Bu ukala yazarlar olmasaydı hayat nasıl olurdu acaba? | Havanur Taflan

Temmuz 12, 2022

Bu ukala yazarlar olmasaydı hayat nasıl olurdu acaba? | Havanur Taflan

  Ve alışılmadık bir şey beynimin içinde

Dün olduğum kişi

Ve Şimdiki hissetmiyor aynı şeyi

Delilik bu olabilir mi?

Emily Dickinson

Karmaşık olan yaşamın içindeki tüm açmazları açıp daha derine inme… Hayatın anlamını keşfetme… Varoluşundan bu yana hiç bitmeyen bir arzu insan için. Zor olan bu yolculukta sığındığı imdat treni ise sanat… Fakat bazen kendinin bile farkında olmadığı gerçeklikle karşı karşıya bırakır sanat insanı. O zaman daha da karmaşık bir hal alır hayat. Sanatın görevi nedir peki? Hayatın gerçekliği karşısında onu bulanıklaştırmak mı? Yoksa erişilmez ve anlaşılmaz olan karşısında hayatı anlayabilmemizi mi sağlamak? Bir yazarın asıl işi David Foster Wallace’a göre; çoğunlukla insanların içindeki hapsolmuşluk ve yalnızlık hissini şiddetlendirmek, onları bu hisle yüzleşmeye sevk etmek. Çünkü insanoğlu için kurtuluş; onu dehşete sürükleyen ve inkâr ettiği ne varsa onunla yüzleşmekten geçer.

Kendi rızasıyla tekerlekli sandalyede oturan elli yaşlarında bir adam… Adı Bjørn Hansen. Felçli numarası yapıyor. Ama neden? Tekerlekli sandalye kullanıcısı olarak geçecek hayatın cazibesine mi kapılmış acaba? Herkesi aldatıp bir oyun mu oynamak istiyor? Ne kadar saçma… Bunlar olamaz o halde… Felçli gibi tekerlekli sandalyede oturup bu gerçeğe hiç kimseyi ortak etmeden yaşamak… Neden yaptığını o da bilmiyor zaten. Geçmişini ve onu bu eyleme girişmeye neyin tetiklediğini hatırlamaya çalışıyor Hansen. Bu eylemin hayata geçirilmiş ve geri dönüşsüz bir gerçek olması müthiş bir tatmin hissi yaratıyor onda sadece. “Bu müthiş tatmin duygusu böyle bir eylemi adeta bir yankı, derin bir doğrulama, bir bağlantı sonunda yolunu bulmuş ve içinde sakince ve gizlice akan bir nehir gibi gerçekleştirmenin mümkün olduğu düşüncesinin cazibesi…”

Dag Solstad’ın On Birinci Roman On Sekizinci Kitap adlı romanındaki kahramanı Bjørn Hansen. Karısını, iki yaşındaki oğlunu ve yaşadığı kenti bir macera uğruna terk eden bir adam… Tutkunun cazibesiyle şekillenen yeni hayatı içindeki tüm açmazlarıyla Hansen’i anlatıyor bize Solstad. İç dünyasından dökülenlerle onu tanırken entelektüel yalnızlığına bulduğu çözümü anlamakta zorlanıyoruz biraz ama. Varoluşunu tamamlamadan akıntıya kapılan kahramanın hayatını izlediğimiz anlatı boyunca da kafamızın içinde sorular dönüp duruyor. Hayat tutkunun cazibesine kapılıp gidilecek kadar uzun mu? Anı yaşamak mı sadece hayat? Bize tanımlanan süreli yaşam, düşünmeden harcanacak kadar değersiz mi? Hayattaki gerçeklik ne? Tutkunun peşinden giderken ya parçaladığımız hayatlar?

Solstad, romanlarında kendi zamanlarının kültürel çöküşünden dolayı umutsuzluğa kapılan,varoluş sancılarıyla kıvranan entelektüellerin hikâyelerini anlatır hep. Kaçınılmaz olan sona yaklaştıklarında ise hayatlarını sorgular kahramanları. “Hayat sorduğum bütün soruları cevapsız bıraktı” diyor Hansen Kaçınılmaz sonu sızlanmadan kabul etmekten başka çaremiz yok ve hayatta zaten yapılan yapılmış her şey bitmiştir diye düşünüyor kahramanımız. Ona söylenecek bir söz düşmeksizin (hatta kendisine bile söyleyemeden ) ölmek zorunda olduğu gerçekliği… İşte bunu düşününce dehşete kapılıyor. “Tüm ölümlüler doğduklarında aynı deriye sahiptirler ve yine de, büyüdüğümüzde, kader bizi balmumundan yapılmış gibi değiştirmekten ve bizi farklı yollarda aynı amaca ulaştırmaktan memnuniyet duyar: ölüm.” der Pascual Duarte. 1989 Nobel edebiyat ödülü sahibi Camillo Jose Cela’nın ilk romanının kahramanıdır Duarte. Pascual Duarte ve Ailesi romanını daha yazarı Nobel almadan okumuştur Hansen. Onu keşfeden sayıca az olan gizli bir cemaatin üyesi olmaktan da gurur duyar. “Zilcahil biri, gözünü kırpmadan, efsane olmuş bir adamı öldürüyor, bu da bize İspanya’nın kurak topraklarında, insanın yaşam koşulları hakkında bir fikir veriyor.” Duarte’nın hayatı tüm eylemlerin önceden kader tarafından belirlendiği Yunan klasiklerinden alınmış gibi… Tam bir trajedi… Ya onunki?  “…Benim varoluşum açısından yeterince derin miydi acaba?” diye soruyor Hamsen arkadaşı Herman Busk’a. Ama artık… Hayatın imkânsızlığını dile getiren ama kara ya da acı hiçbir mizah içermeyen kitaplar okumak istiyor.

