Öykü: Biri | Ayça Kortan

Mayıs 13, 2025

Öykü: Biri | Ayça Kortan

İsmi dilinin ucundaydı ama çıkartamıyordu bir türlü. Tipiyse gözünün önünden gitmiyordu. Gülümsemesini gölgeleyen bıyığı, gözlerini gizleyen kaşlarının devamı gibiydi. Düz beyaz saçları kısa kesilmişti, annesinden hep duyduğu ve anlamını biliyormuş gibi numara yaptığı “ala garson” un bu olduğuna onu gördüğü an emin olmuştu. Bir kez karşılaştığı birine dair zihninde bu kadar resim olmasına hayret etti. Tanıştığı andan bu yana içine düşen şüpheyi kimseyle paylaşmamakta kararlıydı, tabii bir süre. Belki hepsi bir kuruntuydu ya da değildi. Haklı çıkarsa iyi mi, kötü mü olurdu, pek bilemiyordu. Bu sorumluluk isteyen ciddi bir işti, izlemek ve beklemek şarttı.

Süreyya hayal kurmayı bayağı zamandır bırakmıştı.  Olanla yetinme hali vardı. Umutsuzluk ve “şükür” duygusu arasında gidip geliyordu. Bir süredir günde en az 5 film izlemek vazgeçemediği en işe yarar etkinliğiydi; buna kolayca şükrediyordu. İşyerindeki yoğunluğun armağanı olan bu alışkanlığını, emekli olurken masasından artan az eşyasıyla beraber eve taşımıştı. Filmleri çoğunlukla dünyadan, kenar köşe ülkelerden seçiyordu. Tercihini kurcalayan sevimsiz komşulara “ne kadar zor koşullar, mutsuzluklar, acılar, çıkmazlar varmış meğer, benim hayatım şimdi çok kolay görünüyor, yan karakterleri inceliyorum” diyordu. Kime şükredebildiği önemli değildi, yaşı ilerledikçe hayatının değerini bulmaya çalışıyordu ya, gerisi hikâyeydi…

Çalışma yaşamının ona çok şey kattığını görüyordu; lüzumsuz istememeyi, hatta hiç istememeyi, pes etmeyi, kızmamayı, hedef koymamayı, sorgulamamayı, şaşırmamayı, boşa kürek çekmemeyi düşe kalka öğrenmiş sayılabilirdi. Daha ne olsundu. “Gölge olmayı yazsam roman olur” inancındaydı, sonra buna “Sümen’in Altı” adını verebileceği bir kitap daha ekleyebilirdi. Çoğu kez kendini işteki mutluluğunu düşünürken buluyordu, daha da önemlisi artık o yılların öyle olduğuna inanıyordu.

Annesi Halime Hanımın odaya dalmasıyla düşüncelerinden sıçradı. Süreyya böyle ani baskınlara 65 yıldır alışamamıştı, bu umutsuz hissettiği anlardan biriydi işte. Evde birbirlerini görüp, şaşırdıkları öyle çok karşılaşma yaşanıyordu ki; burada demirbaş gibi kalmaya kim daha azimliydi, komşuları karar veremiyordu. Tek işlevi dibindeki masa üstü bilgisayara Çin falı baktırmak olan sandalye, mutfaktaki pencere kenarı koltuk, salondaki kanepenin en ergonomik noktası hep erken yerleşen poponun oluyordu. Anne-kızın hak ve güç mücadelesi, tanıyanları hayrete düşürüyordu. Bir sefer Süreyya bu evden ayrılmayı umutsuzca tasarlamıştı. Denemişti de.  Uzaktaki bir semtte, ayrı evde tek başına yaşamıştı. Tam 2,5 ay. Aldığı beyaz eşyalar, zorla bulduğu enteresan U biçimli 8 kişilik kanepe, yeni yatak, en büyüğünden dev televizyon ve dizüstü bilgisayar biraz elenerek de olsa onunla çocukluk odasına geri dönmüşlerdi. Geç olsa da “içim rahat, tek başıma yaşadım” diye bu deneyimi etrafına (yine apartmandakilere) anlatıp, yapılacaklar listesinden çıkarttığı için mutluydu. Şükür ve umutsuzluk noktalarını birleştirebildiği ender günlerdendi.

