Öykü: Mevsimsiz hayatlar | Sessiz Harf

Ocak 7, 2023

Öykü: Mevsimsiz hayatlar | Sessiz Harf

Siz nereden bileceksiniz, hiç kuş oldunuz mu ki? Olsaydınız evleriniz yuva olurdu.

Biz “yazın” peşinde koşarız. Şiir gibi uçarız. Sıcak nereye biz oraya.  Yuvamız neredeyse arar buluruz. Tabii biz göçünce serçeler dağıtmadıysa ya da balkonunu kirlettiğimiz için ev sahibi “Gittiler artık, bozalım şu yuvayı da temizleyelim buraları.” demediyse. Hihh! Yok işte!

Baharın ilk ayı… Doğduğum gün… Balkon kapısının tıkırtısıyla uyandım. Biraz uykum açılınca kapının camına gölgesi düşen bir kırlangıç gördüm. Gidip gelip kapının üst kısmına çarpıp dönüyordu. Kapının kapalı oluşunun verdiği rahatlığı anlatsam da anlayamazsınız. Beni ancak kuşların kanat sesini duyunca sebepsizce korkanlar, kalp çarpıntısı kanatları geçenler anlar. Kalbimin sesi kanat sesini bastırana kadar korkarım.

Birkaç gün oldu geleli sonunda korunaklı, sakin bir yer bulduk kendimize. Ev, kimse yokmuş kadar sessiz, huzurlu bir aile varmışçasına sakin. Evet. Tam istediğimiz gibi. Bir aksilik olmazsa iki günde tüneriz kapının köşesine.

İki gün oldu bu kuşlar balkonuma dadanalı. Korkumdan kapıyı da açamıyorum. Malayla duvara sıva vuran ustalar gibi çamuru çarpıp çarpıp gidiyorlar kapıya. Ne çabuk ördüler yuvayı. Onlara öteki odanın balkona bakan penceresinden-tabii ki açmadan-bakabiliyorum ancak. Muntazam bir ev kurdular kendilerine. Kapıyı açamayacağım artık. Bir keresinde annem yine neden evlenmediğimi sorgularken “Eksik olan ne, neyini beğenmiyorsun taliplerinin?” dediğinde “Kırlangıç yuvası erkeğin tükürüğüyle karılırmış. İşte onu bulamadım.” demiştim. Yazıklar olsun bize, kuş kadar olamadık!

Ev gerçekten çok sessiz.  Kocaman ev, her yanı balkon ama kimsecikler çıkmıyor oralara. Boş da değil. İçinde ışıklar yanıp sönüyor. Belli belirsiz bir ayak sesi. Ayakları küçük olmalı. Yeri incitmeden yürüyor gibi. Ara sıra şarkı söylüyor mutfak masasındaki radyonun ritmine kapılıp. Sesi de ince. Resim yapıyor bizi izlediği küçük odada. Diğer odada kitaplığın önündeki masada yazı yazıyor. Mutfağa girdiğinde güzel kokular sarıyor etrafı. Dışarıya doğru kapanan içeri doğru genişleyen bir dünyası var belli.  Yalnız. Hem de öyle böyle değil. Kaç kişinin yalnızlığını yüklenmiş narin omuzları. Bir yalnızlık nasıl kimseye zararı dokunmadan, kimseyi incitmeden yaşanırsa öyle nahif, öyle zarif.  Hani biz nasıl süzülüyoruz göklerde öyle süzülüp geçiyor hırçın insan bulutlarının arasından. Onu izlediğimizi görmesin diye hızlıca geçiyoruz pencerelerin önünden. Sabah sokak kapısından çıkarken karşılaştık, başının üstünden geçtim. Beti benzi attı sanki. Anlamadım.

