Sözü bunca değişken kılan ne aranızda, bunu düşünüp durdun bırakıp gittiğinde. Homo habilis olma hâli, dedin içinden. Öyle ya, bunca şeyi yaşayıp paylaşmışken, ötedeki o “ilk”e dönerek hoyratlık yapmak neyin ifadesiydi?
Yaptığı bir hayatta kalma oyunundan çok, beklentilerinin değişmesinin armağanı, sıkışıp kalmışlıktı. Bunun öyle biri olmadan da gerçekleşebileceğini düşünememesi, arayışının sonucunu farklı yerlerde bulmaya çalışmasıydı. Bir de sürekli bir telaş içinde, başladığı her şeyi yarım bırakması…
Onun o kendi olamama hâlini gördükçe, yazdıklarına ara ara göz atıyordun. Kendisi gösterebildiği, okutabildiği ölçüde elbette. Bu olumlu adımdı. Orada kendine nefes alacak alan açıyordu. Ama sen de bunun sürdürülebilecek olmadığını gözlemliyordun.
Onun için bu, bir nevi kendini sağaltma yoluydu.
Yani, bu kendini ötekileştirme hâli, çevresindeki diğer insanları da ötekileştiriyordu. Bu da en yakınında olanlardan başlıyordu doğal olarak. Davranışlarına bakarak bunları tek tek çıkarabiliyordun.
Kendi başınalık bir sanrı gibiydi onda. Bazen, ateş yakmayı öğrenen çocuk gibiydi. Bir ağaca dokunup, bir böceğe yöneldiğindeki hassasiyetini, sevgi görememesine bağlıyordun. İnsan alamadığı bir şeyi veremez, diyordun. Bu da kütleştirici bir durum aslında.
Düğümler yani.
Evet, her birimizin ne çok düğümü var. Hele ruhumuzdakiler… Onları saymakla bitiremeyiz.
Seni bir tür “kazıyıcı” kılmıştı. Hayatınızın her anında/yerinde öyle duruyor, bakıyor gözlüyordun. Sürekli beklentiye dönüşme hâlini yaratandı çünkü.
Bir yerde tüm becerilerini unutarak başlıyordun güne, diğer bir yerde ise yaşama ustası kesiliyordun. Ama nafileydi tüm bunlar onun için. Çünkü o, bir kırıp dökme ustasıydı.
Av ve avcı gibi değildiniz kuşkusuz, yahut “kurban”! Ama onun kendini büründürdüğü her durum, biraz bunları çağrıştırıyordu.
Bazen öyle oluyordu ki, dayanamadığın aptallaşma hâllerini hiçbir yere koyamıyordun. Çünkü çok karmaşıktı. Bazen zeki görünür, bazen saflığa verirdi kendini. Ama sırlı karanlık, her bir iyicil yanını da gölgelerdi. Ona olan güveninin yitmesi de asıl buradan başlamıştı sende.
Birlikte bir yaşamı kurmak istemiyle yola çıkışınızın size taşıdıklarını görmek için, yan yana durmanın yetmediğini anlıyordun. Zira, onun hayatının hep bir parçası olarak kalacak olan “eski eş” sendromu, sizi dipdalgası gibi sürekli tehdit ediyordu. Çünkü onun aklından çıkmayanlar iyicil olanlar mıydı, yoksa ona yaşatılan travmalar mıydı diye her an kestirmeye çalışmak yorucuydu. Ama yanıltıcıydı her bir davranışı ya da sen hep böyle gözlemledin…
Onun yaşama güvencini yitirdiğini düşünüyordun. Yaşadığı zamana onu tutunduran neydi, ne ile kendini tanımlar, kendini nasıl bulurdu diye düşünmeden edemiyordun.
Derin bir korku, amansız bir sanrı…Her şeyden şüphe eden bir duruş… Sonra yakıştırmalar, kurmalar…
Ay Karanlık
Gecesiz bir düş gibiydi. Bir görünen, bir görünmeyen. Ne alaca, ne gri!
Öyle de başlamıştı hikâyeniz.
Zamanla şunu gördün ki, bütün konfor alanlarını terk edip kendisine yeni bir alan açmadaki yetersizliği ve yaşam dengesini bulamaması, aslında hayata dair ne istemediğini bilememesindendi.
Önceki yaşamından getirdiği alışkanlıkları, travmaları onu bir gölge gibi izliyordu. Onun bu durumu, bir süre sonra seni, insanda doğal olanın ne olup olmadığını sorgulamaya yöneltmişti. Öyle ki, yaşamak istediğin cinselliğin önünde kara bir gölge beliriyordu senin için. Arzuyla onu kucaklamaya yöneldiğin her durumda bu giderek kara bir lekeye dönüşüyordu.
Yapmadım, yaşamadım dediği her durumu, aslında yoğun bir biçimde yaşadığını hissettiriyordu sana. Zihinsel ve fiziksel kaybolma anlarında karşınıza çıkan başka gölgeleri hemencecik örtbas etmesi, bunun bir nişanesiydi aslında. Bir nevi “saf”a yatıp üstelemiyordun. Onun didikleme huyu, nefret düzeyindeydi sende. Bundan tiksindiğin için de kimi zaman uzak duruyordun ondan.
İşte onun kendince oynadığı “hayatta kalma oyunu” böyleydi. Taşıdıklarının ondaki derin izlerini gördükçe, zihnin bu konuda aydınlanıyordu.
İçgüdülerinle hareket etmiyordun; daha kontrollü, akılcı davranıyordun. Taşlaştırıcı her durumda sen yumuşak olanı seçiyordun. İyicil bakıyordun, o karanlığın ikinizi de içine çekmesine izin vermiyordun.
Sonunda yatıştırıcı haplarla kendini toparlamaya başladığı anlarda, nihayet konuşabiliyordunuz. İşte o anlarda da, onun içinde kök salanları bir bir ayrımsayabiliyordun. Hekim değildin, ama onu öyle de bırakamazdın.
Ötede, ona başlangıçtan beri yazdığın mektupların yer aldığı defterler, notlar… O başlangıca dair her şey, bir dolapta duruyordu. Açıp hiçbirine bakmak, bunları okumak içinden gelmiyordu. Kuşkusuz her birinin hem duygusal hem de edebî anlamı vardı. “Bunlar ne olacak,” diye de hiç sormamıştın kendine. Ama ona şunu dediğini hatırlıyorsun:
“Edebî ve ebedî mirasçımsın.”
Hatta öyle bir “vasiyet mektubu” da yazmıştın. Bunları da yeri geldiğinde paylaşmayı düşünüyordun.
Ama öyle bir şey, hiç yaşanmadı.
edebiyathaber.net (17 Aralık 2024)