Öykü: Ölüevi | Hülya Tamzok

Temmuz 12, 2022

Öykü: Ölüevi | Hülya Tamzok

İkindi ezanı okunduktan sonra bir tepsi su böreğini kolumun altına alıp çıktım. Yürüye yürüye Yukarı Mahalle’deki terk edilmiş binanın yanındaki taş eve vardım. Ellerinde sinilerle kadınların biri giriyor biri çıkıyor bahçe kapısından. Dut ağacının dallarını kırmışlar. Köküne de uçları yola bakan bir çift siyah kösele ayakkabı koymuşlar, cilâsı pırıl pırıl parlıyor. “Evime dönerken götüreyim de bizimki çarşıya pazara giderken sürüklesin” dedim içimden. Merdivenleri sardunya ekilmiş vita yağ tenekeleriyle dolu hayatı geçtim. Beyaz çiçeklerini koparıp atmışlar, ne isterler bu çiçeklerden bilmem ki? Kapının önünde ayakkabılar, terlikler üst üste yığılmış. Boğazım kurudu, öksürerek girdim.

Üst kattan erkek sesleri geliyor. Üç bir yanı sedirle çevrili genişçe odada kadınlar boncuk gibi dizilmiş. Halamın kızı Hayriye ile komşumuz Meliha’nın yanındaki mindere oturdum. Zahide, muhtarın karısı Nuran’la birlikte baş köşeye, makama kurulmuş. Bedenini başından ağrı bir o yana bir bu yana sallıyor, ellerini yumruk yapmış dizlerini dövüyor. Üzülüyor mu seviniyor mu anlaşılmıyor. Omuzlarına düşen yazmasını çekip cebinden çıkardığı kenarı işlemeli mendiliyle burnunu sildikten sonra benden tarafa uzun uzun bakıyor. Nuran’ın bilekleri görünmüyor Adana burmasından; dığaşıp durur. Amanın, Pembe Hala’ya bak, ne hale gelmiş öyle? Başında bir taşı eksik, yakında gider o da. Ben de taziyeye mi geldim kadın izlemeye mi belli değil.

Tavandaki ampul patlamış, çatlak cama vuran gün ışığıyla aydınlanıyor içerisi. Karşıki odanın lambası yanıyor. Televizyon kapalı. Vazonun içinde sarı güller var, biri solmuş. Buralarda kimse gül falan getirmez ama… Şehirli biri getirmiş olmalı. Komşunun genç gelini Halide geleni karşılıyor gideni savuşturuyor, elinde plastik kolonya şişesiyle ayılana bayılana koşturuyor. Kırmızı külotlu çoraplı bir çocuk o hengâmede ortalıkta dolaşıp duruyor. Dört yaşlarında var yok. Saçlarını oğlan gibi kesmişler, kısacık. Olan bitene anlam vermeye çalışıyor. Arada bir iki elinin beş parmağını açarak yüzünü kapatıyor, ardından, “Ceeeeeeek” diyor, dışarı kaçıveriyor; oyun yapıyor herhalde. Yüzünü tam olarak göremiyorum. Elbisesinin arkasında el kadar bir leke var, çamur olmuş.

Meliha, elini Hayriye’nin dizine koyarak başlıyor fısıldamaya, kulak misafiri oluyorum:

Bu ilçenin en zenginiydi, evler, arsalar, tarlalar, arabalar… Ambarındaki turşu patlaklarının içi bile hep para doluymuş diyorlar.

– Yaaa? Kime galdı ki o gadar mal mülk? Başımızı sohacak iki göz evimiz yoh bizim. Nasıl dünyaysa bu anlamadım ben bacım. Millette ne herifler varmış. Bizimki de ahşama kadar gahve köşelerinde taş oynasa dursa, dingil.

– Rahmetli ölmeden önce mirastan mal gaçırma davası açmış, her şeyini ilk eşinin üzerine geçirmek istemiş. Zahide’ye ve bundan olma kızına beş guruş bırahmamış. Gızı gelmemiş bahsana.

– Hele canım garısının yüzünden düşen bin parça. Gerçi ne yapacahtı, kazık mı çahacahtı dünyaya? Yarım asır yaşamış işte, yeter. Biz görebilecek miyiz bahalım o yaşı? Onun bunun temizliğine gitmekten, şehir garılarının ağzının kohusunu çekmekten gırhımıza merdiven dayamadan ebemizin şeyine döndü elimiz yüzümüz. Gızı niye gelmedi acep? Merak ettim.

– Bu gaygısızlığınan sana bir şey olmaz, gılı gırk yara yara, ince eleye sık dokuya biz ne yaparız bilmem Hayriye, vademiz dolmadan gideriz herhalde.

– Gülesim geldi, güldürme beni gız. Aman ne düşüneceğim üç günlük dünyada. Gamınan yaşanmaz ki. Gafana tokadan başka bir şey tahmayacahsın derdi anam. İki metre cepsiz kefenle toprağın altına gömülüp gitmeyeceğiz mi? Neyse camiden çıhtılar, neyi beklerler ki? Verecekleri el kadar gıymalıyla bir bardak ayran. Sanki bana guzu tandır getirecekler. Milletin içi gıyıldı. Döktükleri golonyaya bak, hiç kohmuyor, içine su garıştırmıştır bunlar kesin.

“Hoca geliyormuş çeneni tut, dangıdı dungudu gonuşup sıdkını sıyırma insanın, evine gidince zıkkımlan canım” deyince sustu Hayriye.

