Öykü: Kaçamak Işıklar | Nalan Arman

Ocak 1, 1970

Öykü: Kaçamak Işıklar | Nalan Arman

Yenal bir süredir dirseğinin birini gövdeme dayamış, diğer eli kalçasında konuşuyor kadınla. Daha ne kadar devam edecek, bilmiyorum. Bir an önce karşısına geçip otursa iyi olacak. Böyle durması sinirime dokunuyor, gittikçe daha çok abanıyor üzerime. Nasıl olsa kafasına da avucunun içinde rahat bir yer bulmuş.  Ne o? Beni duydu galiba, bir hareketlenme oldu. Kapağımı açıyor, kalın parmaklı hoyrat eli içime doğru uzanıyor, ne zaman böyle yapsa ortalık birbirine girer. Su şişesine uzandı. Raflar biraz ferahlayacak, demiştim; yanılmışım. Alırken dikkatliydi bu kez, yine de birkaç damla sebzeliğimin önünde birikti.

Ev bir süredir sessizdi ama böyle devam etmeyeceğini biliyordum. Haftada, on beş günde buranın havası değişiyor, artık alıştım.  Uykuyla uyanıklık arasında sürekli düşüncelere dalmak pek zevkli değil zaten. Gelen giden olmadı mı günleri, geceleri saymaya başlıyorum; tek kelime duymamak içimi sıkıyor. Sessizliği sevmem. Boşluk korkutur beni, boşluğa ait sessizlikten bu nedenle nefret ettiğimi bile söyleyebilirim. Tükürük misali etrafa saçılan, azap veren kelimeler, cümleler değil aradığım;  derinliği olan, nadir bulunan, bilgece söylenmiş olanlar. Doğanın söylediklerini severim. Çığlık çığlığa uçan martıların sesine kulak veririm; kırlangıçları, kumruları dinlerim. Kargalar birliğinin korosu müthiştir. Rüzgâr, dalgalar, yapraklar durmadan konuşur.

Bir buzdolabı olmanın en zor yanı hareket edememek. Dans edebilmeyi isterdim, müziğin cisimleşmiş hali bedenimde kıpır kıpır konuşurdu o zaman. Tek yapabildiğim, Yenal’ın valsini seyretmekle yetinmek.  Dans ederken, karşısındaki kadın kim olursa olsun, onunla tek bedende ve ortak bir anda buluşur. Bedenimde bütün hoyratlığıyla dolaşan elleri zarafetle dokunur, okşar, harekete geçirir. Karşısındaki çiçek yavaş yavaş açar, salındıkça üstündeki ipek teninde oynaşır. Birbirlerinden uzaklaştıkları her anın ardından, yeniden karşılaşmanın büyüsüyle sarılırlar.  Bana karşı da biraz nazik olabilirdi. Onun neler yapabileceğini, raflarıma neler tıkıştıracağını ya da dökeceğini az çok kestirebiliyorum artık. Her seferinde değişen ikinci kişilere uyum sağlamak zor geliyor asıl.

Bizimki – bildiğimiz Don Juan’ı gibi- her zaman bir dinleyici arayışı içinde; her defasında bunu başka bir kadında bulur. Peşinde koştuğu, hikayesini baştan sona anlatacağı yeni bir kulak.  Anlattıklarını inançla, tutkuyla dinleyecek bir kulak. Yatsı zamanı mum eriyene kadar bakir kalan kulak.  Onun derdi, bir şey anlatırken dinleyicisinin araya bir soru sıkıştırması, fikir yürütmesi, ekleme yapması; buna tahammül edemez. 

İşin içinde benim görünmeyen kulağım var bir de. Aynı hikayeleri duymanın bıkkınlığını ve hayal kırıklığını yaşayan zavallı kulağım. Fakat kendisini rahatlatmakta mahir muhayyilem çözümü buldu. Yenal’ın anlattıklarını,  gücünü tekrarlara borçlu tekerlemeler gibi dinlerim.  Sürüp giden tekrarlar arasında güzel bakir kulağın -yenilenmeyi müjdeleyen tomurcuklar gibi- patlayan kahkahalarına dikerim gözümü. Bunlar beni neşelendirir.