Korkmayı ben de istemiyorum ama elimde değil. Hatta avuçlarıma alıp sevmek istiyorum da kalp çarpıntılarım izin vermiyor. Ders başlayacak neredeyse. Allah’tan evim okula yakın da geç kalmıyorum. Bazen uzak olmasını da istemiyorum değil. Sabah mutsuz olduğum zamanlarda zihnimdekileri dağıtmaya yetecek bir uzaklık. Okul dönüşü de okulda maruz kaldığım neden hâlâ bekarmışım merakını yenemeyen insanların saldırgan ve meraklı bakışlarını yola savurmaya yetecek bir uzaklık… İstiyorum. Uzun zaman oldu bu mahalleye geleli. Birkaç komşunun dışında kimseyle görüştüğüm söylenemez. Bazen çekingenlik, bazen kendini koruma bazen de insanları rahatsız ederim düşüncesiyle mesafeli olmayı tercih ediyorum. Ama yol kenarındaki apartmanın üçüncü katında balkona tüneyen, torunlarına hikâyeler anlatan Ferda Teyze de o uzak yolun üstünde olsun yine.

Bak evladım. Bu kırlangıç dediğin eski kuştur. İnsan kadar eski. Taa Adem babamızla Havva anamız zamanından… Hani anlattıydım sana, bunlar bi suç işledilerdi de cennetten kovduydu Allah. Birini dünyanın bir yerine ötekini de başka bir yerine atıp cezalandırdıydı. Ee tabii, cezasız suç yok Cenabı Allah’ın katında. Tam o zaman bu kuşcağız ikisinin arasında mekik dokumuş, sağlık haberlerini getirmiş, sevgi sözlerini götürmüş birbirlerine ve birleştirmiş onları. Bu iyiliğinin mükâfatı olarak da insanların evlerine yuva yapmasına izin vermişler. O zamana kadar yılan domuzu bu kuşçağızların cibilerini yer, soyunu sürdürmezmiş. Adem Aleyhisselam sakalından, Havva anamız da saçından bir tel vermiş ki yavrularını bunlarla yuvaya bağlasın. Eğilmesene yavrum. Başın ağır geliverirse düşersin.  O günden sonra Ademoğullarıyla Havvakızlarının evlerine yuva yapar olmuş.  İnsana en yakın kuştur bu mübarek. İnsanlar şu el kadarcık candan ibret alsa… Kuş gibi tünemezdim buralarda. Yem atar gibi beslemezdi çocuklarım beni. Ben onları yuvanın içinde besledim büyüttüm de…Neyse…,

Onun anlattıkları bitince yol da bitsin. Ev başlasın. Başım gövdeme ağır. Düşmek istemiyorum. Hayır, insan kendi evinde kapısını kapatınca kendi derdiyle kalabilse… Yan apartmandan gelen kadın çığlıkları, adam kapı çarpışları, çocuk çaresizlikleri sızmasa kapı aralıklarından. Zehir gibi. Bir de sınıfta aileden bahseden metinlerde çocukların eksik bir yanına denk gelir mi cümlelerim, diye korkmasam. Öğrencilerimin sabahtan düşen ve bir türlü açılmayan yüzlerinde, ayrılan anne babalarını görmesem. Başkalarının derdine ağlayıp  çözüm aramaktan kendimle ilgili plan yapmaya cesaret edebilsem… Evim yuva olacak.

