Öykü: Kitapsız | Eser Çelik Avcı

Ocak 2, 2024

Öykü: Kitapsız | Eser Çelik Avcı

Kafka’nın bir kitabına rastladım eski kitapçıda, öykü kitabı almaya gitmiştim. Nedense baştan aşağı siyah giyindiğim bir günde, belki de ciddiye alınmak istiyordum, üşüdüğümden yetmezmiş gibi boynuma da siyah bir şal sarmıştım. Öyle, hızlı yürüdüm ki terlemişim. Serin, yağmur yüzünden zeminin kayganlaştığı, havanınsa billur gibi temiz olduğu bir sonbahar günüydü. Önlem alınmamış basamaklardan kaymadan inip, bodrum katındaki eski kitapçıda durdum.

“Öykü kitabı istiyorum elinizde kimler var?” diye sordum. Böyle bir giriş uygun oldu mu? Şüphedeyim. Kapı eşiğine attığı sandalyede oturan, iyi giyimli adam, kitapçı değilmiş, sahibini çağırmaya gitti. Kayıtsız tavrıyla kitap satıcısından çok, iç çamaşırcıya benziyordu zaten. Kışlık kazak giymiş dükkân sahibi, üşüyor demek ki,  hevesle indi merdivenleri. Alnı iyice açılmış gençten biri.

Kitapçı seyrek saçlarını uzatıp ensesinde toplamış, sevimli bir kuyruk bırakmış arkasında. Tabi ki küpesi ve boynunda yarım yamalak bir dövmesi de var, bitmemiş, başlamamış, yaşanmamış, ne bileyim yarım bir aşkın izi gibi… Sıkışık dükkânları sevmem, üstelik burası ışıksız, küflenmeye müsait bir yer. Adam, heyecanla ışıkları ve bilgisayar ekranın açtı, “Öykü kitabı arıyormuşsunuz, aklınızda bir yazar var mı? “diye sordu.”Bakayım,”dedim. Raflara yöneldim. Elim, Can Yayınlarının beyaz kapaktaki kırmızı kalplerine gitti. Bu kalplerin raflarda duruşu ne güzel. Nezihe Meriç’in ilk öykü kitabını buldum. Leyla Erbil çarptı gözüme. İkisi de ilk basım. Seçtiklerimi masanın üstüne ayırdım.

“Arkada depoda öykü kitaplarımız var,” dedi. “Getirin o zaman,” dedim. Sesim emir verir gibi çıktı diye alttan bir özürle baktım kitapçıya. Arkaya gidince fark ettim, bu küçük dükkânın her yerinde gizli kameralar vardı. Bilgisayar ekranında kendimi her açıdan gördüm. Olduğum yerde tedirgin, elimi hiçbir şeye sürmeden bekledim. Etrafımın kamerayla çevrili olması mı? Kitapçının telaşı mı? Dar zaman mı? Gerilmiştim, soluk alamıyor gibiydim. Eşiğe kadar gidip serin havayı usulca içime çektim.

Üç ay boyunca, kütüphanenin kitaplarını iade edememiştim. Beni, çoktan kara listeye almışlar. Zülfü Livaneli’nin Araftaki Çocuğu ile Sabahattin Ali’nin Değirmen’i, elimde kalmıştı. Kitabı iade etmeye gittiğimde Alice Munro’nun Firar’ını almak istemiştim. “Kitap iade edeceğim, baya zaman geçti, bunu alabilir miyim?” dedim. Ne bileyim, sonuç olarak aldığımı iade ediyordum, okumak ihtiyacındaydım, kütüphane kartımın üzerindeki, yaklaşık yirmi yıllık, üyeliğime güvenerek imtiyaz bekledim belkide. Ama kadın, yüzüme bile bakmadan,“İki ay kara listedesiniz, kitap alamazsınız,” dedi. En son gelişimde Sabahattin Ali’nin yaşadığını sanan kütüphaneciydi. Alttan alta bir sırıtışla, “Kütüphane için kitap alabilirsiniz, o zaman sizi kara listeden hemen çıkarırım,” dedi. Bu açık kapıdaki ışığı gördüm, tam olur diyecekken “Tutunamayanları alabilirsiniz,” dedi.

