Telefona gelen mesaj sesi ile kaldırdı kafasını okuduğu kitaptan. Kitabı kapatmadan sehpanın üzerinde duran telefona uzandı. ‘’Baban öldü, hemen eve gel,’’ diye yazıyordu gelen mesajda. Elinde telefon öylece dondu kaldı. Ne yapacağını, ne düşüneceğini bilemedi. Defalarca okudu gelen mesajı. Günün birinde, yıllardır sizi terk edip arayıp sormayan babanın ölüm haberini alırsan çok üzülürsün, deseler inanmazdı onlara. Bizi hiç düşünmeden terk eden biri için üzülmem, derdi. Tuhaf bir duygunun midesinden ağzına doğru ilerlediğini hissetti. Telefonuna gelen mesajdaki cümle harflerine ayrıldı, her harfi farklı bir yana savruldu. Sadece öldü kelimesinin harfleri ayrılmadı bir yere, okudukça bir balyoz gibi kafasına vuruyordu tüm gücüyle. Elindeki kitabı sehpanın üzerine bıraktıktan sonra donuk bir yüzle pencereye yaklaştı. Sabahtan beri durmadan yağan kar, köye bembeyaz bir yorgan dikiyordu. Kimseyi incitmeden, kırmadan, usul usul yağıyordu. Biraz daha yaklaştı pencereye, hemen diğer ucunda biriken kar taneleri pencereye tırmanıyordu. Bacaları tüten evlerden ve tek tük yanan sokak lambalarından başka bir şey görünmüyordu. Kar, herkesi eve kilitlemeyi başarmıştı. Sessizlik at koşturuyordu köyde. Gökyüzünden hiç acele etmeden süzülüp gelen beyazlık, sessizlikti belki de, diye düşündü. Sabaha kadar pencerenin önünde yağan karı izledi ve hayatı boyunca doğru düzgün görmediği, anılarında silik bir hatıra olarak kalan babası için gözyaşı döktü.
Uzun ve yorucu bir otobüs yolculuğunun ardından ilçe otogarının kırık dökük bir bankında, endişeli ve düşünceli bir şekilde, kendisini gideceği köye bir an önce ulaştırmasını dilediği minibüsün kalkmasını bekliyordu. Minibüsün zayıf mı zayıf, ikide bir ceketinin cebinden çıkardığı tablasından sardığı tütün sigarasını büyük bir zevkle içen şoförün sakinliği onu sinirlendiriyordu. Kaçıncı kez sorduğunu unuttuğu bezgin sesi ile’’ Ne zaman kalkacak?’’ diye sordu tekrar. Her seferinde aynı sakinliğini ve saygısını koruyarak, biraz da üstüne başına çekidüzen vererek ’’Dolunca yola çıkacağız Öğretmen Hanım,’’ dedi şoför gülümseyerek. Hep aynı cevabı almak sabrını zorluyordu artık. Kucağında tuttuğu küçük sırt çantasının fermuarı ile oyalanmaya başladı. Onu bu kadar asabileştiren saatlerce süren yolculuğun verdiği yorgunluk ve gideceği yerin bilinmezliğiydi. İlk ataması, hakkında hiçbir bilgisi olmadığı, adını da çok az duyduğu şehrin en ücra köylerinden birine çıkmıştı. Anneme yakın bir şehre atanırım belki, diye düşünmüştü. Hayal ettiği gibi olmayınca bavulunu toplayıp annesine veda ettikten sonra yola çıkmıştı. Yüklü bir bulutun saklandığı gözleri, otobüs hareket ettikten sonra kucağına yağmıştı.
Uyku, evin eşiğinden, penceresinden, bacasından girmeyi başarmış ancak sabaha kadar gözlerine uğramamıştı ya da yaş dolu gözlere ulaşmaya çalışırken bir yerlerde kendisine yenik düşmüştü. Sabahın köründe uyandırdığı muhtarın arabası ile eğri büğrü köy yollarından ilçeye doğru gidiyorlardı. Muhtar öğretmene baş sağlığı diledikten sonra hiç konuşmadı. Onu kendi haline bırakmanın daha doğru olacağını düşündü. Dışarıda kardan başka bir şey yoktu. Babasının yüzünü hatırlamaya çalıştı, bulanık parçaları bir araya getiriyor, bir baba elde etmeye çalışıyordu. Bazen bir pala bıyık, bazen güleç bir yüzün yanında saçsız bir kafa, bazen de sinsi, kötü bir bakıştan başka bir şey gelmiyordu gözlerinin önüne. Eve vardığında annesine ne diyeceğini, nasıl davranacağını, babasını öyle tabutta mezarlığa doğru uğurlarken ne yapacağını düşündü. Her düşüncesi bir bilinmeze, bir çıkmaza çıkıyordu. Gideceği otobüs ilçe otogarında bekliyordu. Muhtara teşekkür ettikten sonra kendisine ayrılan koltuğa gömüldü. Şehre varana kadar düşünceden düşünceye dalacağını, hepsinde de tıkanıp boğulacağını biliyordu.