Bakma öyle mahzun mahzun. Her zamanki hâlleri komşularının. Dışarıda kalabalık yürüyen, içeride yalnız uyuyan insanlarla çevrili etrafın. Aşk mevsiminde kurulmamış yuvalarla… Her gün görüyorum, kahvaltı masalarında günlerce değişmemiş peynir tabağı mutsuzluğunu. Evin reisi bahane aramaya hazır, kıvılcım saçan gözlerle içeri girdiğinde kadınla çocuğun hatta eşyaların bile kaçacak delik aradığını… Masadaki tabaklarla  bardakların tir tir titrediğini… Süpürürken gözden kaçmış cam kırıklarının kavganın etkisi devam etsin dercesine gece yarısı ayaklara batışını…Yastıklarda halka halka kurumuş gözyaşı izlerini… Görüyorum da kuşluğuma şükrediyorum. Bu evden sonra moralim düzelsin diye bakışlarımı hemen Saadet Teyze ile İhsan Amca’nın evine çeviriyorum. Adlarını biliyorum çünkü birbirlerine harflerin taşıyabileceği ne kadar sevgi varsa öyle dolu dolu sesleniyorlar. Diğer evdekiler kimdi? … “Sen kime karşı geliyorsun lan? Sana Allah’ın cezası!” Adları buysa kulağı tırmalıyor. Saadet Teyze’nin adı dantel perdeleri kadar yakışmış eve, İhsan Amca’nınki ise evlerinin çatısı kadar muntazam. Bu iki güzel insan, evliliklerini aşk mevsiminde yapmış besbelli.  Mevsimler geçicidir; biri biter, öbürü başlar. Aşk biterse sevgi başlar, saygı başlar, vefa başlar. Dostluk, yol arkadaşlığı, can yoldaşlığı başlar. Ömür bu mevsimler arasında dans eder gibi geçer. Bak biz de en güzel mevsimin peşinde koşuyoruz diyar diyar. Yok eğer yuvanı bencillik ve çıkar mevsiminde kurduysan vay hâline. O zaman sabahlar uyanmak istemediğin, geceler uyuyabilmek için yalvardığın bir zindana döner. O zindanda ayaklarındaki yaralar hiç geçmez. Senin ayakların da bizimkiler gibi küçük. Biz yere konarsak bi daha uçamayız, kanatlarımızın büyüklüğünden. Senin de kocaman kanatların var. Görmüyorsun.  Uçmayı bilmiyorsun.

Geçen gün okul dönüşü Saadet Teyze’yi gördüm, ne zamandır oturmadık gel bir kahve içelim kızım, dedi. Ağır adımlarla ilerledik, sokağın sonunda, bahçesi mahallenin en güzeli olan evlerine doğru. Sokak kapısının üstünü taç gibi sarmalayan güllerin altından geçerken

kendimi çok değerli hissettim. Çiçek kokularının hoş geldin dediği kutu gibi bir ev… Bahçedeki çardağın altında ahşap oymalı iki sandalye, sahipleri gelene kadar sohbeti devralmış gibi karşılıklı oturmuş. Geçtik, oturduk bahçeye. Sandalyeler sustu biz başladık. Nasıldı, nasıldım? Öğrenciler eski öğrenciler gibi değildi, öyle mi? Yakında Ferda’yı görmüş müydüm? Çok üzülüyorduk onun bu hâline. Oğlu burada değildi. Hem olsaydı da annesini alamazdı yanına. Karısı istemiyordu onu. Kızı çalışıyordu. Damadı hep asık suratlı… Ama bu kadar da ihmal edilmezdi ki bir anne! Günlerce, aylarca balkonda oturuyordu sanki. Hani ayıp olmasa insan çekip alacaktı o evden kadıncağızı. N’apsındı, kendini anlatmaya vermişti, dinleyen olsa da olmasa da eskiden yeniden hikâyeler anlatırdı. Kocası öleli on yıl olmuştu, değil mi? Hayat işte, eşini kaybederse insan hangi yuvaya konsa boş. Allah gecinden versin! İhsan’a bir şey olursa… Hadi, en sevdiğimiz şarkıyı açalım: “Bahçemde açılmaz seni görmezse çiçekler. Sahil seni, rüzgâr seni, akşam seni bekler. Gelmezsen eğer mevsimi nereden bilecekler?” Solup gidecekti Ferda o balkonda. Çok bekledin sen de kızım, yalnızlık Allah’a mahsus. 