O kitap çok pahalıdır, lise sondayken arkadaşımdan okumuştum. Benim içinde bir alışkanlıktır, fiyatına bakarım, kitap borsasının ortak ağırlığı gibidir. Okuduğum ama kütüphaneme koyamadığım kitapların babasıydı bu kitap. Gülümsedim, kadın alamayacağımı anlayınca “Yaşar Kemal’in İnce Memet’lerinden birini alın bari” dedi. “Olur” dedim.”Şu mavi kapaklı baskı olsun”   Yeni boyattığı kıvırcık siyah saçlarını, kırmızı rujunu kitapların arasında bırakıp çıktım. Kadın benim ardımdan tırnak törpüsüne devam ederek, ağzımın payını nasılda verdiğinin havasını atmıştır, yan masadaki adama. Keşke erkek kütüphanecide deneseydim şansımı. Mesleğe başladığı yılardan beri giydiği kahverengi takım elbisesinin jilet ütüsüne güvenebilirdim. Benim fakir ama gururlu okuyuculuğumu anlayacak bir taraf, belki onda bulunurdu.

Kütüphaneden ellerim boş çıkınca, mecburen eski kitapçıya attım kendimi.  Üstelik zamanım dardı. Otobüs pasomun doksan dakikası dolmak üzereydi. Kütüphaneci kadın canımı sıkmıştı. Orada bidolu okunacak şey vardı ve bana birini bile koklatmamıştı. Sanki şehir kitap okumak isteyenlerle doluda. Benden sakındığı da, yüzlerce kişinin gelip baktığı ama gerçek edebiyatı anlayamadıklarından yanından geçip gidilen kitaplar.

Eski kitapçıda şansımı deneyeyim dedim, “Yaşar Kemal’in, İnce Memet’i var mı sizde?” Eski kitaplar arasında, benim için öykü arayan adam, “olacaktı” dedi. Eşelendiği depodan Yaşar Kemal’in bir kucak dolusu kitabıyla çıka geldi. Kitapların hepsinin arka kapağı makasla kesilmiş. Buna takıldığımı görünce açıklama gereği duydu. “Kadın, boşanırken tüm kitapların arka kapağını kesmiş, sonra da tüm kütüphaneyi bana sattı” dedi. Nemli kitaplara karışan çam ağacı kokulu parfümü odayı dolduruverdi, sanırım kalın giyinmekten şikâyetçiydi, benim gibi.

Sessizce ağlayarak, kitapların arka kapağını kesen kadını düşündüm. Aşk ve umut dolu sözler… Hislerinden sonradan utandı herhalde, ahmaklığına yandı. Kim bilir? Makas izlerinde elimi gezdirdim.

Kitapların arasında Kafka’nın Milena’ya Mektupları da vardı. Dönüşüm’ünü bir kaç kez okuduğumdan beri başka kitabını arıyordum.

Zaman eleğinin üstünde, buraya, bana kadar gelen kitaplar. Yemekhanede bir çuval patatesin başında sonuna kadar tüm olay örgüsünü kafamda kurup, söküp, tekrar kurduğum kitaplar. Bir cümleyi hatırlamaya çalışırken ayıkladığım soğanlar, kavrulan yağ, fokurdayan su dolu kazanlar. Maskemizi veya bonemizi bir gıdım açık görse ensemize çöken denetçimiz. Bende hiç eksik bulamazlar, konuşmadan işime bakarım. Kafam gece okuduğumla meşguldür.

