Öykü: Emektar deniz feneri | Derya Yaşa

Ekim 30, 2022

Öykü: Emektar deniz feneri | Derya Yaşa

Ben bir deniz feneriyim. Yarım asırdan daha uzun zamandır buradayım. Bir yüzüm Karadeniz’e bakar, bir yüzüm iki küçük nehrin arasında kalan küçük bir sahil kasabasına. Kasaba tarafında bulunan yaklaşık 200 metrelik seyrek basamaklı bir yürüyüş yolundan tatlı bir eğimi arşınlayarak yanıma gelirsiniz. Dağ başında yapayalnız duran deniz fenerlerinin aksine, insanlarla, kedilerle, kuşlarla küçük balıkçı tekneleriyle dolu hareketli, hayat dolu bir noktaya yerleştirilmiş şanslı bir deniz feneriyim ben. Denizin kıpır kıpır örtüsünün altında bana yarenlik eden binlerce tür deniz canlısı da cabası. Başım gökyüzü ve bulutlara yakındır. Bir de esas varlık sebebim olan gemiler vardır. Ayni şiirdeki gibi onlara ben yol gösteririm. Genelde buğday ve ilaç yüklü olurlar. Gemiler de kuşlar gibi çok gezer, farklı bir sürü memleket görür, sonra gördükleri hikayeleri yakınımdan geçerken hızlıca bana anlatırlardı. Aşk ve serüven dolu, yarısı gerçekten yaşanmış, yarısı hayal gücüyle harmanlanmış bir sürü hikaye. Ben de onların anlattıklarını martılara anlatırdım. Her zaman alaycı olan martılar ben anlatırken büyük bir saygı ve sükunetle dinler, onlar da yelkovan kuşlarına, bulutlara anlatırlardı bu hikayeleri.

Böyle baktığında bir deniz feneri için gayet güzel keyifli bir hayatım vardı aslında. Mevsimler değişir, geceler sabah olur, insanlar gelir geçer, beni sevdiklerini bilirdim. Benle fotoğraf çekmeye çalışırlar mıydı öyle olmasa? Bir süre sonra bedenime çizilen oklu kalplere, isimlere de alıştım kızmamaya başladım. Ne de olsa yağmur damlaları ve deniz sularıyla akıp gidiyorlardı. Yıllar içinde gövdemi boyadıkları, lambamı parlattıkları ve arada bir paslı korkuluklarımı değiştirdikleri de oluyordu. Hem insanlar da yaşlanmıyor muydu ve her çizginin onlara kattığı bir güzellik ve hikaye yok muydu sanki?

Hayat böyle akıp giderken o sabah yürüyüşe çıkan emekli postane müdürü Nuri Bey’in basamaklı yoldan bana doğru mırıldanarak yaklaştığını gördüm. Bu kasabada memur azdır. Memuriyet eskiden yol yordam bilmek, görgülü olmak, topluma örnek olmak demek olduğundan ayrıca severdim Nuri Bey’i. Emekli olduğundan beri yine her gün işe gider gibi temiz pak giyinir, sabah yürüyüşlerini ihmal etmezdi. Cebinde taşıdığı kuru mamaları yolu kaybetmemek için iz bırakır gibi kedilere verdiği için arkasında bir kedi sürüsüyle dolaşır, bunu yaparken de hem onlarla hem kendiyle sohbet ederdi. O sabah yanıma yaklaşırken kedilerle sohbet halindeydi yine. Kulak kabartıp dinlemeye başladım. İçlerinden sarımsı turuncu olana doğru dönüp, ‘’Yaa! Tarçın.” dedi. “Görüyor musun? Bu güzelim deniz fenerini de söküp götüreceklermiş. Yerine yeni model insansız çalışan bir deniz feneri koyacaklarmış. Bıraktığımız hiçbir şeyi yerinde bulamıyoruz artık. Eskiyi hep yenisiyle ikame etmeye çalışıyor nedense insanlık. Halbuki birçok ecnebi memlekette kaç yüz yıllık deniz fenerleri var. Bu fenercik de kendi işini layığıyla yapıyordu. Görüntüsü de bu kasabaya yakışıyordu. Ne gerek vardıysa.” diye söylendi. Kediler boğaz derdinden mi, aynı fikirde mi olduklarından mı bilinmez, acıklı acıklı miyavlıyorlardı.