Haklısın Saadet Teyze. Ben hiç yalnız olmayı hayal etmedim aslında. Ama hep de yalnız kaldım. Köy çocuğuyum ben, köyde ortaokul lise olmadığı için küçük yaşta ailemden ayrılıp okumaya gittim. Biraz dayımın biraz halamın evinde kalarak okuyabildim. Bu evlerde yalnız değildim elbet ama yaşım çok küçüktü ve aileme ihtiyacım vardı. Onların yokluğu benim en büyük yalnızlığımdı. Bu özleme rağmen bırakıp gelemedim okulumu. Okumayı da ailem kadar seviyordum çünkü. Sonra okullar bitti, öğretmen oldum, gene uzaklar ve yalnızlık. Bu arada sıra evliliğe geldiği için tanımaya çalıştım birilerini. Tanıdım, sevmek istedim, sevdim de. Neyse kısmet değilmiş. Abim evlenmişti ben öğretmenliğe başladığımda. 20 yıl olmuş. İlk başlarda iyi anlaşıyorlardı yengemle. Sonra… Sonra hayat hepimiz için çok zorlaştı. Artık evimizde, neye ne zaman sinirleneceğini bilemediğimiz, çocuklarını sebepsizce döven, sofralarımızı zehre, bayramlarımızı cenaze hüznüne çeviren, bizi kendini öldürmekle tehdit eden tedaviye ihtiyacı olduğuna inanmayan bir kadın; bu kadınla yaşamak zorunda kaldığı için hayatımıza kıymık gibi batan bir abi ve iki tane nur topu gibi mutsuz çocuk vardı. Hâlâ mutsuzlar. Bu mutsuzluk öyle bir sardı ki etrafımızı. Öteki kardeşlerimle sevinçli bir olay yaşasak mutlu olmaya utanır olduk. Ötekiler mi? Onlar evlendi. Ben de bir keresinde evlenecektim, çok korktum, abim gibi olmaktan. Mutsuz çocukların annesi olmaktan çok korktum. Şimdi şimdi anlıyorum korkularımın yersiz olduğunu. Ben gideyim artık, epey dertleştik. İhsan Amca’ya da selam söyle. Ha, bir de geçen hafta, hem de doğum günümde kırlangıçlar yuva yaptı balkonuma biliyor musun? Kuşlardan korkmama rağmen çok sevindim. Aldığım en güzel hediyeydi. Evet, öyle derler. Kırlangıç, yuva yaptığı eve bereket ve uğur getirirmiş. Ferda Teyze yine bir şeyler anlatıyor galiba. Hadi Allahaısmarladık!

Gel evladım, otur şöyle dizimin dibine. Bana da rahmetli nenem anlattıydı, yattığı yer nur olsun. Çocuk aklımla o anlatırken can kulağıyla dinlemiş, uzun zaman da etkisinden kurtulamamıştım. Şükür Allah’ıma ki benim de bildiklerimi anlatacak torunlarım oldu. Bunları size anlatıyorum ki bir daha sakın kuşlara, hele hele kırlangıçlara ve yavrularına zarar vermeyin. Neden mi çocuğum. Bu minnacık kuşlar vakti zamanında insanlığı kurtaran işler yapmış.  İnsanoğlu nankör ve cahil. Allah onları doğru yola iletsin diye türlü türlü peygamberler göndermiş. Nuh Peygamber de bu görevle kavmini Allah yoluna çağırmış. Çağırmış da gelen kim? Gelmedikleri gibi kötülüklerini de artırmışlar. Sen yalancısın, diye suçlamışlar Allah’ın vekilini. Siz misiniz böyle şımaran? Kul azmayınca Hak bela yazmazmış. Nuh Aleyhisselam inananlar ve her hayvanın bir çiftiyle gemisine girince dünya sulara gark olmuş. Kâfirler bu sularda helak olmuş. Gemi de şahlanmış, azgın dalgalarla sürüklenmekten delinmiş tabii, yara almış bu zorlu yolculukta. İşte o zaman yılan-evvelden kırlangıcın düşmanıdır bu meret-kıvrılmış ve bu deliği kapatmış. Ödül olarak da insan eti yemek isteyince kırlangıç atılmış, dilini ısırmış sözünü kesmek için. O dökülekalasıca da kırlangıcın kuyruğunu ısırmış. O gün bugündür birinin dili, ötekinin kuyruğu çataldır. İnsana kıyamaz bu çatal kuyruk çocuğum, kıymayın siz de, sakın yuvasını bozmayın. Bak geçen sene Asiye balkondaki yuvayı bozdu, kuşcağızlar çillik millik dağıldı. Evi ocağı huzur görmeyip gider. Uğursuzluk getirir, maazallah! Hadi, geçin içeri, birazdan anneniz gelir. Kızmasın.

