el işlerini diktiği ahşap kutulu Minerva’sını kendi bindikleri kamyonete yükletti Hacer Hanım. Onca büyüttüğü cevizler, asmalar, zeytinler, turunç ağaçları, salkım söğütler… Arkasına dahi bakmadı. Azıcık gözünü bile eğmedi.

Baba toprağını bırakıp Kadirli’ye gelmişti gelmesine de sesleri de yanında getirmişti Hacer Hanım. Sırf durmasın, içi dalmasın diye en zorunu seçse de işlerin, duyuyordu onları. Ya okula diye çıkıp kaçar giderse Kozan’a? Ya sen benim annem değilsin derse? Ya bu evden çıkar da bir daha dönmezse? Ya bırakıp giderse bizi? Bilhassa İnci okuldayken zaman geçmek bilmiyordu hiç. İnci büyüdükçe yük yüklemişti kızın sırtına. Yeter ki kız boş kalmasın diye elinden geleni ardına koymuyordu. Hiçbir şey bulamazsa bulaşık yığardı İnci’nin önüne. Zaten yeni silinmiş olan rafları bir daha bir daha sildirirdi. En iyi kendi bilirdi boş kalınca içini nasıl yerdi şeytanlar. Azıcık boş durmaya gör türlü türlü düşünce gelir, kemirirdi içini insanın. Hacer Hanım’a, gider bulur anasını diye fısıldayan o kötü kötü şeytanlar, İnci’ye de demezler miydi git öz anneni, kardeşlerini bul diye? Hacer Hanım’ın rahatlayacağını, o rahatlayınca İnci’nin de daha mutlu olacağını düşünen Ömer Bey anlamıştı ki burada da huzur yoktu. Hacer Hanım, “Ne zormuş Ömer Bey, doğursan da zormuş, doğurmasan da zormuş,” diye dertlendikçe, adam ne yapacağını bilemez olmuştu. Evdeki bu kaygılı, kasvetli havadan bunalan Ömer Bey, Adana’ya daha sık gider oldu. Hacer Hanım özene bezene bir cennet köşesi oda da burada yaptı İnci’ye. Porselen bebekler, ipek çarşaflar, kanaviçe perdeler, işlemeler… İlk zamanlar penceresinin önünden yolu izleyen İnci azıcık gülmüş, oh demişse de Hacer Hanım dayanamayıp taktırdı yine demir korkulukları kızın penceresine. Birkaç ay sonra da sarmaşıkları söktürüp attırdı zaten.