Kafka’nın kelebekle süslü beyaz kapağını elime aldım, kitabın avucumu dolduran hafif yapısı hoşuma gitti, alacaklarım arasına koydum. Ayırdıklarım iki pazar param kadardı. Bir iki hafta işyerinden yemek getirmem gerekecekti. Bunda çekinecek bir şey yok, yemek şirketi çalmamamız için atılmak üzere olan yiyecekleri almamıza izin verirdi. Genellikle, damak tadıma hitap etmediğinden, ben kendiminkileri pazardan almayı tercih ederdim. Şu an kitap satın almak, yiyecek satın almaktan daha hayatiydi benim İçin. Son iki aydır Charles Bukowski’nin Kadınlar’ından başka kitap okumamıştım. Kafamda evirip çevirecek her şey bitmişti.

Kitapları, Özdilek çantalarına koyarak bana uzattı, “yine beklerim “derken kitap seven biriyle konuşacak ne çok şey bulunabilir, diye düşündüm. Küçük İskender’in bir şiir kitabını hediye etti. O çok severmiş, “geçenlerde öldü biliyorsunuz,”  diye de ekledi. Hadi bir şiirini okuyun desem, sanki ezberden okuyacaktı. Bir yanım kitapçıdan ayrılmak istemiyordu. Yıpranmış iskemlelerde bir çay içip okuduklarımdan konuşmak, ne güzel olurdu.

Merdivenden iki üç basamak çıkmışken, kırık dökük bir şeyleri sürüklüyordum, arkamdan yetişti, “aceleniz olmayan bir gün uğrayın, çay ikram edeyim size,”dedi. En çekingen sesimle “Olur,” dedim. “İsterseniz kitap değiş tokuşu da yaparız” dedi.  Kaşlarımı kaldırıp gülümsedim, ilgilendiğimi görünce,”okuduğunuz kitapları getirin, okumak istediklerinizi yarı fiyatına veririm” dedi. Tekrar, başka söz bilmiyormuş gibi, “olur,” dedim. Ondan yüksek bir konumda konuşmaktan rahatsız olmuştum. Çok okuyup az konuşanlar gibi “olur” deyip durmuştum. Kendimi söz dağarcığı kısıtlı, elini ayağını nereye koyacağını bilemeyen gençler gibi hissetim. “İyi günler,” deyip ayrıldım. Basamakta ayağım kaymadığı için mutlu oldum. Çiselemiş yağmur tutacak demirlerini ıslatmıştı, demirden gelen soğukluk, avucumdan akan su hoşuma gitti.

Kafka’nın sevdiği kadına mektuplarını ve Milena’nın cevaplarını bir an önce okumak istiyordum. Tam İhtiyacım olan şeydi. Bunun için günlerce patates yemeye razıydım.        Otobüsün doksan dakikasını son anda kaçırdım. Bir bilet parası araya gitti. Neyse hediye edilmiş bir Küçük İskender’im vardı. Bir de, bir de çay daveti…

Otobüsten indikten sonra yirmi dakikalık yürüyüşüm var, yağmur tekrar çiselemeye başlamıştı. Evime yaklaşırken genç bir kadın yolumu kesti. Birbirine iyice yakın siyah gözleri bir tuhaflığı olduğunu anlatıyordu. Tertemiz giydirilmiş, saçları güzelce örülmüştü. Ceplerinde yamuk yılık taze limonlar görünüyordu. Otobüs durağını tarif ettim. Acıkırsam diye ceplerimi leblebi ile doldurmuştum bir avuç leblebi koydum avucuna. Gülümsedi.” Benim yolum çok uzun Cezayir’e gidiyorum. Leblebiler çok iyi oldu, geç kaldım” dedi. “İyi o zaman, biraz daha vereyim” dedim. Cebini açtı, küçük, yamuk limonlarının arasına leblebileri döktüm. O yoluna, ben yoluma devam ettik.

edebiyathaber.net (2 Ocak 2024)

Yorum yapın