Öykü: İmgeler Arketipler | Mehmet R. Ceylan

Şubat 27, 2025

Öykü: İmgeler Arketipler | Mehmet R. Ceylan

Unuttukları hatırladıklarıyla belleğim, yaşlandıkça kısalan hayatın yaşanmış uzun geçmişini yeniden kurguluyor sanki. Kendi hikâyem bir süredir kendini hatırlatmak için, başka hayatlarla iç içe geçmiş şekilde, hiç nedensiz durduk yere sık sık bilincin kapısını ısrarla çalıyor.

Ölüm gözümün önünde meydana gelmese, ne olduğunu bilmeyecek yaştaydım. Mizgin’e yapılan bir şaka olarak da değerlendirebilirdim. Evimize gelecek olan misafirleri bir tür haber verme şekli, içinde sürpriz saklı bir oyun gibi de.

İç Ege’de bir köyden daha batıda bulunan, adında yeşil kelimesi geçen köye göçmüştük 60’ların ortalarında. Neden orası, hayatımızda kısa bir durak olan buradan sonraki  şehre neden en baştan gitmedik; biri mi çağırmıştı babamı, ne vaat etmişti ona, hiçbirinin cevabını o  zaman bilmem mümkün değildi. Doğrusunu isterseniz, şimdi de bilmiyorum.

Yatalak kalınca, babasının boşadığı annesiyle dayısına sığınır babam. Onlara kol kanat geren annesinin ağabeyi, babamı askerlik dönüşü evlendirir. Yatağa bağlı annesinin ölümünden sonra da dayısının düğün hediyesi iki tarla, iki öküz, bir inek ve kerpiç evi satarak gitmeye karar verir o köye. Kaçarcasına, karın tipiye dönüştüğü bir gece yarısı eşyalarımızı yüklediğimiz kamyonla ayrıldık hepimizin doğum yeri olan köyden. Hatırladığım kadarıyla, arkada bıraktığımız köyden yeşil değildi gittiğimiz yer. Yeşil olmasından ziyade, en revaçta çekirdeksiz üzümün yetiştiği bağlarının varlığıydı orayı öne çıkaran özelliği. Elindeki paranın bir kısmıyla başımızı sokacak bir ev inşa etti babam, geri kalanını da sermaye yaparak küçükbaş hayvan alıp satmaya başladı. Annem de mevsimine göre çapaya, üzüm toplamaya gidiyordu yevmiye karşılığı. Ağabeyim berbere çırak verilmiş, ben de ilkokula başlamıştım. Kardeşim henüz bebekti. Bağ bahçe sahibi komşularımız çıkardıkları zeytinyağından, kaynattıkları pekmezden verir, annem karşılık olarak sac üzerinde pişirdiği bükme, haşhaşlı katmer gibi geldiğimiz köye özgü hamur işleri götürürdü onlara. Her şey yolunda gidiyor muydu bilmiyorum. Bu köy, terk ettikleri köyden daha mı şefkatliydi onlara, biz çocuklarına? Köyümüzde esirgenen her ne ise, burada bahşedilecek miydi bize?

Annem, kendi köylerinde ilk çocuğuna hamileyken biricik kızı olduğu, gelin çıktığı evin önünden geçiyormuş bir gün. Bahçelerinde yetişen domates, biber, hıyar gibi sebzeleri görmüş, canı çekmiş annemin. İstedi de mi verilmedi yoksa içinde oluşan sessiz beklenti görmezden mi gelindi, bu detayı bilmiyorum ya da hatırlamıyorum. Sonuçta tatmin edilmeyen bu istek, ölene kadar bizlere sık sık anlatacağı bir gönül yarası açtı onda. Bir annenin torununu karnında taşıyan kızına esirgediği sevgi gibi vericilik duygularının eksikliği yaşanan her olayla, açılan o yarayı derinleştirdi. Zamanla biz çocuklara da aktarıldı miras olarak o kalıcı burukluk hissi. Annemin ağabeyi olan, hiçbir zaman dayı diyemediğim adamın, köy muhtarı ve diğer şahitlerle babasının ölümünden sonra düzenlediği belgeyle, kız kardeşini mirastan mahrum ettiği de ortaya çıkmıştı. Anne babasından alacağı kalmadığına dair belgeye annemin attığı imza, başka ailelerde korumacı bir dayanışma olarak yaşanan akrabalık bağını bizde tümüyle kopardı.