Hacer Hanım, Aysel yanında, avludaki kameriyede oturmuş, asmanın güneşte renkten renge vuran, avuç içinden büyük, heybetli, damarlı yapraklarına dalıp gitmişti. Kasnağının üzerindeki iki yaprak mor menekşe öylece duruyordu günlerdir. “Böyle yazılmış. Benim sınavım da böyleymiş Aysel,” dedi. İki gün önce Ömer Bey, radyodan tarım kooperatiflerini dinlemiş, bir haftalığına Adana’ya gitmeye karar vermişti. Ertesi gün Hacer Hanım hazırlamıştı Ömer Bey’in çantasını. “Bir hafta çok Ömer Bey. Evde bir başımıza. İki gün kalıversen, dönsen,” diye söylenince, adam da sesini yükseltmiş, “Yeni traktörlere de bakmak lazım. İşler kolay yürümüyor. Toplantılara da katılmam icap eder. İki güne nasıl sığsın hepsi!” deyip apar topar çıkmıştı evden. Ömer Bey’in böyle gidişi miydi yoksa İnci’nin okulda oluşu mu bilmiyordu ama bugün başka bir sıkıntıydı içinde dolanan. “Bu yaz Zorkun’da daha çok kalalım Aysel,” dedi. “Yazın kavuruyor buraların sıcağı. Erken gideriz, İnci’yi de alırız. Hazırlarız evi.” Aysel sessizce “Olur,” dedi. Sonra yine daldı gitti ağaçlara, küpelilere, dallardaki serçelere Hacer Hanım. Düldül dağından serin serin bir yel esiyordu o gün. Annesi her gün seslerle, gölgelerle boğuşurken İnci’nin aklı da fikri de çoktan Hüseyin Ağa’nın torunu Kemal olmuştu bile. Aynı avluya bakan dokuz ev ve sağlı sollu bahçelerle koca bir çiftliği vardı Hüseyin Ağa’nın. Kadirli’de tanımayan, bilmeyen yoktu onu. Traktörler, tarlalar, ırgatlar, depo depo pamuklar, atlar… Kemal sevdalanmıştı İnci’ye okul yolunda. Bir İnci okula giderken bir de İnci okuldan dönerken görürdü onu. Çoğu kez de İnci’nin yanında Aysel olurdu. Yedi, sekiz aydır, bir kez bile yan yana gelmeden mektuplaşıyorlardı. İnci’nin gönlü de Kemal’e uçup gitmişti Hacer Hanım’ın demir korkuluklarının arasından. Mektupları getirip götürenlerden başka bilen yoktu bu sevdayı. O gün Düldül dağından esen serin yel, ne İnci’nin ne de Kemal’in içindeki firezler gibi dağıl dağıl dağılan yangını söndürdü. Kemal neyi nasıl ettiyse, akşam merdivenin altına gelmesini haber etti İnci’ye. Hacer Hanım’ın hususi, parça taştan yaptırdığı bahçe merdiveninin tam altında göreceklerdi birbirlerini. İnci heyecandan duramıyordu yerinde. Bir yandan Hacer Hanım’dan korkuyor, bir yandan perdeyi aralayamazken nasıl aşağı ineceğinin hesabını yapmaya çalışıyordu. Hem sevda ateşinden hem korkudan yüreği ağzındaydı. Kucağındaki kasnak işini tam eline almıştı ki Hacer Hanım, bahçe kapısından İnci girdi gülümseyerek. Kameriyeden İnci’yi gören Hacer Hanım kasnağı hızlı hızlı toplamaya çalışırken parmağına iğne batıverdi. “Oy,” dedi, hemen kanayan yeri ağzına götürdü. Bir damla kan, göz göz, kumaşın üzerindeki menekşenin kenarına damlayıp, ağır ağır yayıldı. Emeği de kan olunca içindeki sıkıntı iyice büyümüştü. Makrome iş çantasına koydu kasnağını, eteğini silkeledi, İnci ile beraber eve girdi.

