Öykü: Geyikli Ev | Semra Özkan

Temmuz 18, 2021

Öykü: Geyikli Ev | Semra Özkan

Evi seviyordu sadece. İçinde yaşayanların bununla bir ilgisi yoktu. Onlar zaman içinde çoğalıp azalmış sonra değişmiş olsalar da İlyas’ın eve olan ilgisi ve bağlılığı aynı kalmıştı. Başı ne zaman sıkışsa ya da kendini güçsüz hissetse oraya giderdi. Genç yaşta dul kalan ve acısını bir evlat edinerek dindirmeye çalışan halasının eviydi Geyikli Ev. Babası onun bir eve hem de kendilerinin olmayan sıradan bir eve neden bir ad taktığını merak eder ama sorularına cevap alamazdı. İdris Usta, nereye gidiyorsun oğlum? diye sorduğunda halama değil de Geyikli Ev’e, derdi İlyas. Ne buluyorsun o evde, diye söylenirdi Zeliha’nın tepkisini merak etmiyormuş gibi kaçamak bakışlar atarak. İşte gidiyor, derdi İlyas babası söylenerek kapıya doğru ilerlerken, benim de gitme vaktim geldi. Ayakkabılarını bağlamaya dururdu kapı önünde babasının Zeliha’ya söyleyeceği son bir iki cümleyi de dinlerken. İşini gücünü yola koyunca sen de git ablama Zeliha. Ayıp oluyor sanki çocuktan kurtulmak istiyormuşuz gibi. Zeliha ise bir şey demez, kazanda kaynayan suyu gösterip çamaşır günü olduğunu anlatmaya çalışırdı. İşte o zaman İdris Usta ne yapacağını bilemez halde ne haliniz varsa görün, der gibi yaşından beklenmeyecek bir hareket yapıp çıkardı evden. O sırada yokuşun dibine doğru koşmakta olan İlyas’ı görüp ardından hüzünle bakardı. Dolmuş şoförüydü İdris Usta. Geç kalmasına tahammül edilemeyecek bir birlikte direksiyon sallıyordu. Bu yaşta bu işi hala yaptığına şükretmesi gerektiğini düşünecek kadar çok işsiz genç vardı etrafta. O böyle düşünüp titizlenmeye başladığı andan itibaren, ta ki yatsı vakti eve dönene kadar sürecek seferler boyunca iplerin Zeliha’nın eline geçtiğini bilirdi. Tek istediği cılız bir bedenle doğan İlyas’ı boynunu bükük görmemekti. Çocuğun tıpkı bedeni gibi fersiz olan ruhunun yalnız Geyikli Ev’e giderken hareketlendiğini düşünerek kendini rahatlatmaya çalışırdı. Oraya gitmesine engel olmadıkları müddetçe ailesinin onun adına duyduğu kaygılar İlyas’ın umurunda bile olmazdı. Ayrıca Geyikli Evdekiler de bu durumdan memnundu. Üstelik İlyas istenmediğini anlayabilecek kadar akıllı ve nahif bir çocuktu. Geyikli Ev’de halasıyla Altan yaşardı. İlyas’ı görür görmez yalpalayarak koşan, iri yarı, evlatlık Altan. 

Ayakkabısını giyindi. Biraz ateşi vardı galiba. Yine de geri dönmedi. Yokuş aşağı inip Geyikli Ev’e gidecekti. Günlerdir evdeydi. Şimdi oraya neden gittiğini soran kimse de kalmamıştı geride. Bu arada belediyenin sokak aralarına kadar kendini hissettirmek amacıyla taktığı megafonlardan anlamakta zorlandığı cızırtılı sesler geliyordu. Tıpkı çocukluğundaki gibi mutsuz hissettiğinde ya da yalnız, hemen Geyikli Ev’e gitmeye karar vermişti. Ancak o zaman rahat edecekti. Yokuş aşağı inerken gayrinizamî yapılmış yolun sağına soluna serpiştirilmiş bahçe içindeki evleri taradı gözleri. Yarım kalmış heveslerin duvarlarına yansıdığı alacalı bulacalı, lalettayin boyanmış evlerin çoğunda perdeler açıktı. İnsanlar dışarı çıkamadıkları için olsa gerek dışarıyı içeri davet ediyorlardı sanki. Babamla Zeliha şimdi yaşasalardı neler olurdu diye düşündü. Babamı bilmem ama Zeliha onun sonunu getirirdi, dedi kendi kendine. Bu tekinsiz manzaradan uzaklaşmak, olmayacak şeyleri hayal ederek yüreğine yük olan hayaletlerden kaçmak için gidiyordu. 