Donmuş kalmıştım. Bilirim bir deniz feneri zaten yerindedir bir yere gidemez hareket de edemez.Ama ben yine de donmuş kalmıştım dostlar. O sırada şiddetli bir dalga gelip bedenime çarpmasa kendime geleceğim de yoktu. Şimdi bedenimden şıpır şıpır, gözyaşı mı deniz suyu mu olduğunu anlayamadığım tuzlu sular akıyordu.

O sırada bir martı ötelerden çığlık çığlığa uçup gelerek avutmak ister gibi tepeme kondu. Tüm hayatım gözlerimin önünden film şeridi gibi akmaya başladı. Yaklaşık yetmiş yıllık  varlığım o sırada resmi geçide başlamıştı zihnimde.

İlk öpücüklerini gizlice burada yaşayan toy sevgililer, önümde hatıra fotoğrafı çektirmek isteyenler, yaz akşamları rüzgarla birlikte esip gelen, deniz kokusuna karışan, sahil kenarına konuşlanmış cıvıl cıvıl restoranların, çay bahçelerinin, fesleğen, sardunya, çay ,rakı ve parfüm kokuları … Omuzlarında hırkaları, ellerinde kibarca yedikleri külahta dondurmalarıyla yol boyuna yürüyüşe çıkan yazlıkçı teyzeler, ellerini arkaya kavuşturmuş göbeğini gere gere aheste yürüyen amcalar. İkazlara ve basamaklara aldırmadan bisiklete binmeye çalışan çocuklar, kimi zaman hemen yamacımdaki sahilde ateş yakıp gitar çalan şarkı söyleyen gençler… Denizin hırçın olduğu günlerde dev dalgaların şiddetiyle ıslanıp çığlıklar atarak kaçışan mutlu insanlar olurdu etrafımda bazen.

Huzurumda sevdiceğine evlenme teklifi yapmaya çalışırken şiddetli esen rüzgar yüzünden yüzüğü elinden uçuran gencin feryadları, gizlice buluşan iki genç sevgiliden kızın annesinin onları yakalayarak oğlanı yol boyunca kovalaması, fotoğraf çektirmek için şekilden şekile giren bir kadının geri geri giderken cup diye suyu boylaması. Allahtan o gün deniz bir göl kadar sakindi de boğulmamıştı kadıncağız.

Günlerce gidip gelip şövalesini kurarak resmimi çizen Belçikalı ressamla sohbetimiz de çok keyifliydi. Bir iki kelime Fransızca bile öğrenmiştim ondan. Bir keresinde de ünlü olmuştum. Bölgeyi tanıtan bir seyahat dergisi gelip boy boy resimlerimi çekmiş ve sonra da bu resimler dergide basılmıştı.

Martılar, “Bir imza ver Fener abi, artık ünlü sayılırsın.” diye tepemde uçuşup dalga geçmişlerdi bir süre.

Keyifli ve gülümseten hikayelerin yanında hüzünlü olanlar da yok değildi.

Hemen hemen her sabah gelip denize gül atan Ersoy Bey vardı mesela. Çok sevdiği eşini genç yaşta, vakitsiz kaybedince bir daha yüzü gülmemiş, böyle her sabah denize gül atarak avutur olmuş kendini. Bazen bazı yaralar dıştan iyileşir gibi görünse de içten geçmiyor işte derdi. Kendi kendine merhemler icat ediyor insan. Bu da benim merhemim, gülü çok seven Deniz’ime -merhum eşinin adı Deniz’di- gül hediye etmek, diye açıklamıştı durumu bana. 

Bir de askerlik görevini yapmak için kasabaya gelen er Mehmet’in hikayesi vardı. Karadeniz’i memleketindeki Van Göl’ü gibi dingin sanıp, dalganın ve akıntının en coşkun olduğu burun kısmımdaki kayalıklardan sulara atlayıp, arkadaşlarının haykırışları esnasında hırçın dalgaların arasında gözden kaybolmuştu. Bu vesileyle denizi ilk kez gören akrabalarının dalgıçlar onu çıkarırkenki ağıtları hala kulaklarımdadır.