Aysel sofrayı topladıktan sonra İnci odasına çıktı. Sağa sola yürümeye başladı, duvarda asılı aynada kendine baktı. Yanakları al al olmuştu. Komodinin üzerindeki saate baktı. Saatin tam ortasındaki horoz her saniyede sanki yem yermişçesine başını bir indirip bir kaldırıyordu. Zaman geçmek bilmiyordu. Gözünü saatten hiç ayırmadı. Hacer Hanım, Ömer Bey’in yokluğundan istifade onun salondaki yerine kuruldu, radyoyu açtı. Ömer Bey’in annesinden kalma kartal desenli kırlentlere sırtını dayadı, gözlerini kapattı. Önce Müzeyyen Senar çaldı radyoda sonra Behiye Aksoy. İsmail Bey pek sever diye geçirdi içinden. Başka bir yere mi yerleşmeli yoksa, İstanbul’da mı okutmalı kızı ya da daha uzaklara mı kaçmalı diye düşündü durdu. Tarlaları Aysel’in babası Mehmet Efendi’ye teslim ederdi, Ömer Bey sık sık gelirdi buralara, kendisi de yazları yaylaya gelirdi İnci ile… Kafasının içinde türlü  planı çevirip duruyordu. Odadaki müziğin içine hocanın sesi karışınca Hacer Hanım doğruldu, radyoyu kapattı. Kırlentleri şöyle bir düzeltti. Uyku iyice çökmeden abdest almak için odadan çıktı. Kapıdan gizlice annesine bakan İnci, Hacer Hanım’ın odadan çıkmasıyla ayağında terlikleriyle koştu avludaki merdivenin altına. Kemal bir gölge gibi duruyordu orada. Heyecandan mı korkudan mı bayılacak gibi oldu İnci. Gündüz gözü rahatça dışarıda gezemezken akşamın karanlığında kendini merdivenin altında bulunca kalbi hızlandı. Gözlerini, karanlık gölgeler gibi görünen çiçeklerde, kameriyede gezdirdi. Tuhafına gitti bahçenin o hâli. Kemal’in yanına vardığında ikisinin de sesi çıkmadı önce. Kemal’in eline baktı telaşla ama elinde mektup falan yoktu Kemal’in. Öylece bakıştılar. Kemal gözünü ayırmıyordu İnci’nin gözünden. İnci utanır gibi oldu, başını eğdi. Kemal, merdivenin yukarı basamaklarının hemen kenarlarında duran yağ tenekelerindeki güllerden bir tane koparıp İnci’ye vermek için uzanmıştı ki koca teneke büyük bir gürültüyle yere çakıldı. İnci “Ay,” diyecek oldu, daha demeden elini ağzına götürüverdi, öylece kalakaldı. Kemal bir yandan işaret parmağıyla sus der gibi bir şeyler yapmaya çalışıyor diğer yandan düşen tenekedeki toprakları toplamaya çalışıyordu. Sesi duyan Hacer Hanım ile Aysel avluya fırlayıverdiler. Şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemeyen İnci ve Kemal öylece donakalmışlardı. Kızını merdivenin altında gören Hacer Hanım’ın “İnci,” diye feryat etmesi ve sırtından ter boşalması bir oldu. Kemal, İnci’nin elini tuttuğu gibi koşmaya başladı. Hacer Hanım şaşakaldı, olduğu yere çöküverdi.

Akşamın karanlığında ayağında terlikler, bir eli Kemal’in elinde koşuyordu İnci. Koşarken geçtikleri sokaklar, yolların kenarlarındaki ağaçlar yitip gidiyordu gözlerinde. Korkudan değil nefes almak için koşuyordu İnci, kaçmak için koşuyordu. Kemal ip tutmaz küheylan gibi yarıyordu karanlığı. Sabun Çayı’na doğru, suya doğru bir nefes bir ara vermeden koşup durdular. Hacer Hanım öylece yığılmıştı. Aysel kolonya ile Hacer Hanım’ın bileklerini ovuyordu. Bir evden bir eve derken kısacık bir zamanda Hüseyin Ağa’nın avlusuna kadar ulaştı haber. Ortalık çalkalandı. Komşular hep biliyorlardı Hacer Hanım’ın İnci’yi nasıl sevdiğini, nasıl kıskandığını. Herkes biliyordu dökülen kurşunları, her hafta okutulan duaları, demir parmaklıkları. Büyüklerden yapma bu kadar, sıkma kızı diyenler olsa da Hacer Hanım sessizce dinlemiş ama yine bildiğini yapmıştı. Sesler evlerin içinde, sokakların arasında uğulduyordu sanki o akşam.

“Hüseyin Ağa’nın torunu Kemal gız kaçırmış, Hacer’in gızı İnci’yi kaçırmış diyorlar.”

“Karalardan Kemal İnci’yi kaçırmış. Yaylaya çıkarmış.”

“Ne bahtsızmış bu İnci!”

“Camı açamıyordu fukara! Sevda bu, dinlemez ki!”

“Hacer nefes aldırmıyordu kıza, ne olacaktı ya?”