 Ölü balık bakışlı gelin açıyor kapıyı artık. Şaşırmıyorum. Evde yürüyebilen bir o var. Yere yakın, basık vücudunu taşıyan kocaman ayaklarını sürüyerek yürür. Yürümenin bir nimet olduğunun farkında mı bilmiyorum. Ona öyle pat diye söyleyeceğim geliyor sonra ölü yosun yeşili gözlerine bakıp vazgeçiyorum. Nasılsa anladığı şeylere bile anlamazlıktan gelir gibi bir bakışı var.

Halası, babasından oldukça büyüktü. Oysa Altan İlyas ile yaşıttı. Bunun nedenini sorduğunda babası, Altan’ın evlatlık edinildiğini, üstelik bu hikâyeyi Altan’ın da bildiğini söylemişti. Eniştemiz ilk işçi göçlerinin yaşandığı dönem valizini toplayıp Almanya’ya gitmişti. Ablama sık sık mektup yazıyor, para gönderiyordu. Bu senin Geyikli Ev’i halan onun gönderdiği paralarla yaptırdı. O zamanlar yani yirmi yıl önce herkesin gıptayla baktığı bir evdi o. Enişte birkaç yıl içinde döneceğini söylüyordu mektuplarında. Ama öyle olmadı. Gelmedi. Ablam eniştemin bir iş kazası sonucu öldüğü haberinin geldiğini söyleyip konuyu kapattı. O kadar. Bize gel diye ısrar ettim. Kabul etmedi. Köyden, uzak bir akrabanın oğludur Altan. Halanın yalnız kaldığını öğrenince ona evlatlık etsin diye gönderdiler. O gün bugündür Altan’ı kendi doğurmuş gibi bakar, sever.

Çocukluğu Altan’la bu evin arka bahçesinde oynamakla geçti. Aslında onunla pek uyuşmazlardı. İlyas’ı görür görmez odunluğa sakladığı kılıca benzer iki odun parçasını alıp üzerine doğru koşardı. Hep savaşçılık oynamayı isterdi. Oysa İlyas her daim yenilmeye mahkûm küffar düşman askerini canlandırmaktan çok savaşçılık adı altında kanını donduran o vahşi oyunu oynamak istemezdi. Yine de bu eve giriş hakkını kaybetmemek için onunla oynar gibi yapardı. Savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlamak için yaşamak mı gerekirdi? Büyük bir insanlık suçuydu savaş. Büyürlerken televizyon vasıtasıyla öğrendikleri vahşetler yüzünden bunu Altan da anlamıştı. Şimdilerde Altan’ın bilmediği istese de öğrenemeyeceği şeyler oluyordu dünyada. Mesela gözler önünde binlerce insan öldürülüyordu. İnsanlar bunu televizyondan bir film karesini izler gibi izliyorlardı. Sonra bir yazar, bu insanların kendi kendilerini öldürdüklerini iddia eden bir yazar, dünyaca ünlü bir edebiyat ödülünü alabiliyordu. İyi ki Altan bunları öğrenemeyecek kadar uzaklara gitmişti.

