Öykü: Ölü apartman | Cindi Yıldırım

Eylül 8, 2022

Öykü: Ölü apartman | Cindi Yıldırım

Dört tarafı çiçeklerle çevrili balkondan kızıl bir yorgunlukla dağların ardına çekilen güneşi yolcu ediyordum. Apartmanın önündeki iğde ağacından yayılan hoş kokular açık pencerelerden nazikçe süzülerek evin her yanına uzatıyordu ellerini. Saksıların toprağını elimdeki küçük çapayla eşeliyordum. Saksılara ektiğim maydanozların arasından bir papatya sapsarı gülümsüyordu. Bir saksağan beni irkilten sesi ile gelip balkon demirine tünedi. Uzun kuyruğunu sallayıp öylece kaldı. Akşam çökerken uzak bir geçmişin anılarının üzerindeki toz perdesi hafifçe silkeleniyor. Bir hüznün gölgesi kalbime ve yüzüme denk geliyor. İplik iplik yağan yağmurun dinmesini fırsat bilip anneme sezdirmeden evden çıkmıştım. Sokağı çamurlu rüyasından uyandırmadan gideceğim yere vardım, birkaç arkadaşımın pencerenin önüne tünediklerini gördüm. Pencereden heyecanla baktığımız şey köyün tek televizyonuydu. Köyün tek televizyonuna sahip aile, bu zevki kimsenin tatmasına izin vermezdi. Biz de bazen açık bıraktıkları pencereden bazen de çekili tül perdelerin ardından görmeye çalışırdık. Kendimizi filmin heyecanına kaptırmışken ev sahibi sigara içmek için pencereye yanaşınca bizi fark etti. Korkuyla geri çekildik, sigarasından keyifli bir nefes çekti, ardından sinsi sinsi güldükten sonra perdeyi gümbür gümbür atan heyecanımızın üzerine örttü. Hevesleri kursaklarında bırakılan arkadaşlarım oflaya puflaya uzaklaşırken ben o pencerenin dibinde kaldım. Kapalı olan perdeyi açmaya cesaret edemedim. Televizyonun sesini net bir şekilde duyabiliyordum. Gözlerimi kapattım, kulağıma gelen seslere uygun sahneler düşlemeye başladım. Sadece sesleri duyarak hayal ettiğim sahneler muazzam bir keyif vermeye başladı bana. Filmin bitiminde yüzümde gülücükler, yüreğimde karanlığın korkusu ile eve giderken filmin sahnelerini hatırlamaya çalışıyordum. Yer yatağına girip yorganı üzerime çektim, içimde fokurdayan mutluluğun etrafa saçılmaması için iki elimle ağzımı kapatıyordum. Seslere tutunarak bambaşka bir dünya kuruyordum kendime.

Kapıdan gelen tıkırtılara hareketlenince saksağan da uçup gitti. Kapıyı açınca elinde anahtarı ile burnundan soluyan Mehmet’i-sesine tutunduğum Mehmet’i- gördüm.

‘’ Hoş geldin,’’ dedim gülümsemeye çalışarak.

Cevabı duvara fırlattığı anahtarın şıngırtısı oldu. Yatak odasına girip kapıyı kapattı ardından. Mehmet’in bu yaptığına ne kadar düşünürsem düşüneyim bir anlam veremedim. Birbirinden saçma olasılıkların kafamda fink atması an meselesiydi. Nasıl olsa yemekte anlatır diyerek kendimi rahatlatmaya çalışıyordum. Açtığım müzik eşliğinde sofrayı hazırlamaya başladım. Gökyüzünde süzülen kuşların sesini işitiyordum. Rüzgârın serin elleri ile gıdıkladığı kavakların hışırtısını da. İçimi ürperten gri bir sessizlik giyiniyordu ev.

Yemek hazır olunca sofraya oturan Mehmet hayalet gibiydi. Yaşadığını kanıtlayacak her şeyden yoksundu yüzü.

‘’Neyin var,’’ dedim korkuyla.

‘’Hiç,’’ dedi. Verdiği cevap, en az tutmaya çalıştığım elleri kadar soğuktu. Ellerini geri çekti. Koca bir hiç kaldı avucumda. Tek bir an baktı gözlerime. O gözlerde bavul bavul hazırlanmış gitmelerin aceleciliğini seziyorum. Yemek boyunca konuşmadı, ben yatıyorum, deyip masadan kalktı sonra. Bir şey diyecek oldum, diyemedim. Yutkunmakla yetindim. Kuşların da, çocukların da sesleri rengini kaybetti. Gene saçma sapan düşünceler saldıkları iplerden kafama hızla iniş yapmaya başladılar. Masada öylece kalakaldım. Evin her yanına sinen sessizliğin içinde ne kadar debelendim, bilmiyorum. Masaya dokunmadan salona geçtim yalpalayarak. Beni şu andan koparacak tek şeyi elime aldım. Okuduğum kitaptan tek kelime anlamıyordum. Gecenin bir şeyleri düzeltmesini bekleyecektim.

