Öykü: Gaffar Abi | Ş. Didem Keremoğlu

Kasım 17, 2022

Öykü: Gaffar Abi | Ş. Didem Keremoğlu

“Ne?” diye açtım sesi beynimi oyan telefonu. Fena halde akşamdan kalmaydım.

“Gaffar abi ölmüş, duydun mu?” dedi.

“Gaffar abi mi? dedim… “Yapma ya!” Başucumda duran yarısı dolu bardağı bir nefeste kafama diktiğim gibi koca bir öğürtüyle çıkartmaya çalıştım yemek borumu yakarak mideme inen acımış sıvıyı… Allah kahretsin! Sızmadan önce demek ki son bir gayret ağrı kesiciyi suyla buluşturmayı başarmıştım!

“Oğlum, bekliyorduk zaten la.” dedi Şado.

“Kapat hadi, kapat… Toparlanayım, arayacağım.” dedim.

Cenazeyi teslim alacaktık…

Panjurları açtım. Sonra da camı. Yaz bütün ihtişamı ile doldu içeri. Otobandan doğru esen toz kokulu, egzoz kokulu bir meltem dolaştı yüzümde. Suyunu bok götüren süs havuzundan sitenin kurbağa sesleri geliyordu… Bisiklete binen bir bulut velet geçti camımın önünden. Nereye gittiğini bilmeyen bir çocuğun telaşıyla yaşlı bir kadın yürüyordu. Muhtemelen yolunu kaybetmiş bir kadın… “Evladım, 3A’yı bildin mi?” diye seslendi.

Gösterdim…

“Alo, kızının haberi oldu mu?” diye ben aradım bu kez Şado’yu. Haber verildiğini söyledi.   

“Kızı da torunu da sayfiyedeymiş, Alanya’da mı ne?..” İkimiz de aynı anda güldük. Çok kullanırdı bunu Gaffar abi. “Evlatlar, ben de sizi özledim. Sayfiyedeyim. Çıkın gelin arada… Kürekten değil ha yürekten bu davet!”

Nereye geliyorduk Gaffar abim? O son hanım yok mu senin, o sonuncusu! Suratıyla dövüyordu adamı. Bankere neredeyse bütün parasını kaptırmasa bok katlanırdı o karıya? diye hınçlandım birden… Üstüne de bu hastalık…

“Alo, orada mısın oğlum?” Şado’yu kulağımda unutmuştum…

“Sanki temmuzda ölmek kolaydı?” dedim. Şado bir bok anlamadı tabii ne söylediğimden.

“Hı…” 

“Kapat kapat…” deyip kapattım telefonu. Başım ha çatladı ha çatlayacaktı… Bir birayı kafaya diktiğim gibi duşa girdim. Yoksunluk emareleri… Yoksunluk emarelerinin önüne bu yolla geçilebileceğini “sayın” bir içiciden duymuştum. Gaffar abiden.

İki duble, bir tek. Şaşmaz ölçüsü buydu. Bir kere olsun cıvıdığını görmemiştim. Şiirlerinden bazı dizeler okurdu kimi…

“…ama ben daha insan değildim

o çağda

 …”

Balerin olan karısının burnunu kırdığı konuşulurdu. Boks çalıştığı zamanlarmış, müptelalık günleri… Ben inanmazdım. Sonra, arama motorları girdi hayatımıza ve gördük ki şayia falan değilmiş olay!

Şayiaların ömrü uzun olurdu eskiden…

Kendini hiç anlatmazdı. Tıpkı ve asla babasını da anlatmadığı gibi. O yakışıklı, şık, herkesçe sayılıp sevilen edebiyatçı, “Sultani” nin efsane hocası, Rusçadan tercümelerin yetkin ismi, Azeri bir bey oğlu olan… Her ne olduysa önce evi terk etmiş, sonra da sokaklara düşmüştü. Rivayet o ki Ulus Meydanı’nda dilenirmiş…

Oğluyla aynı ismi taşıyan Gaffar Bey’in sonunu kimse bilmiyordu.

“Şahabettin’le sen, bana ‘Gaffar’ diyen son iki kişisiniz… Kıymetinizi bilin!” derdi. Babasına düşmanlığından adını değiştirdiği fısıldanırdı ortamlarda. O ise “artistliğin şanındandır,” diye, açıklardı, “adı Gaffar olan jön mü olur?”

Heybetli bir sesi vardı.

Şort olmazdı… Tişört de! Bütün basın oradadır şimdi. Beyaz da giyilmez…

Cenazeyi teslim alacaktık.

Ütüleneceklerin arasında bulduğum lacivert keten gömleği taktım sırtıma. Keten dediğinin doğasında var zaten buruşmak… Hem kim kime, dum duma… O kadar ünlü varken etrafta… Bacağıma da bej bir pantolon geçirdim… Güneş gözlükleri başa, cüzdan kıç cebine yerleşti. Telefon kalbimin üstüne… Ceplerimi tek tek yokladım; bu burada, bu burada, bu da burada…

Dili dikenliydi. İçinde karanlık bir alem, harabeye dönen çocukluğunun yaşanmışlıklarını taşırdı Gaffar abi… Öykülerinden bilirdim bunu.

 Önemsenmediğine bozulurdu en çok da. “Azala azala yok oluyorum.” demişti bana kısa bir ziyaret için uğradığım o akşam üstü. “Ahşap kafesli, ray demirli asansörler gibi.” Ağzım açık kalmıştı yaptığı benzetmeye.

“Abi, sen niye bıraktın ki yazmayı, çok büyük kayıp olmuş?” Dayanamamış, söylemiştim. Cevap vermedi. Ters ters baktı. Yetmeyen nefesini, bitmeyen öksürükleri takip etti. Bir sigara daha çıkardı tabakasından. Keşanlı’yı oynadığı zamandan bir resmi dövülmüştü tabakanın üstüne.   

“Haldun da derdi hep!” dedi. Gözlerinin çakmak çakmak oluşu acaba… Acaba bana öfkesinden miydi? Öfkesine yormak istedim…

“Bir ara senin şu tellak öykünü sinemaya çekeceklermiş, o iş de olmamış.” dedim son bir cesaret.

“Ulan sen benimle röportaja mı giriyorsun çaktırmadan? Baktın gidiciyim, bütün bilinmeyenlerimi ağzımdan almaya…” Gelen yeni bir öksürük nöbeti cümlesini tamamlatmadı. “Yormayın artık ama…” diyen tapir suratlı nursuz karısı bitti yanımızda. Eliyle çık dışarı işareti yaptı Gaffar abi… Çıktım. Oysa çok net biliyordum o hareketin bana olmadığını. “Hevesimin katili orospu.” dediğini duydum karısına arkamdan. “İki laf…”

Odadan ayrılırken bakışlarındaki daralmışlığı görmüştüm.

Arabama yürüdüm.

Günün o dupduru mavisi yıkılıp gitmiş, dışarıya kapkara bir gece inmişti.

“Alo, hastaneye yoldayım.” diye aradım yine Şado’yu. Metronun girişi ana baba günüydü. Ellerinde pankartlar hak eşitliği için protesto yapıyordu kalabalık bir grup kadın.

Bu ülke için umut etmekten başka bir şey yapmayanlarla elini ateşe sokanların arasındaki farkı gözlemledim kısa bir an için: kenardan izleyen çoğunluğun yüzüne yerleştirdiği o hor gören ifadeyi!

Sonra adımlarımı sıklaştırıp metronun merdivenlerinden aşağı inen kalabalığa karıştım.

Cenazeyi teslim alacaktık.

edebiyathaber.net (17 Kasım 2022)

Yorum yapın