Annemle babam kaçarak ayrıldıkları köylerinden, sevgisiz büyüdükleri ortamdan kendilerini mi, çocuklarını mı yoksa topluca bütün aileyi mi kurtarmaya çalışıyorlardı? Şimdi dönüp geriye bakınca, bilinçsizce kaçtıkları o şeyin karşılarına yurt edindikleri yeni yerde bu defa başka türlü dikildiğini görüyorum. Umudun rengi yeşilin, adında geçtiği köyde bulmayı arzuladıkları o şeyi orada da bulamadıkları kısa zamanda anlaşılıyor.

Babamın hayvan ticaretini beceremeyeceğini anlaması, elindeki paranın azalmasını fark etmesiyle oldu. Sattıklarının karşılığında elinde kalan sermayesi canlı hayvan almasına yetmeyince bu kez sebze, meyve satmaya karar verdi kahvehanelerin bulunduğu köy meydanında. Kahvecinin müsaade ettiği bir köşeye dizdiği kasalarda bir süre mevsimine göre meyve, sebze sattı ayağının dibinde tuttuğu tartıda tartarak. Altına çektiği tahta sandalyede beklediği müşterilere.

Köydeki son günlerimiz olduğundan habersiz, babamla bir gün idari olarak bağlı olduğumuz ilçeye gittiğimizi hatırlıyorum. Neden sadece ben ve babam gittik, cevabı belleğimin karanlık bölgesinde. Annem, kardeşlerim yanımızda olmadığına göre gezme, ziyaret amaçlı değil; benimle ilgili belge, hastane işi ve ya buna benzer bir işlem nedeniyle orada olmalıydık. İşimizi bitirdikten sonra köye dönüş yoluna geçtik. Yolcuları güneş, yağmur gibi doğal etkilerden korumak için cipin arkasına gerilen naylon örtünün altında, her iki yanda oluşturulmuş oturaklarda yüz yüze yolculuk ediyorduk. İlçeden çıkmış, şose yolda ilerlemeye başlamıştık. Şoförün durması için, ağ’rol, diye bağıran yola yakın uçtaki bir yolcu, aniden ayağa kalktı. Yavaşlayan cipin durmasını beklemeden bir anda kafasından uçan şapkanın ardından çakıl taşlı yola atladı. Hızın etkisiyle aracın hareket yönünde sırt üstü savrulan adam, şiddetle kafasını yere vurdu.

Araç sağa çekip durduğunda, herkes yaralının yardımına koştu. Cipe taşımak için kaldırdıklarında gördüğüm, kafasını çarptığı yerde kısa sürede biriken kanın adamdan akıp akmadığını babama sormuş muyumdur acaba? Yolcularıyla tekrar ilçe yönüne dönen cip, yaralıyı hızla hastaneye ulaştırdı. Acil önünde bir süredir bekleşen yetişkinler, aldıkları haberin yüzlere yansıyan kasvetli havasında fısıldaşıyorlardı. Ölüye, evde her şeyden habersiz yolunu gözleyen karısına yönelik aralarında kısa sürede görev dağılımı yaptılar.

Köylüler Miskin diyorlardı adamın karısına. Şimdi bu satırları yazarken, adının Mizgin olduğundan eminim artık. Yerel şive, adını bozarak kadının yaradılışını mı tanımlıyordu yoksa bilinçsizce, farklı bölgeden gelenin eşitsiz farklılığını mı?  Altmış yılın ardından bunların kararını vermek zor. Komşu kadınlar yan yana geldiklerinde tembelliğinden evine, çocuklarına yetemediğinden bahsetseler de bu durum onları Mizgin’e, ailesine ellerinden gelen yardımı yapmaktan alıkoymazdı.