Sabah uyandığımda kitap yüzükoyun yerde yatıyordu. Tuhaf bir koku alıyordum. Köyden ilk ayrıldığımda da bu kokuyu aldığımı anımsadım. Çürümüş, küf tutmuş bir şeyin kokusu. Ailem her ne kadar beni Mehmet`e vermek istemedilerse de ben Mehmet`in sesine tutunup peşinden gitmiştim. Tutunduğum en güzel şeydi. Üzerimdeki uyku mahmurluğunu atmaya çalışırken evin her yanına bakmaya başladım. Kokunun kaynağını bulamadım hiçbir yerde. Yatak odasını hafifçe tıklattım, ses gelmeyince kolu çevirdim. Oda darmadağınıktı, elbise dolabı içindeki her şeyi kusmuştu. Evliliğimizin temelinden gelen çatırtıyı derinden hissettim. İçimde kırılıp duran şeyler de vardı. Ben bunu bilmezden gelip tuttum, bu çatırtıyı odaların derinlerinde yatan uğultuda, perdelerin toz tutan beyazlığında, açılıp kapanırken değişik sesler çıkaran kapıların gıcırtısında aradım. Oradan balkona geçip taş yığınlarının arasından zar zor görünen dağın yeşilliğinde de aradım. Mecalsiz kalan bedenimi yatak odasına doğru sürükledim.  Komodinin üzerindeki kâğıda ilişince gözlerim hemen canlanıverdim.  Heyecanla açtığım kâğıtta tek bir satır yazılıydı.

‘’Gidiyorum, beni sakın arama!’’

Aradım, hem de defalarca. Ulaşamadım. Ağlamaya çalıştım,  tek damla yaş çıkmadı pınarından. Terk edildim, bunu kabul etmeliydim. Terk edilmenin verdiği boğulma hissiyle evden çıktım, yürüdüm, nereye yürüdüğümü bilmeden. Yürüdükçe ateşler basıyordu bedenimi, alnımda boncuk boncuk terler birikiyordu. Onunla olan her anım, yaşadıklarımız gözlerimin önünden kayıp gidiyordu hızla. Tutmaya çalışmam nafile. Sesi ve bakışı da un ufak olunca zihnimde, tutunacak dallarımın hepsi kırılmış oldu. Ellerim ıslak yüzümü kapatınca gerçeğin farkına vardım. Rengi pörsümüş bir bankta oturduğumu da o an anladım. Akşam olmuş, güneşin son bakışını görebiliyordum. Serin bir rüzgâr yüzümü yalıyordu. Parkta birkaç insan dışında kimse yoktu. Hemen hemen her ağaçtan kuş mırıltıları yükseliyordu. Gözlerimi kapattım, kuşların seslerine odaklanıp hayaller kurmaya çalıştım. Bütün çabalarıma rağmen kurmaya çalıştığım hayallere tek bir kuş sesi bile girmedi.

Vakit epey geç olunca eve dönmeye pek niyeti olmayan bedenimi peşimden sürükledim. Apartmanın önüne vardığımda acı acı öten bir siren sesi uyandırdı beni. Hemen karşımızdaki iki katlı müstakil evden acı feryatlar yükseliyordu. Kocaman bir uğultu evin önüne yığılmıştı. Gözlerim hemen nineyi aradı, balkonda iki kişi koluna girmiş, zar zor ayakta duruyordu. Bir eli balkon demirinde diğeri altmış beş yıllık eşine uzanıyordu. Geçen bahar balkondan onları izliyordum. Saksılara diktikleri domates ve biber fideleri arasında sohbet ediyorlardı. Bahar kokuyordu sohbetleri. Bu bahar tam altmış beşinci baharımız, demişti dede gülümseyerek. Bir altmış beş bahar daha geçirsem seninle gene de doymam sana, demişti nine de. Bastonun ucu ile de bacağını dürtmüştü utangaç bir gülümseme ile. Şimdi de birlikte bir bahar daha görmeden veda ediyordu dede. Ninenin yere yığıldığını görür görmez ağlayarak apartmana koştum. Kirden kararmış olan merdivenleri uçarcasına çıktım. Üstümü değiştirmeden yatağa girdim, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Gecenin hangi karanlık saatinde uykuya yenildiğimi hatırlamıyorum.

Sokaktan geçen arabanın korna sesi ile uyandım. Yataktan kalkıp lavaboya doğru yürüdüm. Saçlarımı topuz yaparken eve çöken derin sessizliği hissediyorum. Bir huzursuzluk yalıyor bedenimi. Az biraz kendime geldikten sonra balkona yöneldim. Cenaze evinde sessiz bir yas havası hâkimdi. Dün geceki feryatların sesi tamamen kesilmişti. Dut ağaçları ve güllerle dolu geniş bahçeleri misafirlerle doluydu. Nine ise balkonda bastonuna dayanmış uzaklara bakıyordu. Nine için derin bir iç çektikten ve iki damla gözyaşı döktükten sonra kendi gerçekliğime döndüm.