Kaç kere uçtum Ferda Teyze’nin önünden. Önüne arkasına baktım. Kimsecik yok. Bizden bahsediyor ama kime? Hastalandı mı acaba? Allah aklına mukayyet olsun. Kolay değil tabii. Can yoldaşının öldüğüne mi yansın, kendi can parçasının evinde gereksiz eşyalar gibi evin dışına atılmasına mı, gün boyunca içinde sevgi kırıntısı olan tek bir bakışın bile gözüne değmemesine mi… Torunları… Yıllardır biriktirdiği kelimeleri özene bezene ballı ılık süt gibi içirmesine hiç aldırmayışları… Bunları anlatırken suratına ekrana bakar gibi donuk ve tepkisiz gözlerle bakmaları… Çekilir dert değil.  Bizim yavrularımız öyle mi ya? Her hareketimizi dikkatle izler, bir lokma yiyecek versek sevinçten bıcır bıcır yerlerinde duramaz. Hele yuvadan kafalarını çıkarıp uçuşumuzu izlemeleri…  Çok şükür böyle çocuklarımız var. Çok şükür birbirimizi bulmuşuz, uçsuz bucaksız göklerde kanadımız birbirine değiyor, yalnız süzülmüyoruz.

Geçenlerde yan apartmanda sünnet mevlidi vardı. Akşamına da aşağıdaki parkta sünnet düğünü yaptılar. Her akşam mahalleye mutsuzluklarını ilan eden o aile… Kadının başındaki tülbentte alnını kaplayan bir iğne oyası… Adam tam bir aile babası. Okunan duaların ve mevlidin uhrevi havasına girmiş görünerek bir yandan gelenleri karşılıyor bir yandan da herkesin yemek yemesi için masaları kontrol ediyorlardı. Beni de aynı kibarlıkla karşıladılar. Hayırlı olsun deyip kendime uygun bir masa arıyordum ki Saadet Teyze, İhsan Amca ve Ferda Teyze’yi gördüm. Yanlarına gidip izin isteyip oturdum. Ferda Teyze’nin bakışlarındaki endişe gözümden kaçmadı. Biz hâl dert konuşurken gençten bir çocuk tek elinin üstünde getirdiği sinideki yemekleri öteki eliyle masaya koydu. Sonra kaşıklar ve ekmek poşetini.  Evet, keşkek çok güzel olmuştu, aşçı işi biliyordu. Allah kabul etsindi. Yola sıralanan masalarda çoluk çocuk, kadın erkek çatal kaşık sesleri arasından ara sıra “Amin!” diyerek geleneğin ve inancın gereğini yerine getirmeyi de unutmuyorlardı. “Çok masraf etmişler canım. Böyle işlerde para lazım tabii. Her şeyin en iyisini yapacaksın yapmışken. Amin!” “Asiye’nin akşam giyeceği elbiseyi ta İzmir’de diktirmişler. Bi görsen, ışıl ışıl. Gelinlik gibi mübarek! Amiin!” “Tabii, evin eşyalarını, perdeleri baştan aşağı yenilemişler. O kadar misafir gelecek eve, dosta düşmana karşı… Yalçın da ödesin, sağa sola para kaptıracağına evine baksın. İyi etmiş Asiye. Seneye nasipse biz de sünnet ettireceğiz oğlanı, fırsat bu fırsat ben de yenileyeceğim eşyaları. Amiiin!” Herkes ne kadar çok şey biliyordu birbiriyle ilgili. Hadi bize müsaade, tekrar hayırlı olsun, geçmiş olsun! Dikkat et Saadet Teyze, masalar çok sıkışık.

