Öykü: Hadi Uyan | Necla Akdeniz

Aralık 20, 2025

Öykü: Hadi Uyan | Necla Akdeniz

  

     Elini yumruk yapıp ağzına soktu. Diş izlerine gömüldü çığlığı. Dışarı koştu. Denize ulaşmalı, suya anlatmalıydı gördüğü kara düşü. Düğüm / Hatice Günday Şahman

Çocukluğumun bağ evindeyim. Annem babam yanımda, hava desen sultani şarap tadında. Yeşilden sarıya, pembeden mora rengârenk üzümlerle dolu etrafımız. Gülüşüp kahvaltıya teyek topluyoruz. Biz böyle asma asma dolaşıp eğleşirken sevgilim belirmesin mi ufukta! Fırlatıp teyekleri koşmaya başlıyorum. Koşuyorum, koşuyorum… Bağlar, vadiler, dereler, tepeler hep arkamda. Derken bizimkilerin haykırışları yankılanıyor uzaklardan. “Koltuk değneklerini unuttun, koltuk değneklerini…”

Kapı zilinin ciyak ciyak ötmesiyle kör kedinin kulaklarını dikip hırlaması aynı anda oldu. Titreyerek sıçradı rüyasından Ceren. Siren sesleri geliyor sokaktan. Gözünü pencereye dikti. Gün ışığı sızıyor perdeden. Demek sabah. Her ihtimale karşı telefondan saati kontrol etti. 10:06. Bu saatte baskın falan olmaz. Derin bir ohh çekip sevgilisine döndü yüzünü. Soluğunu ıslık yapmış, uyuyor. O da uyuyacak. Belki yine koşar rüyasında, belki yine annesi babası hayatta… Kör kedi Matiz’e sarılıp yorganın altına girerken bir kez daha ciyakladı zil. Mecbur kalkıp açacak kapıyı. Duvara dayadığı koltuk değneklerini kavrayıp ayağa kalktı. İlk işi odada suç delili aramak. Sütyeniyle hırkası yerde. Değneğin ucuyla karyolanın altına iteledi hemen. Yatağın kendinden tarafını düzeltip odadan çıkarken telefonu ardı ardına bipledi. Whapsapp mesajları. 11. Yasa Paketine karşı bildiriler, dört arkadaşının mahkeme günleri, biri Kuğulu parkta diğeri Yüksel caddesinde iki eylem çağrısı. Zil üçüncü kez çaldığında etrafı son kez kolaçan edip usulca kapattı kapıyı.

Deniz’in annesi gelmiş. Elinde gözleme dolu torba, alı al moru mor dikiliyor  kapıda. Böyle çat kapı gelme huyları var kadının. Vakitli vakitsiz. Aramasız sormasız. Aynı apartmanda değiliz, aynı sokakta değiliz… Üşenme nedir bilmez, yağmur çamur demez, yarım saatlik yolu teper soluk soluğa, dayanır kapıya. Her seferinde ayrı bahane. Ya yaprak sarmış ya hamur açmış (Deniz’im bayılır anasının yaptığı yemeklere), ya Deniz telefonlarına bakmamış (yüreğim sıkıştı valla), ya biraz hava almak istemiş (ne kahveye gidiyor baban ne pazara, illallah geldi ayak altında dolaşmasından), mış, mış, miş… Asıl mevzu başka tabii. Evdeki varlığım büyük tehlike. Kimim, neyim, niye buradayım… Direkt bana soramıyor, arada derede Deniz’i sıkıştırıyor punduna getirip. Gözleme torbasını patlayıcı maddeymişçesine havaya dikerek söylenmeye başladı işte. Görmemesi gereken bir kabahatmişim gibi yüzüme bakmadan.

“Kaç kere çaldım zili, ne uykusuymuş bu böyle?”

“Pazar ya bugün.”  

“İşe gidiyorsun sanki.” 