Pek büyük olmayan bir odası vardı, 12 metre kare gibi bir şeydi. Bir sefer annesiyle beraber o odaya yeniden düzen vermeye çalışmışlardı. Bir perde için yaklaşık 3 yıl ne çok sorunsalla boğuşulmuştu. Kornişe mi geçsin, halkalı mı olsun? Pencereye brizle mi sabitlensin? Bantla mı? Camın ne kadarı kapansın? Kumaşı çiçekli mi, kareli mi olsun? Boyu yere kadar mı, pencereyle aynı uzunlukta mı olsun? Yerdeki tozları kapatma görevini de üstlensin mi?  Araştırmalar, karşılaştırmalar, duygusal anlam yüklemelerden sonra nihayet Halime Hanım kızına bu perdeyi dikmişti. Oda, pencerenin üstünden halkalarla salınan çiçekli yeni bir perdeye kavuşmuştu. Annesi son aşamada inisiyatifi eline alıp, ölçüyü tavandan başlatmıştı. Ve Süreyya’nın hayal kırıklığının faturası bu çiçekli perdeye kesilmişti. İşte o hamle evden gidişini hızlandırmıştı. Aynı döneme denk gelen emeklilik ikramiyesinin motor gücüyle ve kime olduğu tartışılabilir bir kızgınlıkla taşınan Süreyya 2,5 ay sonra yine neyin etkili olduğu bilinmeyen ani bir kararla, anne yanına geri dönmüştü.

                                               …

Sonra bir gün kırkyama kursuna başladı Süreyya. Bu daha önce hiç duymadığı yeni bir alandı. Başta kimseye söylemese de odasına bir perde dikmeyi hedefliyordu. Arka planda parça kumaşların cazip renklerini sevmiş olabilirdi, belki desenlerin dilini merak etmişti. Ya da kendi dahil etrafındaki kimsenin bilmediği bir uzmanlık eğitimi cazip gelmişti. Yapılanlar sabır sınamasının vücut bulmuş hali gibi de görünüyordu, ayrıca odasından çıkıp yepyeni bir beyaz sayfa açmak herkese nasip olmazdı, yayla grubundan ön sıraya terfi etmek bile onun için başlı başına bir başarıydı. Burayı seçmesinin daha nice nedeni olabilirdi.  Aslında neden seçildiğini de bilmiyordu. Kısa sürede çok sevilmişti. Kemikleşmiş bir yapısı vardı atölyenin. Süreyya dışında herkes eski öğrenciydi. Tesadüfen bulmuştu burayı. Dersleri, dış dünyadan bağımsız 6 kişilik bir sınıfta görüyorlardı. “Harikasın” diyordu Hocası. Herkes ele gelebilecek büyük, küçük kumaş parçalarını bir araya getirerek bir bütüne ulaşmaya çalışıyordu. Yeni gelenler için ilk basamak tutak yapmaktı. Sonrasında yastık, masa örtüsü, perde, ceket, tablo yapmayı öğreniyorlardı. Küçükten büyüğe mutlu son hedefleniyordu, en gelişmiş aşama yorgandı. Hocaları projelerini tasarlıyordu. El emeklerini her bir dokunuşuyla üst kulvara taşıyordu. Dostluk, sevgi, kardeşlik, eğlence, akıl, geometri, güzellik, samimiyet, estetik, güven, dürüstlük vardı sınıfta. “Kocamı boşarım, sizi asla” diyen 40 yıllık öğrencilerin bağlılığı çarpıcı bir örnekti. Hem kişisel sınırlarını zorluyorlardı hem atölyeyi dünya çapında tanıtmak istiyorlardı. Yaş ortalaması biraz yüksekti, 60’lar, 80’ler olabilirdi, net rakama ulaşılamıyordu. Besleniyorlardı birbirlerinden. İşe yaramak tam da buydu. Ülke kurtarılıyordu, bohçalardan anılar çıkarılıyordu. Gülünüyor, ağlanıyor, dertleşiliyor, en önemlisi umutlanılıyordu. Sihirli gibiydi ortam. Yeryüzünde birbirleriyle hiç karşılaşmamış Sadi Beyin eski pijaması, Mardinli büyük büyük anne İsmet hanımın korsesinin danteliyle aynı masada buluşabiliyordu. Bir parçanın namahrem öyküsünü bülbül gibi dile getirmeyi seven de oluyordu, susan da. Süreyya, parçaların en küçük olanlarını seçmekten yanaydı. Olmayanı oldurtabildiğini göstermek istiyordu, önce Hocasına, sonra sınıftakilere, annesine, apartmandakilere ve kendine. Takdir gördükçe gururu, inancı ve umudu artıyordu. Burada alışık olmadığı, hiç bilmediği bir güvenle sarmalanınca, annesi bile gözüne batmamaya başlamıştı. Bu uğraş filmlerinin önüne geçmişti, başroldekileri anlamaya başlamıştı. Sıra arkadaşları bir çantayı yirmi parçadan yapıyorlarsa o iki yüz parçayla bir bütün oluşturmayı deniyordu. Aslında sabrının bir sabah yok olacağından korkuyordu. Övgü almak, yapılmayanı denemek, eskimiş bir kursun yeni biriciği olmak harikuladeydi. Anlattıklarına göre böyle bir sınıfa çok uzun süredir kabul edilen son öğrenci olmuştu, özeldi o.