Hala, Kim geldi? diye seslenirdi salonda oturduğu minderlerin üzerinden. Onu bildi bileli orada öylece oturur, karanlık çöker çökmez sağ yanına doğru devrilirdi uyumak için. Bu ağır ve hantal vücudu bir işin ucundan tutarken görmemişti ya, nasılsa her gittiğinde hazır bir iki çeşit yemek mutlaka olur, ev Altan’a rağmen derli toplu görünürdü. İlyas gelmiş, derdi Altan yıllardır görmediği bir akrabasına kavuşmuş gibi sevinçle. Son zamanlarda ise kim gelmiş sorusuna Hanife cevap veriyordu. Dudaklarının üzerinde erkeksi kıllar var. Aynaya bakınca muhakkak görüyor fakat ağdayla yahut bir cımbız darbesiyle halletmeyi hiç düşünmüyor. Sanki yemek vakti yemek, uyku vakti uyumak ve kendisine yüksek perdeden verilen komutları yerine getirmek dışında hayatla hiçbir illiyet bağı kalmamış. Belki bu eve hapsolmuş dünyasının tek feryadıdır o bakışlar, o sinik yürüyüş ve mide bulandıran o kıllar. Gitse giderdi aslında. Kimse onu zorla tutmuyor. Kocası geçen kış öldü. Arka bahçeye gömdüler öylece. Bu gri etekli, şıpıdık terlikli, birkaç kelime ile konuşarak işlerini halleden hanım da onun karısı. Yani yaşar haldeki eski karısı oluyor herhalde. Gitmek istememişti Hanife. Belki yaşarken çocuk niyetine baktığı kocasından ayrılmak istememişti. Belki de gideceği yerde bu kadar rahat edemeyeceği için. Kim geldi? diye ünlüyor hala. İlyas’ı görmek ona Altan’ı hatırlatıyordu. Onun geldiğini duyunca hem sevinir hem de duygulanırdı. Altan ölünce çok ağlamıştı hala. Kendi doğurmuş gibi ağlamıştı. Analık doğurmakla olmuyor sade, diyordu komşular. Bu cümleleri küçükken de duyardı İlyas. Aynı kadınların o zamanlar kenarlarında kırışıklar olmayan aynı dudaklarından acımasızca dökülüverirdi bu haşin kelimeler. Ve o kelimeler nedenini bilmediği halde İlyas’ı utandırırdı. Bir günah işlemiş de yakalanmış gibi utandırırdı hem de. İşte o zaman o kadınların ve Zeliha’nın acıyarak bakan gözlerinden kurtulmak için kaçardı Geyikli Ev’e. Altan’ın oyunlarını sevmese de giderdi.