Çocuk geldi yine. Hah, bu kez gördüm yüzünü, yemyeşil bakışlarını. Dudaklarının etrafında kızarıklıklar var, yara gibi bir şeyler. Bacaklarını kasıyor. Sıkışmış. Nihayet fark eden annesi kızgın bir sesle, “Bu bebek bizim değil, hadi koy aldığın yere” diyor. Sımsıkı tutuyor bebeği, eve götürecek belli ki. Tuvalete gitmek için tam kapıdan çıkacakları esnada çocuğun kolundaki iz dikkatimi çekiyor; kocaman bir saat. Isırıkla yapılmış. Kocaman ağızlı biri yapmış.

Daha önce bu civarda görmediğim iki kadın giriyor. “Başınız sağ olsun” dedikten sonra Zahide’nin bir baş hareketiyle başlıyorlar dua etmeye, ardından zırıl zırıl ağlamaya salya sümük. Allah canınızı alsın kendi kocanız mı öldü, derdinize ne oldu mübarekler? Ağıtın ardından diğer kadınların öksürükleri, inlemeleri, fışır fışır burun çekmeleri, bir türlü senkronize olamayan “amin” sesleri birbirine karışıyor. İçinde elbiselik basma, havlu, iç çamaşırı bulunan birer kat bohçayla sarı zarf ellerine tutuşturulunca sesleri hıp diye kesiliyor. Kaşla göz arasında ortadan kayboluveriyorlar. İyi iş vallaha.

Al işte lüzumsuzun biri daha:

– Geçmiş olsun Zahidemiz, dağ gibi adamdı Vehbi Ağa, nasıl oldu, nasıl öldü? Hasta mıydı, sari miydi?

Geçmiş olsun mu? Tövbe estağfurullah, o nasıl söz öyle? Kafadan kırık bu da, şaşırdı zahir. Sesi çıkmıyor Zahide’nin, tek bir noktaya bakıyor. Kadın ise yenilmiyor, devam ediyor:

– Çalış didin, sonra her şeyi bırah git. Sultan Süleyman’a bile galmamış bu dünya.

Bizimkilerin konuşmalarında kaldı aklım. Su içme bahanesiyle kalktım, Halide’ye işaret ettim, mutfağa gittik. O değilden ağzını aradım:

– Kızı niye gelmedi biliyor musun?

– Duymadın mı Şerife Abla?

– Yoo, ne oldu ki?

– Nuran söyledi ama sen…

– Beni bilmez misin? Kur’an çarpsın kimseciklere söylemem.

– Vehbi Amca kızına çok kötü davranmış.

– Ne yaptıysa?

– O kadarını bilmiyorum, çocukluğundan bu yana eziyet etmiş işte. Zahide’nin haberi varmış, adamdan korktuğu için bir şey diyememiş. Kız işe girince babasına dava açmış, her şeyi ispat etmiş, miras hakkını da kazanmış.

– Görüyor musun sakalı boklu herifi? Hiç duymadık. Neyse hadi dönelim, şimdi damlarlar peşimizden, detayını öğrenirim ben. Bir şey yenmedi, ne çok kirli tabak çanak birikmiş burada, kim yıkayacaksa?

– Erkeklere üç ayrı sofra kuruldu, onların bulaşığı, ben hallederim şimdi.

Odaya girdim. Hayriye’nin gözleri belermiş, rengi sapsarı olmuş. İçerinin havası ağırlaşınca, “Kalkayım gayrı, ikindi okunmadan eve varayım” dedim sallanan Zahide’ye. Ölüyü mölüyü unuttu Zahide, sıkıntılanıyor, lahana bebeğin vitrindeki yerine konmasını bekliyor. Gözünden de damla yaş düşmedi saatlerdir. “Oturaydın, gıymalı yoldaymış” dedi kadınlar. “Annem evde yalnız” deyip ayaklandım, Halide’nin kırışmış market poşetine koyduğu alüminyum tepsiyi alıp bahçeye attım kendimi.

Ağacın yukarılarına baktım, parmak gibi iri iri beyazlı morlu dutu olurdu, hiç dut yok niyeyse. Kimse yemesin diye sallayıp dama sermiştir bunlar Allah’ın izniyle. Geçen yıl bu vakitlerde gölgesinde oturduğu geldi aklıma rahmetlinin. Beni görünce dut ikram etmemek için yönünü öbür tarafa dönmüş, çayını höpürdetmişti adı batasıca. Gözüm dutla ığranan dallarda kalmıştı. Eğilip ağacın dibindeki ayakkabıyı elime aldım, tabanlarına baktım: Ay şeklinde birçok pençe vurdurmuş. Ayakkabı demeye bin şahit ister. Var gücümle cilâsına tükürüp yere fırlattım, “Neler yaptın kıza kim bilir, cehennemin dibine gidip de kabir azabına uğrayasıca” diyerek.

Atkımı başıma alırken arkama dönüp bakıyorum. Çocukla annesi de çıkıyor. Çocuğun göğsü kabarık. Lahana gibi. Kolundaki saat duruyor hâlâ. Bazı izler bir ömür boyu silinmez biliyorum ama bu kaybolacak nasıl olsa diyerek kendi kendime seviniyorum. Çocuk ise durgun, neşesiz.  

edebiyathaber.net (12 Temmuz 2022)

Yorum yapın