Yanıt vermiyorum ama içeri girmesi için yol da vermiyorum. Öylece dikiliyorum karşısında. İyice hırslanıyor. Kapı aralığından, “Deniz, Deniz!” diye bağırıyor. Baktı duyan yok, eliyle iteliyor beni, dalıyor içeri. Ayakkabılarını ayağından sıyırıp torbayı mutfak tezgâhına bırakıyor. Henüz mantosunu çıkarmadan çay yapmaya kalkışıyor. Nahoş bir sessizlik yayılıyor etrafa. Ben ona bakıyorum, o benden başka her yana. Bir kez olsun bana baksa. Bir kez olsun adımı ağzına alsa. Bir kez olsun şefkatle konuşsa. Ama yok! Daha fazla dayanamayıp tuvalete gidiyorum. Döndüğümde çaydanlığı ocağa koymuş, bulaşık makinesini karıştırıyor. Geceden kalma bir suç delili arıyor fıldır fıldır. Yemek tabaklarının üstüne yapışmış, şarap kadehlerinin içine sinmiş bir günah lekesi… Oralı olmayıp Matiz’in mamasını veriyorum.

“Bi kör kedi eksikti bu evde!”

“Ben de öyle düşündüm, bir topalın yanına bir kör lazım deyip Matiz’i evlat edindim.” 

Her lafa pat cevabı olan kadın, ne diyeceğini ne yapacağını bilemez vaziyette kalakalıyor. Bu eve geldiğimden beri ilk kez kafasını çevirip öfkeyle bakıyor bana. Gözünün seğirmesinden, çenesinin kasılmasından anlıyorum, ikimizin arasında süregelen o ‘düzeltilemez şey’ ayyuka çıkacak birazdan. İstemiyorum bunu. Ne de olsa sevgilimin annesi.

“Naciye teyze,” diyorum cümlelerimi olabildiğince yumuşatıp, “yorgun görünüyorsunuz, oturup dinlenseniz?” Teklifimi ölçüp biçip tarttıktan sonra ayaklarını sürüye sürüye gidip üçlü koltuğa yerleşiyor.   

“Dün geç yattı Deniz, öğlene kadar uyuyacakmış.”     

“Gözlemeyi ısıtayım hele, kokusunu alınca nasıl kalkar görürsün.”

“Çayı demleyeyim o halde.”   

“Evvela pencereleri aç. Cigara zıkkımından boğulacam aha şuracıkta.”

Pencereden içeriye çürük, isli, puslu kış sabahıyla birlikte siren sesleri de girdi. Altı aydır, gece gündüz demeden her mahallede her caddede polis arabaları, çevik kuvvet motorları cirit atmakta. Eskisi gibi ne koşturan çocuklar kaldı sokaklarda ne el ele, kol kola dolaşan sevgililer ne ayak üstü sohbet eden yetişkinler. Ne simit satıcıları kaldı avaz avaz bağıran ne eski eşya alıcıları. Kuşlar bile vazgeçti şehirlerde uçmaktan. (Akşamüstleri siren seslerine küfrederek kanatlanan martılar hariç.) Köpekler kuytu köşelere pusup havlamayı kestiler, kediler miyavlamayı. (Vızır vızır polis arabalarının altında ezilerek geçilenler hariç.)   

Çoğunluk alıştı bu tekinsiz seslere, gündelik hayatın bir parçasıymış gibi kabul etti. Alışmayıp kabuğuna çekilenler de oldu elbet. Evlerin içinde fısır fısır sövenler. Suçlu addedilen insanlarla görüşmeyi kesenler. Alışmayıp sokaklara dökülenler de oldu elbet. Polislere, çevik kuvvetlere, panzerlere, tomalara, soğuk sulara, biber gazlarına maruz kala kala direnenler. Küfürler, hakaretler, tehditler, coplar yiye yiye direnenler. Karakollara, nezarethanelere, mahkemelere gire çıka direnenler.  

Aniden tersten esen rüzgâr, isli çürük havayı savurup siren seslerini bastırıyor. Uzak denizlerden çocukluğumun taze iyot kokusu geliyor burnuma. Tanıdık kokuyu ciğerlerime çektikçe ferahlayıp hafiflemeye başlıyorum. Benimle birlikte kapılar, duvarlar, tavanlar…  Derken mavi kanatlı bir bulut kuşu süzülüp perdeden konmasın mı halıya! İçimde başıboş bir umut, Naciye teyzenin karşısına oturuyorum.

