Öykü: Hayalsiz çocuklar | Can Sezer

Ağustos 18, 2022

Öykü: Hayalsiz çocuklar | Can Sezer

En güzel hayalleri çocuklar kurar elbette, hiçbir çıkar ilişkisiyle kirlenmemiş yürekleriyle, en doğal halleriyle, yarın ve daha ötesi için hayaller kurmayı çocuklar kadar kim becerebilir ki? Kimi, ne olmak istediğine oyunlar oynarken karar verir, doktor oluverir oynarken, bakarsın bir doktorun edasını takınıverir hemen, biri pilot olur, tüm ruhuyla yerleşir kokpite, diğeri en bilindik futbolcu olur ve top sürerken  o futbolcunun ismiyle kendi kendini anons eder “evet sayın seyirciler Ronaldo topu aldı, sağ kanattan ilerliyor bir çalım bir çalım dahaaa”, bazısı öğretmen olur ders verir arkadaşlarına, bir diğeri tiyatro yapar en baba taklitlerle, kimi bedenini enstrüman yapar ya da  o enstrümana benzeyen bir nesneyi alır eline, ağzıyla çıkarır enstrümanın sesini. Dünyanın en keyifli şeyi, onların oyunlarına ve hayallerine ortak olabilmektir. Ne zaman bir çocuk görsem yanımda yöremde takılmadan edemem, bazısı çekinir konuşmaz, kimi utanır başını omuzlarının arasından bir kamplumbağa gibi içeri çekmeye çalışır, kimi göğsünü kabarta kabarta müsameredeymiş gibi konuşur benimle, bazısı komik bulur söylediklerimi eksik dişlerini göstere göstere güler, kimi annesinin babasının bacaklarına doğru sokulur, kimi beklemez benden önce davranır bana takılır, ben de eksik dişlerimi göstere göstere gülerim o da güler öylece. Ne zaman bir çocukla dostluk kursam tertemiz bir sevgiyle yıkanmış olarak bulurum yüreğimi, içime bir rahatlama gelir, üstümden bir yük kalkar sanki.

Evde çocuklarımla geçirdiğim kısa bir anın ardından, yine de onların yüreğine dokunmanın, dünyalarında gezinmenin verdiği rahatlama hissiyle işe gitmek üzere ayrılmıştım evden. Hafif serin ve ha yağdı ha yağacak derecede kararıp, alçalan bulutlarla kaplanmıştı gökyüzü. Yolun yarısına ulaştığımda hafif başlayan yağmur şiddetini artırmaya başlamıştı bile, iyice ıslanmadan işyerine yetişme telaşıyla hızlandırmıştım adımlarımı, işyerime yaklaştığımda yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Sucuk gibi olmadan yetişmek için hızımı biraz daha artırıp koşar adıma geçmiştim. Dükkana yetiştiğimde, yağmurdan kaçıp dükkan saçağının altına sığınmış üç çocuk gördüm, bir kız iki oğlan, üzerlerinde rengi atmış, birine büyük gelmiş, diğerine küçük gelmiş montları, kızın ayağında terlik, oğlanların ayağında yırtık pırtık spor ayakkabıları vardı ve epey ıslanmışlardı.

Anahtarlarımı çıkarıp dükkan kapısını açmaya yönelirken, birden onlara dönüp, nefes nefese “Merhaba çocuklar” dedim.

Hiç beklemiyorlardı herhalde, kovacağımı düşünmüşler olsa gerek birbirlerine dönüp baktılar, sonra önlerine bakıp öylece kaldılar. Dükkan kapısını açıp içeri girmeden seslendim “Haydi içeri girin sizde” dedim. Elimle de içeri gelin işareti yaparak.