Bu tek katlı, yıllar içinde gösterişini yitirmiş mavi badanalı evin arkasında kimsenin önden bakınca göremeyeceği bir cennet bahçesi vardı. Ev bir tepeciğin dibine kurulmuştu. Çocukken o tepecik bir dağ gibi görünürdü gözüne. Hala, kapının önündeki tahtalardan devşirilmiş enli ama biçimsiz bir taburede otururken tepeden aşağı doğru bakıveren viranenin, içindeki çer çöple birlikte üzerlerine yuvarlanacağını düşünüp üzülürdü İlyas. O nedenle olsa gerek hala, kocaman kazanda kaynayan konservelik malzemelerin başında bir iki komşuyla söyleşirken Altan’ın sesini takip edip arka bahçeye gitmek için telaşla ayakkabılarını çıkarırdı İlyas. Bu evde beni çeken o kadar çok şey vardı ki, hepsini tek tek anlatmayı denersem büyüsünü yitirip diğer insanların gördüğü gibi denize yürüme mesafesinde, bir viranenin gölgelediği, tek katlı sıradan bir eve dönüşecek diye korkardım. Yine sırf bu yüzden babama salonun duvarında gördüğüm geyikli halıdaki geyiğin bakışlarından, üzeri işlemeli bir örtü ile kapatılmış rahmetli eniştenin fotoğrafından, arka bahçede halanın çabası olmadan palazlanan çiçeklerden, Altan’ı görünce mızmızlanan şeftali ağacından bahsetmezdim. Bir defasında Zeliha, halama ayıp oluyor bahanesiyle ama adım kadar eminim o evde ne buluyorum diye merak ettiğinden peşimden gelmişti. Tüm gün peşime takıverdiği gözleriyle beni takip etmiş, eve dönünce de babama rahmetli enişte ile ilgili sorular sormuştu. Babam ne olduğunu anlayamadığından yahut yorgun olduğu ve önemsiz gördüğü bu mevzuuyla ilgili konuşmamış meydanı Zeliha’ya bırakmıştı. Kadın ne kadar akıllı olduğunu hem babama hem de kendine kanıtlamak istercesine çıkarımlarda bulunmaya başlayarak babamın açtığı o manasız boşluğu akıl karı olmayan delice fikirleri ile doldurmaya başlamıştı. Ona göre fotoğrafın üzerine, uğursuzluğa bir kalkan olsun diye değil de belki de ölmemiş ve eşini sessiz sedasız terk etmiş, mezarı bile olmayan bir erkeğin gözlerine bakmamak için kapatılmıştı o örtü. Ben bu işlerden pek anlamazdım ama bizim evde en çok konuşulan konulardan biriydi ölüm. Babam annemin öldüğünü söylese de Zeliha’nın kulağıma fısıldadıklarına göre o ölmemişti. Annen olacak kadın bir anneye yakışmayacak şekilde bu evi terk etmiş, diyecekti. Zeliha’ya göre kimse ölmüyordu, sadece terk ediyordu. Ben de Geyikli Ev’den her dönüşümde yokuşu güç bela çıkarken dizlerimin kanayan yerlerine bakıp bakıp Zeliha’nın evi terk etmiş olmasını dilerdim.

Şimdi ne Zeliha kalmıştı geriye, ne İdris Usta ne de Altan. İlyas yaşlanmıştı. Hala zaten o bildi bileli yaşlıydı. Sonra Geyikli Ev, o da çok yaşlanmıştı. Arka bahçe ne haldedir bilmiyordu İlyas. En son Altan’ın cenazesinde girmişti oraya. Çocukluğunun çiçekleri kalmamıştı sanki. Ya da gözlerimizin ardında sırf çocuk olduğumuz için nesneleri daha renkli görmemizi sağlayan bir mekanizma vardı da biz büyüdükçe, zihnimiz kirlenip paslandıkça o mekanizma da tamiri olmayacak şekilde bozuluyor, dünyanın renkleri soluyordu. Çocukken her şeyin farklı geldiği bir gerçek, ama neden bilemem tabi. Geyikli Ev’e koşardım, arka bahçeye çıkmadan evvel hep aynı vaziyette yakaladığım halayla konuşurdum. Akşam babam halan nasıldı, diye sorduğunda cevap verebilmek için. Çünkü hala çok sıkıcıydı. Sürekli eski günlerden bahseder, dünyanın bu yeni haline, örf adet bilmeyen yeni nesle kötü sözler söylerdi. Şimdi çok iyi anladım ki insan yaşlandıkça ölüme yaklaştığını anlıyor, geçmişe hasret duyarak şimdiyle değil bir bakıma ölümle didişiyordu. Her şey eskisi gibi olursa ölümün uzaklaşacağına inanıyordu. Dünyadan silinmeden evvel dünya seni unuttuğunu göstermek için yeni modern zamanlar inşa ediyordu belki de. Onunla konuşup yeterince kaygılanır sonra Altan’ın sesini takip edip arkaya bahçeye doğru yollanırdım. Salonun içinden geçerek vardığımız daracık koridor bağlıyordu evi bahçeye. Koyu yeşil kadifeden perdelerin örtülü olduğu salon, saat daha erken olmasına rağmen akşama girmiş gibi hissettirecek şekilde karanlığa bürünmüş olurdu odayı. Şimdi modası geçmiş ama o zaman için komşuların parmakla gösterdiği Alman işi küçük eşyaları vardı Geyikli Ev’in. Yerdeki dev minderlerle tezat oluşturacak şekilde duvara yaslanmış ve içi rengârenk likör şişeleriyle dolu bir vitrini vardı mesela. Bir de pazarlarında sadece çıplak plastik bebeklerin bulunduğu bir yerde herkesin görmeye alışkın olmadığı kabarık elbiseler giydirilmiş taş bebeklerin olduğu bir bölüm. Ben bunların yanından gelecekte rastlanabilecek kıymetli şeyler müzesinde bir gezinti yapıyormuş gibi geçerdim.