Dün akşamdan beri bir şey yememişti, midesi bir şeyi almıyordu. Sonbaharın gelmesi ile soğuk hava kendisini hissettirmeye başlamıştı. Bavulundan ince hırkasını alıp giydi. Minibüslerin seslerine karışan gür sesli muavinlerin bağırışlarına kulak kesildi bir süre. Muavinlerin sesi olmasa şu köhne otogarın betondan başka bir şey olmayacağını düşündü. Sabahtan akşama kadar otogarı çınlatan bu sesler otogarın can suyuydu adeta. Bir gün olsun bu seslerden mahrum kalırsa kuruyup gidecekti. Onu bu düşüncelerden ‘’Öğretmen Hanım, hadi kalkıyoruz,’’ diyen şoförün sesi uyandırdı. Düşündüğü şeyler otogarın farklı köşelerine savrulurken minibüsün iyice yıpranmış koltuklarından birine halsizce oturdu. Muavin paraları toplarken şoför, öğretmenin bavulunu tozlu bagaja, peynir bidonlarının, domates kasalarının, eprimiş birkaç heybenin ve onca ıvır zıvırın arasına koymakla meşguldü. Muavin yolcuların para üstlerini verdikten sonra o davudi sesi ile ‘’Devam et Kaptan,’’ dedi. Ağzındaki sigarayı yakan şoför, duraktakilere kornası ile bir selam çaktı. Gacur gucur sesler çıkaran minibüs nihayet yola çıktı. Otogardan biraz uzaklaşmalarına rağmen muavinlerin sesi sanki arkalarına takılmış gibi hala duyuluyordu. İlçeyi arkalarında bıraktıktan sonra bir nebze olsun rahatladığını hissetti. Rahatını anında kaçıran bir koku duydu. Bagajda yatan bidon bidon peynirin kokusu her yere sinmeye başlamıştı. Üstü başı, elleri peynir kokuyordu sanki. Koltuklar, yolcular, sesler, bakışlar… Nereye baksa o koku gelip burnuna çarpıyordu arsızca, midesi alt üst olmuştu. Camı açtı hızlıca, ciğerlerine dolan hava vücudunu ele geçiren kokuyu silmek için hummalı bir çalışma başlattı.
Uykusuz geçen yolculuğun ardından vardığı kalabalık şehrin kalabalık otogarından kurtulup kendisini zar zor bir taksiye atabilmişti. Gideceği adresi uykulu bir sesle uykulu şoföre söyledi. Taksi şoförü, ağzını kapatmayı düşünmeden geniş geniş esnedi. Teypten cızırtılı bir arabesk müziği yükseliyordu. Taksi şoförü bir yolcusu olduğunu unutup trafiğe söve söve ilerliyordu. Şoförün dediği hiçbir şeyi duymuyordu, şehrin ışıklarına dalmıştı. Annesinin oturduğu apartmanın önüne vardığında durdurdu taksiyi. Şoföre ödemesini yaptıktan sonra yavaş hareketlerle apartmana girdi. Kapılarının önünde bir ayakkabı ordusu yoktu. Bu duruma şaşırdı, şaşkınlığını atlatamadan kapıyı tıklattı üst üste. Kapıyı açan annesi tedirgin bir yüzle önüne bakıyordu. Annesinin yüzünde ağladığına dair bir şey yoktu. Sadece gergin görünüyordu. Kızına sarılan anne onu içeri davet etti. Salona doğru ilerlerken tekli koltukta oturan babasını gördü. Gözleri kocaman açılan öğretmen olduğu yere yıkıldı.
