Öykü: Ben gülleri | Dilek Cabbar Göç

Haziran 21, 2022

Öykü: Ben gülleri | Dilek Cabbar Göç

Yola çıkmak için bekledim. Kır çiçeklerinin arasından geçip her şeye üfleyen, her şeye dokunan zamanı. Anlatmak için. Sözcüklere yükleyip; taşınabilen taşınamayan, yaşanabilen yaşanamayan şeyleri. Şeyleri ve şeylerin arasındakileri. Tülden ve ipekten, çiçekten ve sözcükten eteğimi uzanıp tuttum kenarlarından, toplayıp belime iliştirdim noktalama işaretlerimi; bir dizi anahtarlık gibi. Çıplak ayaklarımla, çocukluk toprağıma bastım rüyamda. İşte o zaman başlamıştı yolculuk, kayısı ağacı mevsimine. Sözcüklerimi gömdüğüm yere.

Uzun saçlarını tarıyordu mevsim..

Salıncaklarda sallanırken dökülen çiçeklerin sesleri için. Her şeyin sesi, her anın kokusu var için. Serçe parmağımla kırmızı bir flütün en alttaki deliğini kapattım: Ayçiçek tarlalarına döndüm yüzümü. Otobüs asfalt yoldan çıkıp ağır ağır döndü toprak yola. Adını unuttuğum köylerden, kasabalardan geçtik, sağa sola devrile devrile. Çiçekli tabelasıyla, inmek için hazırlanmaya başladım.

Esmer, dut lekeli gülüşler, toza karışarak uçuştu. Anımsadıklarım, şimdinin tohumları.

Sayıkladığım, sıçrayarak uyandığım geceleri çantama atıp gelmiştim işte. Sokak başında indim. Kahvehanelerden dışarı taşan sandalyeler ardı arkasına gıcırdadı. Toprak yüzlü, tütün bıyıklı, gri giyimli ihtiyar adamlar uzun uzun baktılar arkamdan. Hatırladığım kadar ürkütücü gelmediler. Biraz daha griydiler sadece.

Saçlarını topladı mevsim. Uçları çengelli, sımsıkı, baş ağrıtan bir tokayla.

Bahçelerden taşan armut, şeftali, elma, ille de kayısı, ille de erik ağaçları. Anımsadığımdan daha kısa sokak… Az kaldı. Yaklaştım. Yaşlanmış ceviz ağacı. Birazdan dış kapı, birazdan yağmur yağdığında göle dönüşen, içinde kâğıttan gemiler batırılan denizli bahçe.

Uzun zamandır açılmamış, rengi atmış demir bahçe kapısının kilidi bozulmuş. Paslı bir zincirle sabitlenip, ucuna asma kilit takılmış. O da pastan un ufak. Dokununca darmadağınık; önce kilit, sonra kapı, sonra bahçe. En neşeli ve en huysuz halleri hafızamda birbirine geçen annemin sesine açıldı kapı. Dokununca yaprakları ve kokusu dağılan güllerimin pembesi gözlerime, yüzümden perde perde akan görüntüler toprağa… Adımlarım benden eski.

Ben gülleri; saklambaç oynarken dallı budaklı gövdesinin arkasına saklandığımda, soluğumla taç yapraklarını yere bırakıp, yakalatırdı beni. “Sen gibi ya bunlar” demiști annem, “Dokununca hemen ağlayıp dökülüveriyorlar.” Ben gibi mi demeye dilim dönmemiş, ben gülleri diye anlamış, “Ben gülleri mi?” diye söylediklerini çok ciddiye almış, bol dikenli dallara “Siz benim ben güllerimsiniz” demiștim de gülmüşlerdi bana. Varla yok arası bir pembe. Dokunaklı şeylerin yanaklardaki izleri. Ben güllerimdi onlar. Dökülüp duran.

Saçlarını çözdü mevsim.

Cevizin altında bir bacağı kırık, eski bir banka ilişiyorum. Az ileride annemin ıspanak ve taze fasülye ektiği yerde yarı insan boyu ot bitmiş. Yabani semizotları duvara yürümüş. Cebimde bir sigara bir çakmak. Burnumun ucumdan yakıyorum kendimi. Dumanım tütüyor.

Kardeşimden aldığım anahtarları çıkarıp, biraz zorlanarak açıyorum kapıyı. İçerdeyim. Eskimiş koltuklar, kilimler, ahşap rengi parkeler, mutfak dolapları. Eşyalar yerli yerinde. Örümcek ağları ve tozları geçmişin. İki üç aydır kimse gelmemiş. Elektrik düğmesine basıyorum, elektrik var. Arada bizimkiler gelip kalıyor, temizleyip gidiyor, elektriğini suyunu ödeyip bir ayakları burada yaşıyorlar. Onlar da gelmemişler demek bir süredir.

Pencereleri açıyorum. Sigaramın bittiğini fark ediyorum sıkılarak. İki paket sigara, hazır kahve ve atıştırmalık bir şeyler için sokağın başındaki küçük markete çıkıyorum. Kasiyer kız misafir miyim, diye soruyor. Misafirim… İyi günlerle çıkıyorum.

Suyun kapalı olduğunu fark edince unuttuğum vananın yerini bulup açıyorum suyu. Biraz zor oluyor. Bir iki öksürüyor musluk. Sonra bol klorlu, coşkulu bir su. Kahve yapıyorum. Bisküvi, çikolata çıkartıyorum poşetten. Kalanları buzdolabına… Aldığım dört beş parça şey bomboş rafta sıkış tıkış. Boşluklarda aklımda kalanlar. Hep tıklım tıklım hali. Kışlıklar, sebzeler, bahçedeki ağaçlardan hoşaflık reçellik toplanmış meyveler.