İsmini çıkartamadığı hanımın derse ilk geldiği gün Hocaları coşku içindeydi. Gerçi o hep coşku içindeydi. Sınıftaki 5 kişiye “Hadi herkes yeni arkadaşımıza kendini tanıtsın” demişti. Sınıfın en kıdemlisi “Ben 97 yaşındayım. Kız öğretmen okulundan mezun oldum. Amerika’da yaşadım, doktora yaptım. Biricik eşimi kaybettim. 2 torunum, 4 tane kitabım, 16 kırkyama panom, 256 tane yorganım var.” dedi. Yeni hanımın çatık kaşlarını daha da birleştirerek “Kareler…” diye mırıldandığını Süreyya dışında kimse fark etmedi. Bir diğeri “Eşim öldü. Onun çelik fabrikasının başında buldum kendimi.” Diğeri “Emekli hakimim. Yıllar beni yordu sandım ama buraya başlayınca henüz yorulmadığımı fark ettim. Çok mutluyum.” Yeni hanım vücudunu dikleştirdi. Kenarda duran en çılgın rujlusu; “Kocamın beni aldattığını fark edince ne yapacağımı bilemedim. Önce boşadım. Sonra kapağı buraya attım.” Dedi kıkırdayarak. Sıra yeni öğrenciye gelmişti. “Eeee…Nereden başlasam? Balerinim.”

Hoca hemen atıldı. “Ne harika. İlk kez sizin gibi bir öğrencimiz oldu. Çok şanslıyız.” “Yani eskiden öyleydim…Sonrasında havaalanında çalıştım. Şartlar… Bir ara Sovyetler Birliği’nde yaşadım. Yaşadık… Hayatımda hiç el işi yapmadım… Bir dönem Amerika’daydık. Neyse. Birkaç filmde oynadım.” “Ne harika. Biliyor muyuz filmleri?” dedi en kıdemlileri.  “Bilmem. Daha çok festivallerde gösterildi. Sanat filmlerini tercih ettim hep.  Sonraları bıraktım. Yalnızım. 18 yıldır ayrı düştüğüm, göremediğim bir kızım var.” Anlatan kişi dışındakilerin gözleri doldu, sessizlik oldu.  “Hoş geldiniz aramıza. Ne şanslıyız. Bu kadar renkli, anlamlı, sanatla dolu yoğun bir dünyadan bizi tercih ettiniz.” dedi Hocaları.

İşte o günün akşamı Süreyya eve geldiğinde bu hikâyenin nesinden şüphelendiğini tam olarak bilmiyordu. Eksikler vardı.  Bu kadının kaygılı, düşünceli, suskun, titrek, genelde somurtkan oluşu, yanlış yaşanmış bir hayatı varmış gibi duran bedeni sınıfta başka kimseyi tedirgin etmemiş miydi? Dünyayla baş etmeye çalışan bir hali vardı. Etrafına rol model olması gereken yaşa geldiği belliydi. Olamadığı da.  Bütün sınıfın nasıl da döküldüğünü düşündü. Onun dışında herkes kendini anlatma ihtiyacındaydı. “Yeterli ne biliyoruz onun hakkında? Balerin olduğu. Filmleri neler acaba? Hem Amerika hem Sovyetler Birliği. Enteresan. Görüşmediği bir kızı varmış. Görüşemediği. Peki kocası? Ayrıca hiç anne tipi yok! Yüzünde hayatı kaçırmanın umutsuzluğu var. Sanki bir şeylerden pişman. Korkuyor ve saklıyor gibi. Eski bir balerin, eski bir anne. Mutsuz bir insan tehlikeli olabilir.”