Saadet Hanımcığım, bizim zamanımızda böyle gösterişli mevlitler, düğünler mi vardı? Eskiden sıhhiyeler, ellerinde çantalarıyla köyleri dolaşır, yazları köydeki çocukları sünnet ederlerdi. Sünnet edilen çocuğa da bir basma etek giydirip salardık sokağa. Ne düğün ne mevlit… Bir de Asiye’nin kocasının durumu pek iyi değil diyorlardı. Evleri kira, iki çocuk okuyor, karısı çalışmıyor. Evin eşyalarını yenilemişler, zaten kavga dövüş geçiniyorlardı. Şimdi n’olacak? Üzüldüm valla, inşallah sıkıntıya düşmeden ödeyebilirler bu masrafları. Bizim evdeki-evi barkı da bırakıp geldim ya buralara-kadife koltukları evlendikten kaç sene sonra alabildik.  Hâlâ da sağlam. Bir halı insana bir ömür yeter, eskimiyor ki zaten. Ayrıca güzel kardeşim, insan yaşadıkça eşyalarına anıları siner. Sehpanın kenarı çizilir, dolabın kapısı sarkar, yorganın yüzü eskir. Her birine o evin insanlarının sesi, nefesi, eli değer. Ev dediğin  insanla, eşyayla ve anılarla yuva olur. Gel de bunları anlat. Evler mobilya mağazası, evlilikler deneme tahtası olmuş kardeşim. Kadınlar gösteriş budalası, erkekler sinir hastası. Çocukları hiç sorma. En çok da  onlara üzülüyorum ya, elimden bir şey gelmiyor. Gene görüşelim emi, ben davet edemiyorum sizi, kusura kalmayın. Bugünlerde eve ocağa sığamıyorum. Hani neredeyse, kuşlara özenip… Tövbe Allah’ım! Ne diyordum, daha sık görüşelim Saadet, seninle de çocuğum. Seni görüyorum hep okula giderken, komşuyuz biz, insan insana lazım. Hadi uğurlar ola, ben anca çıkarım merdivenleri.

Havalar soğumaya başladı. Hele akşamları… Epey olmuş geleli. Günler birbirine benziyor gitgide. İnsanlar da öyle. İnsanı çok eskiden tanırım. Bu mahalledekileri de tanıyacak kadar uçtum aralarında. Kanatlarım sevinçleriyle de dalgalandı, üzüntüleriyle de kırıldı. Eski ev sahiplerim, on beş sene olmuş evleneli. “Ömrümün on beş yılını yedin be kadın” İki çocukları var, Allah’a emanet. Kız on üç, oğlan sekiz yaşında. Yaşlarından büyük gözyaşları içinde boğulacak yavrular. Paylaşılacak eşya, ateşlenecek silah gibi duruyorlar bir köşede. “Bırakır gidersem çocukların yüzünü rüyanda görürsün!” Düşünceleri ve sözleri yerine eşyaları değiştirmişler. “Maaşımın yarısından çoğu eşyanın taksitine gidiyor. Her gün eve para bırak diyorsun. Eşşek gibi çalışıyorum kaç senedir, gene de yaranamıyorum size!” Aile kurmuşlar ama aile olmayı başaramamışlar. Üstelik yuvamızı da bozmuşlar biz gelene kadar.