Erkeklerin bir kısmı hastanede cenaze işlemlerini yapmak için kalırken, babamın da bulunduğu grup Mizgin’e ölüm haberini nasıl vereceklerini konuştular. Öncelikle cenaze evinin derli toplu olması gerektiğini belirlediler. Sonunda, misafir geleceği yalanını söyleme fikrinde birleştiler. Annemle birlikte birkaç komşu kadın yardıma gitti. Evin içini temizleyip avluyu toparladılar. Elbette Mizgin dışında herkes, gelecek olan misafirin kim olduğunu biliyordu. Mizgin komşularını ne kadar sıkıştırırsa sıkıştırsın, ağızlarından bu sırrı alamadı.

Bu olaydan kısa bir süre sonra, bir gün okulda dersteyken sınıfın kapısı açıldı. Öğretmen, baban geldi, dedi. İlkokul ikinci sınıfın başında ayrıldığım o okuldan ne öğretmenimi ne arkadaşlarımı hatırlıyorum şimdi. Okulun giriş kapısına çıkan beton merdivende, siyah önlüklü beyaz yakalı öğrencilerin kızlar önde, erkekler arkada, en arkada da öğretmenin ayakta durduğu o döneme ait soluk fotoğraflardan elimde yok. Ya çekilmedik ya da kayboldu. İlk ihtimal daha kuvvetli geliyor bana. Babam elimden tutmuş bahçe kapısına doğru yürürken arkamdan açık pencerelerden yükselen seslere birkaç defa döndüm, sallanan ellere karşılık verdim. Gidiyoruz buradan, dedi babam, sormadığım sorunun cevabı olarak.

Doğduğum köyün belleğimde sakladığım iki canlı fotoğrafı var. Birisi mutlu olan. Düvenin üstünde ayakta, elinde üvendire babamın harman süren görüntüsü. Koşuyorum düvenin ardından, yakalıyor üstüne çıkıyor, sonra tekrar yuvarlanıyorum taneleri ayrılan sapların içine. Bu mutlu oyunun içinde babamın yüzünü seçemiyorum. Sakalı bıyığı var mı, saçları ne kadar dökük, düşünceli mi, karamsar mı, canı sıkkın mı, gelecekten umutlu mu? Hiçbirinden haberdar değilim. Güneşin altında sıkıntı verici işe rağmen o sonsuz çocukluk hazzının ortaya çıkardığı şımarıklığı yaşamama, mutlu bir anı olarak saklamama izin veriyor.

Diğerinde akşamın karanlığı bastırmış. Sobanın ısıttığı odada birkaç komşumuz var. Öküzleriyle tarladan dönen babam, ansızın bastıran şiddetli yağışın taşırdığı derenin öbür tarafında kalıyor.Eve doluşan komşularımızın sözleri geliş amaçlarının tersine, kaygılandırıyor beni. Sessizce dinliyorum onları, anlamaya çalışıyorum babama ne olacağını. Yağmur bir türlü dinmiyor dışarıda. Dinmesini bekleyeceğiz, diyorlar. Belki de kaygımı bastırmak için uyuyorum. Gece yarısı yağmur, şimşekler kesiliyor; dere geçit veriyor babama, onu bize bağışlıyor..

Uzun hayatımda Mizgin’in kısacık hikâyesini de unutmadım.. Anne çoluk çocuk o insanların, ölüme gözümün önünde yenik düşen sevdiklerinin ardından haykırışları, çığlıkları çok daha derin izler bırakmış olmalı çocuk benliğimde. Öyle anlaşılıyor ki, bir daha dönülmeyecek o köyde yaşadıklarım, birçok uğursuz şeyin arketipi olarak çocuk ruhuma yerleşmiş. Silinmemecesine.  

edebiyathaber.net (27 Şubat 2025)

Yorum yapın