Öykü: Eski ev | Nilüfer Türk

Nisan 25, 2024

Öykü: Eski ev | Nilüfer Türk

Kalakaldım kararmış çürümüş tahta kapının önünde. Zili çalmaya halim yok. Zaten zil de yok. Aslında var, kenara iliştirilmiş saçma sapan bir düğme. Hani nerde o güzelim, zarif kadın eli, hafifçe dokununca incecik çınçınlayan, çalınmış belli ki. Kim niye çalar ki minnacık demir parçasını. Kalbimin çığlığı kulaklarımı tırmalıyor. Ağzımı açıyorum, öyle yapılır diye hatırlıyorum, yoksa patlayacak kulak zarım. Hava sıcak, tozlu, yapış yapışım. Uçak, otobüs, minibüs, sonunda gelebildim. İner inmez karşıma çıkan herkese sordum mahallemi, Allahtan ismini aklımın bir köşesine gizleyebilmişim. İşte buradayım, iyi ki o pos bıyıklı adama rast geldim. Yüzü yabancı değil gibi, bakışları bir şeyler çağrıştırıyor, belki de beynim uyduruyor. Ne kadar konuşmaya hasret oluyor yaşlılar, artık kimse onları dinlemediği için mi, ben de mi öyle olacağım? Bastonuna dayana dayana yürüdü benimle, bir yandan Hafize Nine’yi anlatıyor. Kimse bilmezmiş, ya da bilir de bilmezden gelirmiş bir vakitler pavyonda çalıştığını. Tazecikken girmiş oralara, kim bilir neden. Tuvaletçiliğe kadar düşüp iyice kocayınca sığınmış benim tarif ettiğim eve. Kulakları sağırmış, sahnelerin gürültüsünden mi, yediği dayaklardan mı, kapıyı duymazmış kolay kolay. Acıyanı ara ara bir tas çorba, bir somun ekmek bırakırmış kapıya, köpeklerden önce bulursa ne ala.

Güç bela savdım ihtiyarı başımdan, kendimle kalmak istiyorum. Yuvam karşımda, ne kadar acıklı duruyor yeni yapılmış eski binalar arasında. Hayret, kimse el koymamış. Çardağın kalıntılarını arıyorum, yok, mürdüm ağacı kupkuru kalakalmış oracıkta. Üst kat harabe, cam hak getire, çerçeveler bile yok. Demek alt kat taş örme imiş, nispeten ayakta kalabilmiş. Pencerenin birine tahtalar çakılmış, çapraz. Diğerinde cam var mı belli değil, güneşten kavrulmuş gazeteyle kaplı, sapsarı. Taş blokların arasından minik minik fırlayan hayat belirtileri bile örtemiyor zavallılığını, kimsesizliğini. Etrafıma bakınıyorum, hiçbir görüntü hayallerimle örtüşmüyor. Derme çatma apartmanlar sarmış her yanı, ağaçsız, çiçeksiz, gri gri. Karşımızdaki arsa küçücük kalmış yırtık lastiklerin, moloz yığınlarının altında. Ne çok top oynamıştım çimenlerinin üzerinde. Bayılırdım futbola. Önceleri aralarına almazdı mahallenin oğlanları, kızlar futbol değil bebek oynarmışmış. Çok iyi hatırlıyorum o sabahı. İşte banyoda aynanın önündeyim, Üzerine oturup yıkandığımız mavi tabureye çıkmışım, elimde annemin dikiş makası, üstelik en kıymetlisi, sülfle makası. Buklelerim tek tek yayılıyor yere. Dehşetle bakan anneme gülümsüyorum, işte oğlan oldum, artık onlarla futbol oynayabilirim. Gerçekten aldılardı takıma, çok güzel çalım atıyordum, sıyrılı sıyrılıveriyordum aralarından ve goooll. Artık akşamları eve kan revan içinde mutlu gelişler, yara kabuklarını yandan yandan tırtıklamalar, alttan çıkan pembe derinin ancak iki gün dayanması. Çok sürmediydi, gelen topu göğsümle karşılamaya kalkıştığımda duyduğum acıyla bitti futbol yaşamım. Ağlaya ağlaya eve koşup anlattığımda annem ‘’Korkulacak bir şey yok, tomurcuklanıyorsun artık, büyüyorsun’’ Dediydi ama dünya tepeme yıkılmıştı o an, ilerde daha çok yıkılacaktı, henüz bilmiyordum.   

Zili çaldım, cırtlak ses dolaşıyordur odaları tek tek. Bakalım duyacak mı Hafize Nine. Duysa, açıverse kapıyı ne yapacağımı bilmiyorum, girecek miyim içeri, dolaşacak mıyım odaları. Üst kattaki odam duruyor mudur, hiç sanmam yıkılmış orası. Hatırlıyorum, sık sık çalınırdı kapımız, önce o incecik name gezinirdi evimizde, ardından annemin şıpıdık terlik sesi. Gelen komşulardır çaya, kahveye. Konuşurlar gülüşürler, daha bir genç olurlar birlikteyken. Akşamüzeri kardeşim gelir toptan, bu sefer o kan ter içinde, yaralarını ben tımarlardım, kabukları nasıl usul usul kanatmadan yolacağını öğretirdim. Masamı pencere kenarına çekmiştim, ders çalışırken, foto roman okurken arada sokağa göz atardım sevdiğim geçerdi bazen, bakışırdık. Mektuplaşırdık da, kardeşim postacılık yapardı çikolata karşılığında. Annem bu kadar çikolataya düşmeme kızar, suratını sivilceler basacak derdi, kardeşimi bastı sivilceler. İki yıl sonra ben de üniversiteli olacaktım, mektuplaşmaya gerek kalmayacaktı, kardeşim ne yapacaktı çikolatasız. Çok boşluk var kafamda o geceden beri, hatıralar bölük pörçük.

Sabahtan beri bir gerginlik vardı evde, babam dükkanı açmaya gitmemişti, bizi de okula göndermemişlerdi, fısır fısır konuşuyorlardı annemle. Kapıya kocaman bir bayrak asılmıştı, bayram değildi oysa. Akşam bağrışmalar gelince… Camlar şangırdayarak aşağı iniyordu, kafama kocaman bir taş geldi. Babam beni annem kardeşimi kucaklayıp kilere indirdi, kanım babamın omuzundan aşağı süzülüyordu kıpkırmızı. Yukarımızda tepiniyorlardı, parçalanan eşyaların sesini duymamak için kulaklarımızı tıkadılar, bir yandan başımızı okşuyorlardı, benim başım çok acıyordu yine de durmasın okşasın istiyordum annem. Sonrası boşluk. Komşuların koşuşturmasını hatırlıyorum, hastane, doktorlar, yaralılar. Başka ülkeler, başka başka evler, okullar. Hani birlikte gidecektik üniversiteye el ele. O da taş atanlar arasında mıydı? Buralarda mıdır, görsem tanır mıyım? Tanısam ne olacak, ne söyleyebiliriz birbirimize?

Zilin sesi hala odaları dolaşıyor. Açan yok.

edebiyathaber.net (25 Nisan 2024)

Yorum yapın