Sonrasında sınıftaki diğer hanımların şaşkınlık ve hayranlık duygularıyla sevgi çemberi oluşturdukları yeni öğrenci çok alkış alıyordu, çok. Yorganlaması o kadar mükemmeldi ki. Battığı iğnenin, onlarca kat aşağıda nereden çıkacağını nasıl oluyordu da bu kadar iyi planlayabiliyordu, üstelik hayatı bu kadar karmaşıkken… Ölçmek, biçmek onun işi gibiydi. Süreyya’nın işlerine kibarca “Harikasınız ama” ile başlayan sevgili Hocası, onun yaptıklarına tüm ciddiyetiyle “tam yarışmalık” demeye başlamıştı. Tutaktan yorgana geçişine izin verildi. Üretebilecekleriyle “Ekol” olmasına kesin gözüyle bakılıyordu.  Olacak iş değildi, ama olmuştu. Ayrıcalık tanındığını görüyor, Hocasını uyarmak istiyordu, tabii ki cesaret edemiyordu. Yapılanları yanlış buluyordu.  Yeni gelen birinin kuralları bozmaya hakkı olmamalıydı, gerekçe ne olursa olsun. Adını aklında tutamadığı hanım, Hocalarından üstünde kumaş kestikleri en büyük özel kauçuğu ve Samuray kılıcından üretilmiş en keskin, en kıymetli makası ödünç istemişti. Ve inanması güç olan Hocanın gözünü kırpmadan teslim edişiydi. Kara kaplı ödünç defterine değil tükenmezle, kurşun kalemle bile not almamıştı. Ya geri getirmezse diye endişelenen yoktu. İlk günün az sesli öğrencisi, ilerleyen günlerde yazışma gruplarında düşüncesini açık açık ifade etmeye de başlamıştı. Hayatı yine bir kapalı kutuydu, o ayrı.

Bütün bunlar ağır geldi Süreyya’ya. Ders biter bitmez odasına dönmeye sabırsızlandı. Eve gelince uzunca bir süredir vedalaştığı umutsuzluğunu raftan indirdi.  Perdesine gözü takıldı. Tepeden tepeden bakıyordu.  Annesine bir daha bozuldu. Film seyretmek istemedi. Yama ödevlerine de eli gitmedi. Uyudu.

Sabah kararlı kalktı. Gece uykusunda ne olduysa olmuş, beklemekten vazgeçerek vaktin geldiğine kendini ikna etmişti… Heyecanlıydı, kaygılıydı. Dersten önce gereken uyarıyı yapmalıydı. Bu bile odasından bakınca geç görünüyordu.  

Sınıf arkadaşları ne diyeceklerini bilemediler. En bilge olan, “Eee? Ne yaşarsa yaşasın bize—” demeye çalıştıysa da diğerlerine ulaşamadı. Korku, sağduyuyu ezmeye kararlıydı.  Kartopu gibi bir beyin fırtınası başladı aralarında. Yaşanmışlıklar, filmler, duyulanlar, görülmeyenler, niyet okumalar, tahminler, benzer hikayeler, “zaten”le başlayan cümleler uçuş uçuştu.

“Bence önce birer kahve içmeliydik!”

Normalde burada en sevdikleri, dersten önce sabah kahvesi içmekti. Eşlikçileri, masaların dibindeki havuz ve onun serinliğiydi. Bir martıları eksikti. Hepsinin ortak şaşkınlığı bozkırın ortasında, nasıl oluyordu da deniz kenarındaymış gibi hissediyorlardı. Hem dışardaki insanlara bakabiliyorlar hem konuşup, gülüşüyorlardı. Sessiz kalmayı da ihmal etmiyorlardı. Kumaşlar, örnekler, sıkıntılar, yaş almalar, kilo vermeler, torunlar, aşklar, diziler, yeni çıkan kitaplar, hayal kırıklıkları, umutlar hepsine iyi geliyordu, etraf umurlarında olmuyordu.