Hacer Hanım sessiz sessiz ağlıyordu. İçindeki kurt uzun zamandır ilk kez susmuştu. Sessizliğin yerinde bomboş bir yankı vardı. Kurt susmuştu susmasına da Hacer Hanım böyle dert, böyle acı bilmemişti daha önce. İnci şurada olsaydı da kurtlar içimi lime lime yeseydi diye düşüne düşüne akıtıyordu gözünün yaşını. Hüseyin Ağa atını eyerlemişti haber gelir gelmez. Dağa, ormana en hızlı atla gidilirdi. Jandarma yetişememişti Hüseyin Ağa’ya çocukları ararken. Bir gecede, bir kısa, bir upuzun gecede Yılankale’den Hemite’ye, Şekerdere’den Karıncalı’ya el uzattı, haber saldı Hüseyin Ağa! Yok, yoklardı! Hüseyin Ağa yer yarıldı da içine mi girdi bu çocuklar diyor, bir yandan öfkeden kabarıyor, bir yandan kederle tutuşuyordu; bir elime geçirirsem seni Kemal diye hayıflanıyor sonra çiftlikte kırk davulla düğün çalarım sana oğlum, yiğit torunum diye telaş edip atını şahlandırıyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla eve gelen Ömer Bey, Hacer Hanım’ın yanına koştu. Birkaç bir şey sordu Aysel’e başka da sesi çıkmadı. Hacer Hanım sabaha kadar bir damla su bile içmeden ağlamış durmuş, gözünü kapıdan ayırmamıştı. Gözü Ömer Bey’i görmedi bile.

Alaca donlu, geniş göğüslü atının dizginlerini elinde tutarak önde, ağa gibi değil de bir deli gibi yürüyordu Hüseyin Ağa. Gözlerindeki fer sönmüş, saçları bir gecede daha da beyazlamış, beli bükülmüştü sanki koca ağanın. İki yanı başıboş turunç ağaçlarıyla sıralı sokağın başında göründüğü zaman, elini ağzına götürüp de vah demeyen kalmadı. Atın nalının tıngırtısı gecenin sessizliğinde yankılanıyor, ahengi Nur Dağı’na varıyordu. Atın üzerinde yan yana yatıyordu Kemal ile İnci. İnci’nin ayakları çıplak, gecenin soğuğundan hafif mora çalmıştı. Koskoca Ağa küçücük kalmıştı. Sabun Çayı, Torosların karları eridikçe çağlardı bu vakitler. Çağıl çağıl çağlardı! Suyu buz gibi olur, bir şelaleye varır, oradan durmadan durmadan akardı. Zifiri karanlıkta aşağı mı uçuverdiler yoksa jandarmanın, atın sesinden, Hüseyin Ağa’nın gazabından, Hacer Hanım’ın öfkesinden, zindanından korkup kendilerini mi bıraktılar kimseler bilemedi. Hüseyin Ağa, Ömer Bey’in kapısında öylece durdu. At durdu, her şeycikler durdu. Bir acı çığlık koptu Hacer Hanım’dan. İsmail Hakkı Bey’in nefesi kesilecek gibi oldu… Güneş tepeye çıktıkça reyhanların kokusu yayıldı her tarafa. Traktörler tıkır tıkır tıkırdamaya, turaçlar uçmaya başladı. Çukurova uyandı; börtü böceğin uyanışı yankılandı kayalıklarda. Üveyikler, sığırcıklar, yusufçuklar hep havalandı havalandı, kondu. Çukurova iki çocuğunu bereketli topraklarında kucakladı. Hacer Hanım, İnci’nin mezarının başına üzerine kan damlamış yarım menekşeyi bıraktı o gün. Pembe… Bir bebe daha düştü ya karnına. Ateşler sardı ikisini de. Aklını aldı o bebenin zalim ateşler. Çok ninniler söyledi Pembe ona. Söylendi durdu.

“Gül dalını yatak ettim

Sallar iken sabah ettim

Bülbüllere haber ettim

Uyu yavrum, uyu ninni

Ninni benim, yavrum ninni…”

Sabun Çayı hala çağlar durur. Tepede bir büyük kara çalı, kara çalının dallarında kibrit çöpünden beşikler, türlü türlü boncuklar, en çıldırmış rüzgârlarda çözülmez allı yeşilli tülbentler, ipler sallanır. İnci’nin hikâyesi ağıtlara, dualara, nazarlara karışır; göz yaşı olur, çayın suyu olur en sonunda bir toprağın içine kıvrılır, akar gider.

edebiyathaber.net (1 Aralık 2020)

Yorum yapın