Bagajdaki peynirin buram buram gelen kokusu ve minibüsün her yerine bulaşan sigara kokusu midesini alt üst etmişti. Tam kusmak üzereyken şoförün müjdeli sesini duydu. ‘’İneceğiniz köy burası Öğretmen Hanım,’’ dedi neşeyle. Oturduğu koltuktan hemen ayırdı bedenini. Teşekkür edip indi minibüsten. Ardında büyük bir toz bulutu bırakan minibüsün arkasından uzun uzun baktı. Bavulunu alıp toprak yoldan köye doğru yekindi. Uzaktan toplanan bir kalabalığın belli belirsiz uğultusunu duydu. Kalabalığa varmadan koşarak gelen bir gencin bavulunu almasına izin verdi şaşkınlıkla. Bütün köy yeni gelen öğretmeni karşılamak için gelmişti. Hepsinin yüzünde bir tebessüm vardı. Utangaç bir mutluluk öğretmenin yüzüne yürüdü, yanakları kırmızı birer elmaya döndü. Muhtar, önünde kavuşturduğu ellerini bırakmadan bir-iki adım öne çıktı. ‘’Köyümüze hoş geldiniz,’’ dedi samimiyetle. Sonra tüm köy halkı hep bir ağızdan ’’Hoş geldiniz Öğretmen Hanım,’’ dediler sevinçle.’’ Hoş bulduk, çok teşekkür ederim,’’ dedi birkaç defa üst üste. Şaşkınlıktan ve mutluluktan eli ayağına dolanan öğretmen, muhtarın yönlendirmesi ile kalacağı eve doğru yürüdü. Köyde, gelen öğretmenin kalması için bir ev yapılmıştı imece usulü. Muhtar, evin kapısını açıp,’’ Bundan sonra burada kalacaksınız Öğretmen Hanım. Bir ihtiyacınız olduğunda da söylemeniz yeterli.’’ dedi. Anahtarı öğretmenin avucuna bırakan muhtar köy meydanına doğru yürüdü. Yalnız kalınca evin eşiğinden köye, toprak damlı evlere, sararmış yapraklarına veda eden ağaçlara ve köyü çevreleyen dağlara baktı. Derin bir nefes çekti içine. Burası ona iyi gelecekti, hissediyordu.
Kar henüz yağmamıştı şehre, eli kulağındaydı. Korna sesleri geliyordu dışarıdan. Babası üzerine eğilmiş,’’ Kızım uyan, iyi misin?’’ diye uyandırmaya çalışıyordu. Doğrulup sırtını yasladı kanepeye. Babasına dik dik bakıp,’’ İyi miyim diye mi soruyorsun? Sence sen bu soruyu sormayı hak ediyor musun? Hangi yüzle geldin yıllar sonra? Kabullenmiştim yokluğunu. Bir de böyle oyunlarla beni buraya getirmeyi nasıl düşünebilirsin?’’ dedi ağlayarak. ‘’Kızım bir sakin ol. Baban pişman olmuş, hatasını anlamış, kendisini affettirmek istiyor bize,’’ dedi annesi. ‘’Seni bilmem anne ama benim için babam gittiği gün öldü. Sadece şunu soracağım. Bana geçerli bir neden sunacak mısın baba?’’ dedi. Pişmanlık ve utancın kendisini ezen babası, yüzü önünde, ‘’Hayır kızım, bir nedenim yok, başka bir kadın için terk ettim sizi. Kendimi affettirecek bir sözüm yok, sadece pişmanım, hatamı anladım,’’ dedi. Bu yaşadıklarına inanamıyordu. Babasının öldüğünü düşünürken, onun için hüngür hüngür ağlarken, onun ölmediğini öğreniyordu. Üstüne üstlük geri döndüğünü ve başka bir kadın için kendilerini terk ettiğini öğreniyordu. Odasına kapanıp kapıyı kilitledi ardından. Hem annesinin hem babasının sızlanmalarına kulaklarını kapadı, onları duymak istemiyordu. Odanın ışığını açmadan yatağa uzandı, gözlerini tavana dikip hüngür hüngür ağladı. Gecenin bir vakti lapa lapa yağan karı fark etti. Gökyüzü, sevincini yağdırıyordu üzerlerine sonunda. Babasını affetmeyecekti, bundan emindi. Köye dönecekti, öğrencilerine, mutlu yalnızlığına dönecekti. Gün ağarırken montunu giyip sessizce dışarı attı kendini. Apartmanlar, kaldırımlar, park halindeki arabalar, ağaçlar ve hatta az önce dinen kar bile uykudaydı.
edebiyathaber.net (17 Aralık 2024)