Eski hâkim tablo yapmayı ve bunun üstünden ilerlemeyi önerdi. Karar vermeden önce eldeki verileri toplamaları gerekirdi. Emekli olduğundan bu yana 32 yıl geçmişti ama nasıl düşünmeleri gerektiğine dair pratiği tam kaybolmamıştı.

“En kötüsü ve en iyisi ne olabilir?” dedi fabrikatör olan. Mesela yeni sınıf arkadaşlarını sorguya çekebilirlerdi. Süreyya’nın anlattıklarının hepsi kuruntudan ve yanlış değerlendirmeden öte olmayabilirdi. “Bozulma sakın”. Ya da doğru olabilirdi. Eğer öyleyse bir açıklama hakkı tanımak gerekiyordu. “Henüz savunmadan bahsetmiyorum bile”.

“Peki ben mi kaçırdım? Tam olarak iddiamız ne?” dedi yeni boşanmış arkadaşları. “Nasıl deriz biz sizden şüphelendik, normal gelmediniz bize.”

Birbirlerine baktılar.

“Yeni birinin böyle bir gruba ihtiyacı olamaz mı? Başka başka insanlar tanımaya, arkadaşlığa, farklı açılara, rahat ve boş sohbetlere. Hatta başkalarının dertlerine. Beğenilmeye, dünyanın bilmediği yönlerini yeni birilerinden dinlemeye. Muhafazakâr olmamız, doğru değil bence.”  Siyah rujlusu pipeti höpürdeterek “Herkes bizi hak ediyor mu diyorsun? Meğer kavun frozen de bir harikaymış.”

 Bir şey belli etmeden gözleyelim sonucuna varıldı. Süreci kontrol altında tutmak belki de en hayırlısı olacaktı. Hoca’yı, atölyeyi, isimlerini ve markalarını koruma konusunda hemfikir oldular. Bu noktada buluşabilmeleri Süreyya’ya da iyi geldi.

Sonra sınıflarına gittiler. Kararlarını pek de uygulayamadılar. Ne yazık ki burada ülke siyaseti, aşk hayatları, annelik, eşler, hayat pahalılığı, çevre konularını konuşmadılar. Dizilere bile değinmediler.  Çoğunlukla sessiz sessiz yamalarını birleştirdiler, istemeseler de huzursuzluk atölyedeki boşluklara sızdı.  Kumaş parçaları sahipsiz, renksiz ve ruhsuz kalakaldı.

“Arkadaşlar bana normal davranmıyorlar.”

O gün dersten sonra bu iddianın muhatabı olacaklarını tahmin edebilirler miydi? Bilinmez.

Hocaları yeni öğrencinin bu cümlesine ne cevap verebildiğini hiç söylemedi…Üzüldüğü ve çok mahcup olduğu yüzünden belliydi. Şunca yıldır başına böyle bir olay gelmemişti. Tabii ki “normal” neydi herkes biliyordu, olmayanı da. Yeni birine şüpheyle yaklaşıldığına inanamazdı, bu şimdiye kadar duyduğu en saçma iddiaydı. O derste sınıfının eskisi gibi olmadığını görmüştü aslında, bir farklılık vardı. Çok şeyden şüphelenmişti, ama bu iddia aklının ucuna gelmemişti. Çok ödev verdiğini, kahveleri karıştırdığını, Hâkim Hanım’ın baskı dikişi için o eleştiriyi fazla kaçırdığını, Süreyya’ya bu kadar “ama”lı cümleler kurmaması gerektiğini düşünmüştü… Olasılıkları sıralamaktan yeni öğrencisini ihmal ettiği hiç aklına gelmemişti.  Bir daha suçluluk hissetti.

                                                           …

Sonraki hafta ve daha sonraları yeni öğrenci derse gelmedi. Arkasında bıraktığı boşluk ve soru işaretleriyle ne yazık ki ekol de olamadı…

edebiyathaber.net (13 Mayıs 2025)

Yorum yapın