Ferda Teyze…Çok sevmiş adını anarken dudaklarıyla gözbebeklerinin aynı anda titrediği rahmetli kocasını. Bir sandık, bir kat örtü döşekle kurmuşlar yuvalarını. Ekip dikmişler, çalışıp didinmişler. Dişlerinden tırnaklarından artanla ev döşeyip çoluk çocuk okutmuşlar. Hastalık düzen bozar, ölüm ev yıkar,  diye boşuna dememişler. Evi başına yıkılmış Tahsin Efendi ölünce . Kocasının bıraktığı o kocaman boşluk yetmezmiş gibi bir de evinden, anılarından kopup gelmiş ta Aksaray’dan. Yaşlılık işte. Eskisi gibi kaldırabilse soba kovasını, durur mu buralarda? Kocasını, evini ve gençliğini Aksaray’da bırakmış. Kanatları hasretin yüküyle ağırlaşmış bilge bir kuş gibi yorgun. Yüksek ağaçlardan yere düşen yaralı kuş gibi yardıma muhtaç.

Gelelim bizim ev sahibine. Ferda Teyze’nin aksine konuşmayı pek sevmiyor. Çalışıyor hemen şuradaki okulda. Bizden korkuyor. Ne zaman yaklaşsak başını hızla eğip adımlarını sıklaştırıyor dışarıda. Evde de balkona çıkamamasından belli. Camları açıkken kalın perdeleri sıkı sıkıya kapatıyor içeri girmeyelim diye. Ara sıra arkadaşları geliyor okuldan. Sohbet ediyorlar uzun uzun. Televizyon izlemiyorlar pek. Annesi babası hayatta çok şükür. Ferda Teyze’nin yanındayken düşünüyor bunu daha çok. Arayıp her gün seslerini duyuyor mutlaka. Gününü öğrencileriyle, zihnini kitaplarla, gönlünü sevdikleriyle doldurmuş. Çocukluğundan beri müziğe meftun.  Bir güzel şarkı duymayagörsün, oturup o şarkının resmini yapar. Duvarlar renk cümbüşü. Ne iyi etmişiz burayı mesken tutmakla. Öyle bir dünya kurmuş ki evinde, sanırsınız dünyayı evine sığdırmış.  Dışarıdaki evlerin kulaklarını yırtan mutsuzluklarından, abisinden olsa gerek adımları ürkek. Belki bir gün kanatlarını fark eder.

Bu gece bir garip heyecan var içimde. Şu kuşlar da tam yatak odasını buldu yuva yapacak. Bir hareket var yuvada. Bu saatte sesleri kesilirdi çoktan. Yoksa onlara da mı öğrettim geç yatmayı. Oysa benim onlardan öğrenmem gereken çok şey var. Kuş kadar aklımız yok be. Kuş kadar can yuvadaşımız.

Neler oluyor Allah’ım, deprem mi yoksa? Kalkın çocuklar. Çatır çatır çatırdıyor duvarlar. Düşeceğiz. Düşersek uçamayız kolay kolay. Eyvah!

Kapıda bir çatırtı var, n’oluyor? Yuvada başka bir hayvan mı var acaba, serçeler mi istila etti ki? Gece gece? Aaah! Düştü. Kapıyı açtım, yere saçılan toprak, çöp ve tüy karışımı bir enkaz… O heyecanla bütün korkularımı unutup kucağıma aldım o koca aileyi. Kalbim yine küt küt. Bu sefer heyecan ve merhametten. Kıpırdamadan duruyor hepsi. Şaşkın.

Bizi kucakladı. İnanılır gibi değil. Çok kıpırdanmayalım ki korkmasın yine. Kapı niye çaldı bu saatte. Gene korkmaz inşallah. Bizi de bırakmadı içeri girdik, uzun koridorun sonundaki kapıya varana kadar kendi resimlerimizi gördük duvarlarda. Hepsi yuva içinde. Dışarıdan Ferda Teyze’nin sesi: “Korkma kızım, benim, duramadım o evde artık. Beni içeri almayacak mısın?” Kapıyı birlikte açtık.

Siz hiç kuş oldunuz mu?

Olsaydınız evleriniz yuva olurdu.

edebiyathaber.net (7 Ocak 2023)

Yorum yapın