Sanat, felsefe gibi yaşamın anlamını arayan dallara ilgisi olmasına rağmen boş zamanlarda meşgul olabileceği ilgi alanları olarak görüyor bunları Hansen. Oslo’da ekonomi eğitimi alıyor bu yüzden. Çocukluğunda yokluk çekmiş fakat şimdi iyi bir işi, geliri var. Hayat normal akışında akıyor onun için. Ta ki Turid Lammers’la tanışıncaya kadar… Gizli bir tutku olarak başlayan bu ilişki Hansen’ın hayatını tamamen değiştiriyor. İçten içe özlemini çektiği ve hayattan beklediği pek çok şeyi ona verdiğini düşündüğü bu kadının peşinden gitmekteki amacı ise; macera arayışı. Ailesini bırakıp yeni bir başlangıç yaparken kendisini ikna ettiği tek gerçeklik bu… Hayranlığının nesnesi olduğu durumlar bağlamında tanıyor kadını. Yeni bir kent, yeni iş, yeni arkadaşlıklar… Amatör tiyatro oyunları sergiledikleri bu kasabadaki tekdüzelik sıkmaya başlıyor yıllar sonra onu. Hayatın boşluğunda sallanıp duruyor. Oysa kapıldığı cazibeyi, tüm yoğunluğuyla yaşayabilmek için terk etmemiş miydi her şeyi? Hissettiği yoğun duygular bittiğinde geriye ne kalacak peki? Yeni bir tutku arayışı içinde artık… Ibsen’in Yaban Ördeği’ni oynamayı öneriyor arkadaşlarına. Doğruculuk hummasına tutulan Gregers’in Hjalmar’ın yalanlarla örülü dünyasını altüst etmesi üzerine kurulu bir oyun bu. Bir yaban ördeği gibi dibe battığını hissediyor oyun bittiğinde. Hem de yapayalnız… “Yaralanınca yaban ördekleri hep böyle yapar. Güçleri yettiğince derine dalarlar. Dipte yosun, çamur, ne varsa dişleriyle sımsıkı sarılırlar. Sonra bir daha yukarı çıkamazlar.”

Yıllardır aklının ucundaki tüm düşünceler birer birer dökülüyor dilinin ucundan. “Canımı sıkan şey hayatımın çok ehemmiyetsiz olması… Düşünsene, en derindeki ihtiyaçlarımın fark edilmediği koskoca bir hayat var önümde yaşanacak, üstelik bu benim hayatım. Ama sessizliğe mahkûm öleceğim, işte beni korkutan bu…” Aslında söylenecek bir şeyin olmadığının da farkında. Hayatının en çılgın projesi, “Büyük Reddim” dediği planını hayata geçirmeye karar veriyor o da. Geri dönüşü olmayan bir eylemde kendi isteğiyle bulunmak… Tekerlekli sandalyede hayatını devam ettirmek…O güne dek yüzünü görmediği yirmi yaşındaki oğlunun aniden yanına taşınması içini umutla doldursa da… Onunla dile gelmeyen iç hesaplaşmalarla geçen iki ay daha da karmaşıklaştırıyor hayatını. Geçmiş telafi edilemez boşluklar ve düş kırıklıklarıyla dolu, gelecek ise önlenemez doğal sona doğru akmakta çünkü. “Düş kırıklığına uğramaya yazgılıdır insan; çünkü içinde var oldukları toplumun içerdiği çelişkileri anlamaları ve bu çelişkileri uzlaştırabilecek çözümlere ulaşmaları için gerekli olan ‘yücelik’ ten yoksundurlar” der Ibsen. Çekilen tüm acılar yanlış entelektüel duruşlardan kaynaklanır ona göre. Tedavisi ise; daha iyi düşünmekten geçer.  

Riske, tehlikeye, gizeme, ruhun dengesizliğine duyulan ilgi… Hüzün için duyulan şiddetli istek… Henüz söylenmemiş olan, kendisine hayranlık duyulanlardan gizlenmesi gereken geçmiş benlikler ve geçmiş yaratılara katlanamamak… Sanatçı neden böylesi uç noktaların çekimine kapılır ki? Ya biz okurlar? Neden birlikte kapılıp gideriz o uç noktalara? Doğruluk hummasına tutulan yazarın kendisini kendisine açıklama yolu bu. Bizler de farkında olmadığımız iç dünyamızdaki tüm düşüncelerle, belleğimizin derinliklerindeki tüm sırlarla yüzleşiriz onunla birlikte. Hayatta takındığımız tüm maskelerimiz düşer, yüzümüze vurulan gerçekliğimizle baş başa kalırız. “Biz acınası insanların kapılarından içeri dalan ukala dümbelekler rahat bıraksalar bizi, hayat yine de çok güzel olabilirdi.” der Dr Relling oyunun sonunda Gregers’e. Gerçekten de bu ukala yazarlar olmasa… Tüm gerçekliğimizden habersiz… Daha mı mutlu olurduk acaba?

…duvarda asılı bir çalar saatimiz vardı,

 ama her zaman Tanrı’nın istediği gibi çalıştı.

Pascual Duarte

https://osloliteraryagency.no/author/dag-solstad/

Henrik Ibsen, Yaban Ördeği, Cumhuriyet Kitapları

Dag Solstad, On Birinci Roman On Sekizinci Kitap, YKY Yayınları

edebiyathaber.net (12 Temmuz 2022)

Yorum yapın