 İçeride kesif bir sigara kokusu hâkim, Almanya’dan gelmiş camdan, pembemsi ağır küllüğün içi izmarit dolu olurdu. Bu kokudan uzaklaşmak için ilerlerken bahçeye varan dar koridora girmeden hemen geyikli halıya bakardım. Avcıdan kaçmış, yorgun ve susamış tedirgin bir geyik bakardı içinden. Avcı her an bir yerlerden çıkacakmış gibi tedirgin. Etrafında yavruları kümelenmiş olurdu, başları suyun içinde. Avcı ortaya çıkarsa onlardan birini ya da kendi hayatını kaybetme ihtimali olduğunu bilerek bakardı. Yine de doğanın zaferini çağırır gibi, inançlı inaçlı bakardı bana doğru. Her ana böyle olmalı işte, derdim ona baktıkça. O benim içimde eksikliğini her gün artarak hissettiğim, Zeliha babama her yanaştığında diriliveren anneler gibi bakar dururdu öylece. Geyikli Ev, yüzünü hiç görmediğim annemin anısının saklı olduğu gizli bir mağara gibiydi. O halının önünden geçip arka bahçeye varınca daha çok hissederdim bunu. Sarılı morlu, kırmızılı mavili çiçekler açmış olurdu halanın emeği olmaksızın, öylece kendiliklerinden. Cennet bahçesi gibi gelirdi bana orası. Ağaçların arasından o geyik çıkıp gelecek, sırtına binip anneme gideceğim diye hayal ederdim.

Tam hayallerinin orta yerinde tahtadan kılıcıyla Altan çıkıverir, incir ağacının yere doğru sarkan dallarına düşman askerine vurur gibi vurur dururdu. O sırada kanı donmuş gibi duran İlyas’ın kulağına fısıldardı şeftali ağacı, bu çocuğun yanlış yolda olduğunu. İlyas’ın gözü gökte uçmakta olan martılara takılırdı. Çığlık çığlığa uçuşan bu dev kuşların Altan’ı alıp uzaklara götürmelerini dilerdi. Altan yıllar sonra öldüğünde suçluluk duymuştu İlyas. Ne de olsa bir zamanlar onun gelmemek üzere uzaklara gitmesini dilemişti. Gitmişti evet, ama ne yapıp edip kendisinden en çok şikâyetçi olan şeftali ağacının dibine gömülerek. 

Şimdi Geyikli Ev’e giderken bir taraftan ateşinin biraz daha yükseldiğini hissediyor diğer taraftan da geçmişle şimdi arasında anlam veremediği geçişler yaşıyordu.

Zorunlu haller dışında dışarı çıkmak yasak. Markete uğramaya karar verdim. Bir ambulans var, artık ambulans görünce jandarma görmüş gibi korkuyorum. Sağlık görevlileri astronot gibi giyinmişler, taksi durağının yanındaki boşluğa sığınmış kırmızı hırkalı genç kadını ikna etmeye çalışıyorlar. Kız kenara sıkışmış vahşi ama yaralı bir hayvan gibi çaresiz. Eskiden olsa insanlar ona yardım ederdi. Şimdi kimse kimseye yardım edecek kadar cesur ve sevgi dolu değil. Ben bile. Bir şişe kolonya alırsam beni durduran kim olursa olsun geçiş pasaportumu elde etmiş olacakmışım gibi bir his doğmuştu içimde. Ayrıca herkesin dikkati o genç kadına yönelmişti.