Çocuklar oldukları yerde asker edasıyla sola dönüp tek sıra halinde arkama dizildiler ve içeri girdik. Hemen elektrikli ısıtıcıyı çalıştırdım ve çocuklara birer tabure verdim oturmaları için, hiç ses çıkarmadan beni izliyorlarlardı. “Haydi oturun biraz ısının bakalım” dedim. Isıtıcının karşısına dizdiğim taburelere yerleşip ellerini ısıtıcıya doğru uzatarak ısınmaya başladılar, pantolonlarının paçalarından buharlar yükseliyordu. Kız, oğlanlardan biraz daha boyluca ve biraz daha gelişkinceydi, gözleri kendinden sürmeliydi, hani şu  Yozgat’ın “sürmeli gözlerin sürmeyi neyler” türküsü böyle bir göz için yakılmış olmalıydı, oğlanlar biraz zayıfca, yaşları birbirine yakın, saçları bir örnek traşlanmıştı. “Adınız ne bakim sizin?” dedim. “Benim adım Meryem” dedi kız kırık bir Türkçeyle ve sonra “bu Muhammed, bu da Musa” dedi. “Benim adımda İsa, memnun oldum” dedim gülümsediler, bir eksik dışında kutsal bir koalisyon oluştuğunu düşünerek ben de gülümsedim. Antakya’da Türkçeyi çoğu insan ya Arapçanın etkisiyle ya da kendine özgü takılarıyla “gelom- gidom, yapıcık-edicik” gibi biraz aksanlı konuşur ama sadece Suriyeliler bu bozuklukta konuştuklarından, anlamıştım oralı olduklarını ama yine de sohbeti başlatmak adına “Suriyeli misiniz siz?” diye sordum, kafalarıyla onayladılar. “Kardeş misiniz?” yine kafalarıyla onayladılar. “Türkçe yok mu?” “Az biliyoruz” dedi Meryem. Sorularımı daha sadeleştirerek sormam gerekecekti anlaşılan ve işe dünyanın en anlamlı sorusunu sormakla başlamalıydım “ Aç mısınız” diye sordum.  Muhammed ve Musa, Meryem’e baktılar onun kararına uyacaklardı, Meryem başını sağa sola sallayıp “ yok” dedi. “Tamam” dedim “ama ben açım, kendime yiyecek birşeyler söyleyeceğim fırından, birlikte yiyelim tamam mı?” diye sorarak teklif ettim. Başlarını hafif yana eğerek kabul ettiler.  Telefon edip fırından simit, poğaça, börek, meyve suyu ve dört plastik çatal göndermelerini istedim, siparişin gelmesini beklerken onları biraz daha tanımak istiyordum.  “Ne zaman geldiniz buraya?” Diye sordum; Meryem “beş” dedi ısıtmakta olduğu eliyle beşi göstererek, “beş yıl oldu”, “anladım” dedim “kaç yaşındasın sen?” “On”, “sen kaç yaşındasın Muhammed ?” ablasına baktı önce, cevap vermek için onay aldı sanki “sekiz”  dedi, “ya sen Musa”, “yedi” dedi, gözlerine yerleşmiş daha büyük bir ifadeyle.

Isınan yanakları kızarmaya başlamıştı çocukların, kapı açıldı fırıncı kuryesi girdi içeri, siparişleri getirmişti. Çocuklarla ortamıza gelecek şekilde çektiğim sehpanın üzerine açtım paketi, daha sıcacıktı hepsi ve dilimlenmişti. Meyve sularını uzattım aldılar,  “haydi başlayalım bakalım, buyrun” dedim. “Bismillah” dedi Meryem, sonra Muhammed ve Musa sırayla “Bismillah” dediler, çatallarıyla birer parça börek alıp ağzılarına götürdüklerinde, içime sanki dünyadaki tüm açları, o an ben doyuruyormuşum gibi yersiz bir gurur gelip yerleşti, utandım bu duygudan. Tok olmama rağmen, iştahlarını kaçırmamak için onlara ben de eşlik ettim ve yemek boyunca hiç soru sormadım.

Yağmur dinmiş, yerini güneşe bırakmıştı. Muhammed ve Musa ablalarına baktılar, Meryem sehpanın üzerine dökülen artıkları ve bulaşıkları toplamaya çalışırken, omuzlarından tutup “otur sen kızım” deyip, hızlıca poşetin içine toparlayıverdim sehpada kalanları. “Doydunuz mu çocuklar?” Diye sordum, yine sırayı bozmadan “Elhamdülillah” dediler.    

Yemekten sonra bir süre daha sohbet ettik, dilimizin döndüğünce. Babaları  Suriyede bir market işletiyormuş, bombalı bir saldırıda yaralanıp sakat kalmış, yürüyemiyormuş ve anneleri evde ona bakmak zorundaymış. Günde iki saat okula gidip, Türkçe ve diğer dersleri öğreniyorlarmış ve geri kalan saatlerde mendil satıp para götürüyorlarmış eve, günde yirmi beş, otuz mendil falan sattıkları oluyormuş. Montlarının içindeki mendil paketlerini gösterdiler bana,  “ Korkmuyor musunuz başınıza bir şey gelir diye”  sordum. Meryem “Allah var, o bizi korur” dedi. Hah şimdi kutsal koalisyon tamamlandı diye düşünüp gülümsedim yeniden; “Evet ya korur, onun her şeye gücü yeter, bir işin olmasına karar verirse ona yalnızca ol der o da hemen oluverir ama savaşın bitmesini istemiyor belli ki” diyemedim. “Haklısın” dedim, Allah adına can alanların bu savaşın bir tarafında durduğundan habersiz bu yavrulara başka ne diyebilirdim ki? Satın aldım bütün mendillerini, “bugün gidip biraz oynayın benim için” dedim gözleriyle güldüler. Şimdi bu mendillerin hepsini alıp bassam kanayan yerlerime kar etmezdi, gözlerime hücum eden bu borana dayanamazdı bu mendiller.

Onlar tarafı ve sebebi olmadıkları bir savaşın bedelini ödüyorlardı, hayalleri babalarının iyi olmasından, daha fazla mendil satmaktan, bayramda yeni bir ayakkabı alabilmekten öte geçmeyen bu çocuklara, bir yarayı sarar gibi sarıldım, eşsiz çiçeklere dokunur gibi okşadım saçlarını. İzledim sokağın kalabalığında kayboluşlarını, kayan yıldızlar gibiydiler.

edebiyathaber.net (18 Ağustos 2022)

Yorum yapın