Kapağımı daha hafif hissediyorum bugün. Bazen bira şişeleri öyle bir dolduruyor ki her tarafımı, içimde bir yerler yıkılıp gidecek gibi oluyor. Bir kırmızı şarap kısa süre kapağımın rafına misafir oldu bu sefer, nerden bulduysa bu pinot noiri.  Parmesan ve eski kaşar da almış, üst rafımda duruyor. Bence bu şarabın yanında beyaz peynir olmalıydı. Yeşil elmaları da unutmamış, şaşırdım gerçekten. Limon suyu ve sarımsak karıştırdığı zeytinyağını fileto yapılmış morinalara sürmüş, bir saattir bekletiyor alt katta. Umarım fırında uzun tutmaz; sulu kalmazsa hiçbir şeye benzemez bunlar. Neyse ki akıl etmiş, kapalı bir kaba almış morinaları.  Bütün bedenimin sarımsak kokusuna teslim olmasından nefret ederim. Yeni bir misafire hazırlanıncaya kadar temizlenmeyi bekler, bildiğim bütün küfürleri, bedduaları sayardım yoksa. Sebzelikteki taze kekik ve dereotu balık için sanırım. Şu ıtırlı yeşillere bayılıyorum. Sırf onları dağlarda, bahçelerde görmek için dağ keçisi olmayı bile isterdim.  

Have You Ever Really Loved a Woman, çalıyor içerilerde bir yerlerde, sesi buraya kadar geliyor. Şansım varmış, bu melodiyi seviyorum. Kimi zaman evi dolduran müzik dayanılmaz oluyor. Burada yıldızlardan ve gökyüzündeki her türlü parıltıdan yağan tatlı, derin müzikle kakofonik sesler birlikte yaşıyor.  Yenal de, benim gibi, kendi hayatına hayret ediyor sanki. Bu hayreti kendisine ve o yabancı, sonuna kadar yabancı kalan kadınlara. Apaçık olanın önüne çekilen göz kamaştırıcı set.  Hayretin doruk noktası…

Yanına oturdu kadının, usul usul bir şeyler söylüyor. Kadın önce dışarıya bakıyor gibiydi, şimdiyse gözlerine bir gülümseme yerleşmiş. Yenal’ın sayıp döktüklerini bakışlarında en ufak bir kuşku gölgesi olmadan dinliyor. Kulağında dolaşan sesin güzel bedenini ürpertişini izliyorum. Bizim Don Juan’ın bakışları ise sadece kadını değil, daha fazlasını içine alıyor; kadın bu bakıştaki arzuya teslim olmuş.  Birazdan güneşin sıcaklığının benzeriyle yaprakları açılacak.

Kapı çalıyor, buraya geldiğimden beri ilk kez sanırım. Bizimkinin keyfi kaçtı, yüzünden belli. Kadın ona bakıyor; açmayacak mısın, der gibi. Kapıdakinin vazgeçmeye niyeti yok anlaşılan, zile basmaya devam ediyor. Yenal’ın ardından kadın da kalktı, dışarıda avaz avaz bağıran, kulağımın aşinası eminim. Sesleri kolay unutmam.

Bizim Don Juan, her an tetikte olmayı beceremedi demek. Öyle olsa sağını, solunu; omuzlarının üzerinden arkasını gözlerdi sürekli. Onunsa başı hep dümdüz ileri bakıyor, gözleri hep “bakir kulak”a mıhlanmış durumda.  Saniyeleri, dakikaları saymadığı, onu sıkıntıdan patlamaktan kurtaracak kendi emrindeki zamanda –zamansızlığın zamanında-  kendinden geçiyor.

Kapı kapandı, ses artık içeride değil.  Evde bir koşuşma var galiba. “Bekle, açıklayacağım” diye bağrıyor akordu bozulmuş sesiyle bizimki. Kadının ne dediğini duyamıyorum.

İkinci bir kapı sesi. Bu sefer çok şiddetli. Ardından bir üçüncü.

Yenal için güzel olan bir erkekle kadının mutlu vedasıydı oysa. Bir karşılaşma sonrasında ikisinin de vücudunun uzaktan, gizlice birbirine veda etmesi. Hazzı katıksızlaştırıp yeniden yaşatan veda.

Şimdi müzik sesinden başka bir şey duyulmuyor, bir Flamenko bu. Kaç gün yapayalnızım kim bilir?  Neyse ki bu melodiler oyalayacak beni.


Yorum yapın