Televizyon seyretmeyi bırakalı birkaç gün oluyor. Kendimi veremiyorum artık. Savaş çıkmış gibi, komşu ülkelerde çok fazla ölü var. Ölenler gelecekte bir yerlerde konuşacak olan yetkililerin cümlelerini destekleyecek istatistiklere dönüşüyorlar. Hiç yaşamamış gibi. Geçen gün Beton’u okurken bunu düşünüyordum. Anna Hardtl kocasının mezarının başına gelir. Betonlaşmış mermer levhanın üzerinde kocasının değil de yer yetersizliği yüzünden üst üste gömülmek zorunda kaldığı İsabella Fernandez’in adını okur. Ve kocasının fotoğrafını mermer levhaya yapıştırmaya çalışır. Bir zamanlar yaşadığını kanıtlamak ister gibi. Bu romanı daha önce okuduğumda da etkilenmiştim fakat bir kurguydu yine de. Oysa şimdi tüm kurgular hatta distopyalar bile gerçeğe dönüşmüş gibi. İnsanlar koca bir poşetin içinde bir iki kişinin katıldığı bir merasimle ailelerinden uzak gömülüyorlar. Korkuyorum galiba. Şu aralar sabah kadınları meşgul etsin diye hazırlanan programlara katılan psikolojik danışmanlar ön planda. Kalan hayatımızı evimizden dışarı çıkmadan, kendimize ve birbirimize zarar vermeden nasıl geçireceğimizi anlatıp duruyorlar. Bizim ev büyük. Babam ve Zeliha göçtükten sonra tüm odalar bana kaldı. Spor olsun diye kulaklığı takıp odalar arasında müzikli bir yürüyüş yapıyorum. Sonra kitap okuyorum bol bol. Okula giderken öğrencilerden fırsat bulamadığım anların tadını çıkararak. Ama bu ne kadar sürebilir ki?

Hemen kolonyayı alıp insansız kasada ödeme yapıp çıkıyorum. İçeride yeşil eşofmanlı bir kadın kocasına ‘Bir an önce çıkalım burası ölün saçıyor,’ diye bağırıyor. İnsanlar zaten birbirine çok yakın değillerdi ama bu olaydan sonra herkes birbirine düşman gibi bakıyor. O kadından korkuyorum. Marketten çıkıp hızlıca deniz kenarına doğru ilerliyorum. Kapıyı tıklayacağım. Hala, kim o diyecek. Ölü balık bakışlı gelin kapıyı açacak. Eğer Geyikli Ev’e gidemezsem öleceğimi düşünüyorum. Ya kapıyı açmazlarsa?

Tepeciğin dibindeki eve varana kadar kendi kendine konuştu İlyas. O tek katlı, önden bakınca sıradan görünen, arka tarafında cennetten köşeler barındıran bahçesinin olduğu Geyikli Ev’e bakıverdi. Soluğu kesilmişti. Belki hızlı yürüdüğüm içindir, dedi kendi kendine. Ne çok şey söyledi kendi kendine. Bunlar ne kadar sürdü bilmiyordu, ama kapıyı açan olmayacaktı onu biliyordu. Tek istediği arka bahçeye gidip çiçekler arasında uyuyabilmekti. Belki bir kadın, uzun altın sarısı saçları göz kamaştıran bir kadın o masum bakışlı geyiğin sırtında gelip onu götürebilirdi. İlyas böylesi bir ümidin kollarına kendini salmışken, etrafta yiyecek bir şeyler arayan kargaları çığlık çığlığa kaçırtan, tepeciğin yamaçlarına panikle yaklaşan bir ambulansın sesi yankılanıyordu.  

edebiyathaber.net (18 Temmuz 2021)

Yorum yapın