“Sigara kokusu gitmiştir umarım.” 

“Deniz’i uyandırayım, bayılır anasının gözlemesini yemeye.”

“Şöyle baş başa sohbet etsek…”             

Hazırlıksız yakalanıyor yine. Yabancı bir dilden konuşmuşum gibi sözlerimden ziyade niyetimi anlamaya çalışıyor. Etkileniyor galiba sesimin çağrışımından. (Öyle umuyorum.) Bu kez yüzüme değil bacaklarıma bakıyor ürkek. Doğrusu yarım kalmış sol bacağıma. Öfkesinin yerini acımayla aşağılama, yok saymayla yük sayma arasında gidip gelen o sağlamcı ifadeler alıyor. Gıcık tutmuşçasına öksürüp su içmeye kalkıyor birden. Merakla kuşku sırtında vakit kazanma telaşı. Nahoş değil ikircikli bir sessizlik bu. Gözlemeyi ısıtmaya girişmiyor ama çayı demliyor. İyi haber. İki insan arasında en kısa mesafedir çay. Döndüğünde koltuğa yerleşmesinden, gözlerini havaya dikmesinden anlıyorum, aramızdaki o ‘düzeltilemez şey’ sürüp gidecek…

“Ne sohbetiymiş bu durup dururken?”

“Gözleme mesela. Hamurunu siz mi açtınız?” 

“Bana bak, öyle iki güzel lafla kandıracağını mı sanıyorsun beni?

“Ne demek istiyorsunuz?” 

“Sabah sabah açtırıcan bayramlık ağzımı. KHK’mı MYK’mı, ne halt işiyse ordan çıkartıldın diye acımadı mı sana evladım, o yüzden almadı mı seni evine?”

“Hayır, konuşup anlaştık biz. Ayrıca yakında çalışmaya başlayacağım.”  

“İki aydır hep aynı terane. Bu halde iş bulacak da, çalışacak da…” 

“Ne varmış halimde?”  

“Bilmiyormuş gibi soruyor bi de. İlla günah işletecek bana. Sen şunu iyice kafana sok evvela. Yol geçen hanı değil burası, aile apartmanı. Akrabamız değilsin, hısmımız değilsin… Hadi bizi zerre takmıyorsun, sana bunca iyiliği yapan Deniz’i de mi düşünmüyorsun hiç?”

“Çocuk değil Deniz, kendi kararını vere…”      

“Her gün neler görüyoruz televiyonlarda. Başımıza taş yağacak bu gidişle. Allah’tan hükümetimiz müsaade etmedi de toplayıp toplayıp tıktı mapuslara ahlaksızları. Ortalık ibne, gezbiyen, aile düşmanı kaynıyorken tanımadığımız, bilmediğimiz birinin yavrumun evine sığınması olacak şey mi allasen? Daha iki gün evvel alt kattaki Pervin hanım çekti kenara beni, iki bekar kızın uzun müddet aynı evde yaşaması suç teşkil eder dedi. Mürekkep yalamış hanım, biliyor tabi yasayı, kanunu. Sırf sana iyilik yaptı diye mapuslarda mı çürüsün benim kızım? 

“Sen o mürekkep yalamış Pervin hanıma söyle evvela, ‘Kim olduğumuza, nasıl yaşayacağımıza devlet değil biz karar veririz,” deyip hızla kalkıyorum ayağa. Masaya gidip laptoptan Perperişan’ı çalıyorum. Canım Mabel Matiz’in sesiyle evlerin, sokakların, polis arabalarının kulakları çınlıyor gümbür gümbür.

Canım ister, soysunlar beni/ On’la bi’ yastığa koysunlar  

İster çarmıha gersinler / Hani ikimiz bi’ gömlekte / Kalmaz bu muallakta

Kara sevdam, dönmek yok / İsterse topa koysunlar…

 Ardından yatak odasının kapısını açıp sesleniyorum Deniz’e.  “Sevgilim, hadi uyan. Annen geldi, birlikte gözleme yiyeceğiz.”

Yorum yapın