Evin her köşesine sinen sessizliğin koluna girdim, koridorda gidip gelmeye başladım. Mehmet’in bana bunu yapmış olduğunu düşündükçe deliriyordum, bas bas bağırmak, evin altını üstüne getirmek istiyordum. Bunların hiçbirini yapmadım. Gün boyu hayalet gibi dolandım durdum. İkide bir kapı deliğinden bakıyordum, bir kulağım da asansör sesine kilitlenmişti. ‘Belki gelir diye’ adında bir umut kırıntısı vardı hala içimde.

Sonra günler geçmeye başladı, zaman su gibi akmadı ama. Hüsranlar, acılar ve hayal kırıklıkları akmasını engelliyordu. Geçen her saniye benim için aynıydı, üstümden uçan kuşların, çocukların muzır seslerinin, yağan yağmurun bir önemi yoktu. Evin neresine gidersem gideyim sinsi bir sessizlik karşılıyordu beni. Evin tüm eşyaları aralarında anlaşmış gibi sessizliğe gömülmüşlerdi. Eşyaların dedikodumu yaptıklarını, içten içe bana güldüklerini düşünürdüm bazen. Böyle kafayı yeme noktasına gelince dışarı atardım kendimi. Sokak sokak gezer beni kendime getirecek bir ses arardım. Aradığım sesi bulamadan eve dönerdim her seferinde.

Aylar sonra bir sabah uyandığımda sesler geliyordu dışarıdan, kulağıma tatlı bir ninni gibi gelen çocuk kahkahaları ve korna sesleri duyuyordum. Aylardır ilk defa istekle uyandım. Balkona doğru neredeyse koşar adımlarla gidiyordum. Gördüğüm manzara karşısında adeta büyülenmiştim. Lapa lapa kar yağıyordu. Kartopu oynayan çocukların sevinçleri gökyüzünden süzülen karlara karışıyordu. Gülmeden edememiştim ve inanılmaz acıktığımı da hissettim. Güzel bir kahvaltı yaptım, sıkıca giyindim ve uzun zamandır gitmediğim kütüphanenin yolunu tuttum. Her yeri kaplayan beyazlığa ayak basınca içimde bir şeyler uçmaya başladı. Yağan karı kocaman kucakladım, tadını çıkara çıkara bu beyaz cennette yürümeye başladım.

Şehre durmadan kar yağıyordu. Yağdıkça kar tabakası kalınlaşıyor, dertlerim de bu karın altında temizleniyordu. Çarşıya vardığımda esnaf her zamanki gibi işinin başındaydı. Ellerini hohlayarak müşteri çağırıyorlardı. Yüzlerinde bambaşka bir gülümseme vardı bu sefer ya da kar, olanca beyazlığıyla bedenlerine nüfuz etmişti. Birbirine karışan seslerin arasından geçerek kütüphaneye vardım. Uzun zamandır uğramadığım kütüphanede, kitapları koklaya koklaya dolaştım. Raf sakinlerini nazikçe okşadım. Sıkıca giyinmeme rağmen üşüdüğümü hissettim. Alacağım kitapları seçtikten sonra istemeyerek te olsa kütüphaneden ayrıldım.  Çarşıya vardığımda kartoplarının havada uçuştuklarını gördüm. Esnaf, kendinden geçmiş bir halde çocuklar gibi oynuyorlardı. Üzerlerine yağan kar, yüzlerinde gülücükler açtırmıştı. Kahkahalarımı tutamadım, mutlulukları bana da bulaştı. Aralarından geçmeye çalışsam da kartoplarından ben de nasibimi aldım. Eve vardığımda iyice üşümüştüm. Anahtarı yuvada döndürürken kapının önünde duran ayakkabıyı fark ettim. Bir yumru, keyifle boğazıma oturdu. Mehmet’i kanepede oturmuş görüyordum. Beni görünce ayağa kalktı. ‘’Özür dilerim,’’ dedi başını önüne eğerken. Kızgın bir öfkenin kovaladığı kelimeler boğazımdan yukarı ilerlerken dişlerimin arasından zar zor tutabildim. Tek kelime etmeden odaya seğirttim, valizime eşyalarımı yerleştirdim. Kapıda öylece dikiliyordu, suçlu olduğunu söyleyen bir şeyler geveliyordu, hiçbirini duymamaya kararlıydım. Bu kötülüğü bir daha yapmayacaktım kendime. Tam kapıdan çıkarken burnuma gene o koku geldi. Küf ve çürük kokusu. Bu sefer kokunun nereden geldiğini çok iyi biliyordum. Bir apartman ölüsü bırakıyordum arkamda. Boğulmak üzereyken dışarı attım bedenimi, derin bir nefes aldım. Kar, göğün yarılan karnından iri taneler halinde düşüyordu.

edebiyathaber.net (8 Eylül 2022)

Yorum yapın