Bu olaydan sonra denize bir süre küsmüş surat etmiştim. Ama sonra anladım ki doğadaki her şey kendi tabiatında hareket ediyordu. Aksini beklemek onu değiştirmeye ve beklentimize uygun hale getirmek yanlıştı. O zaman doğallığından ve onu sevdiğimiz ilk halinden uzaklaşmış olacaktı.

Burada çok güzel arkadaşlıklar dostluklar edinmiş ruhuma ne çok şey katmıştım. Esas zenginlik buydu işte. Burada doğmuş, yetişmiş olan arada bir ziyaretime gelen yazar arkadaşım Selim, okumayı, kitapları çok seven Narin ve diğerleri. Narin yanıma gelip heyecanla okuduğu kitaplardan bahseder bana onlardan bölümler okurdu. Sayesinde Sait Faik’ten, Ernest Hemingway’e kadar bir sürü yazar hakkında bilgi sahibi olmuştum. Üniversiteyi kazanamadıkça bunalıma girer içini bana ve denize dökerdi. Annesinin kekli, börekli, dedikodulu günleri ona hiç uygun değildi, bunalıyordu. Onu evlendirmek istediklerini anlattı bir gün üzüntüyle. Anlatırken kocaman gövdeme sarılmıştı. Kollarım yok ki karşılık vereyim. Deniz fenerinin çaresizliği de budur işte. O gün meğerse bana veda etmiş. Sonradan şehre kaçmış ama filmlerdeki gibi kötü yola düşmek yerine bir doktorun muayenehanesinde işe girmiş ve açıktan üniversiteyi bitirmiş diye duydum sonra.Bu olaylardan sonra bri gün, ailesi ona hala kızgın olduğu için gizlice yanıma geldi. Eski günlerdeki gibi sohbet ettik. Onu böyle mutlu, şehirli bir genç kadın olarak görmek beni çok sevindirdi.

Neyse biraz çenem düştü son gecemde. Ama dile kolay neredeyse yetmiş yıl… Biriktirdiğim acı tatlı anıların bazılarını sizlerin şahitliğinde çekmecelerimden çıkardım, tozlarını alıp parlatıp özenle yerlerine yerleştirmek istedim bu gece. Ama bir geminin de söylediği gibi hayatı keşkelerle pişmanlıklarla değil, güzel ve dolu dolu yaşayanlar mutlu ayrılırlarmış bulundukları yerden.

Ben de buruk bir mutluluk içindeyim buradan ayrılırken. Ama bir parçam burda kalacak dostlarımla, tüm deniz kuşlarıyla, denizin dalgalarıyla, gelip geçen gemilerle birlikte biliyorum. Aklıma Narin’in bana bin beş yüz yıllık kulesiyle meşhur İstanbul semti Galata ile ilgili bir kitaptan okudukları geldi. Okurken “Umarım sen de Galata’nın kulesi gibi burada o kadar uzun süre kalırsın.” demişti.

Kitapta, “Yıllanmış olan her eşya, ev, bina, yapı yaşanmışlık, iz ve zarafet doludur.” diye yazıyordu. “Onlar, insanoğlu için mucizevi bir zamanda yolculuk biletidir, hem de bedavadan. O yapılardan içeri adım attığınızda veya o eşyalara dokunduğunuzda eski sahiplerinin ve sakinlerinin hüznünü, kahkahalarını, gramofondan çalan müziği, belki bir kutlama için kurulan sofranın neşeli çatal bıçak seslerini duyar, hüznünü coşkusunu yaşar ve hissedersiniz. Hepsinin yıllardır biriktirdikleri bir sürü hikayesi vardır anlatacak. Gözünüzü kulağınızı dikkatli açar, dinlerseniz duyabilirsiniz mutlaka.” diyordu yazar.

Aynı yazarın söylediği gibi, azımsanmayacak bir süredir burada olan emektar bir deniz feneri olarak, ben de epey hikâye biriktirdim. Bazılarını da şimdi size anlatmış oldum. Gözünüzü ve kulağınızı açıp dinlediğiniz için teşekkür ederim.

Gün aydınlanıyor yavaş yavaş. Artık veda vakti…

Hoşça kalın…

edebiyathaber.net (30 Ekim 2022)

Yorum yapın