Pencereden sigaramın dumanını taşıyor rüzgâr. Traktörler toprak yoldan sallana sallana geçiyorlar. Horoz, köpek, kuş sesleri birbirine karışıyor. Üşüyorum. Birbirine sürtüyorum ayaklarımı. Kahve ısıtmıyor. Dirseklerim pencereye dayalı. Ensemde annemin sesi, “Dilimde tüy bitti ayağına çorap giy; sonra ben bakıyorum hastayken size”. Ürperiyorum.

Uzun saçlarını tutam tutam döküyor mevsim.

Yolun karşısına, duvarın ardındaki bahçeye takılıyor gözüm. Hep adaşımın oturduğu ev. Her giden aile, giderken bir adaşımı götürür; yerine gelenler de, adaşımı doğururdu her şeyin kendini yinelemesinden.

Büyüyünce sevdiğinin ölümüyle aklı yüksek tepelere çıkan büyük ablası Hatice, küçük ablası Seher… Ve adaşım, oyun arkadaşım.

Babaannelerin tarlalarda hayalet gördüklerini söyledikleri, dualarını yüzümüze üfürürken de, olmuş ve olmamışları ve de olacakmışları da bilirmişçesine bilge, masalcı sesleriyle toprağa çömelip Kanlıgöl derler bir tarlalıkta, suya devrilen gelin arabasını her anlattıklarında, gelinler gibi ağladığı.. Gelin alayı üstündeki tahta köprüden geçerken, altından deli deli akan suyun öfkelenip köprüyle birlikte atlı gelin arabasını kendine kattığı.. Gelin alayının suya karıştığı.. O günden beri ağaçların arasında koşuşturan kanlı bir duvak görüldüğü… Rengârenk çiçekli basma divitin şalvarlarıında hep bir ip varmış gibi toplayarak anlattıkları… Ben diyeyim beş, sen de on diye tüm adımları, mesafeleri, kişileri, sayılabilir ölçülebilir her şeyi her seferinde biraz daha abarttıkları. Islıklı sesleri ve dedelerimize nasıl sevdalandıkları. Sevdalarının da, bahçeden koparılıp kendilerine verilen ilk kırmızı gülün de, her anlattıklarında daha koyu kızardığı. Kınalı parmakları, örgülü saçları.

Seyrelen saçları mevsimin.

“Gavurun dudu” dedikleri, gövdesi saç örgüsü gibi kendine sarılıp dolanan o devasa ağaç. Karşı bahçede, kapkara dutlarını, dallarına kurduğumuz pusuyla gelen geçenin üstüne silkelediğimiz, ağzımızı yüzümüzü koyu bir kırmızıya boyayarak suç izlerimizi eve kadar taşıdığımız, koca dönme dolap. Daldan dala koşuşturmaca. İp üstündeki cambazlar gibi, bir dal bir yaş daha.

O büyük dönme dolabın altında, saç örgülerinin incelip toprağa bir elin parmakları gibi gömüldüğü yerde, çocukken neredeyse herkesin bahçesinde, korkunç hikâyelerin baş kahramanı taştan kuyu. Kurumuş bu diye üstü uyduruk bir tenekeyle kapatılıp, üstüne ağır bir taş koyulup… Bütün çocuklar büyüklerin işaret parmaklarıyla korkutulup. Aman ha yaklaşılmasın buyurulup…

Çocukluk alıp attı taşı, tenekeyi. Çocukluk Dilaver’di, düştü o kuyuya.

Dilaver’den sonra bir süre akmayan mevsimler sokakları sessizliğe bürüdü. Kuşlar dahil, seslerini içine gömdü herkes, her şey ve her olasılık. Sessizliği çimento getiren bir traktör bozdu. Bütün kuyuların üstüne beton döktüler. Haylaz sesinin üstüne Dilaver’in, uzun boyuna, kimsesiz oluşuna.

Bizim bahçede de bir kuyu vardı. Bir yaz sonra yapımına başlanacak betonarme evin temeline kattılar kuyuyu. Hâlâ çocukluk evimin oturma odasında, rüyalarımda Dilaver düşer uykumdan aşağı, sıçrayarak.

Önce kuyunun dibinde kendiliğinden biten, birbirleriyle sevgili iğde ve elma ağaçlarına kıydılar. Şeftali, ceviz ve kayısılara. Sonra diz boyu papatyalara. Çimenleri acı acı kokutan araçlar toprağa sapladılar dişlerini. İçinde solucanlarla böceklerle kaynayan toprak kabarıp köpürüp içine aldı dişli makineleri. Kazdıkça kazdılar, kazdıkça koktu toprak. Kazdıkça böcekleri, bilmediğimiz yeraltı hayatlarını güneşe çıkardılar. Yerin altından bir buğuyla bağırıyordu hayat. Bir soluğu dışarı veriyormuşçasına. Gömdüklerimizi kusmaya, nefeslerimizi gömmeye çalışırcasına.

Toplu mezara benzeyen dikdörtgen bir çukur açtılar önce. Çukur bir süre içine atlayıp koşturduğumuz, çamura bulandığımız koyu kahverengi bir lekeydi. Yapımı uzun süren yeni evimiz bitip, çevresi kendiliğinden biten yeni ağaççıklarla dolmadan, bir daha yuva yapamadı kuşlar bahçeye.

Doğduğum toprak evi de yıllar sonra yıktılar.

Gözlerimi kapatınca sokak kapısından dışarı çıkıyorum. Okula götüren patikadayım. Buz tutmuş yolda kayıp düşmeler, patlayan kartopu sesleri. Boş çuvalın üzerinde kayarken karlı zeminde, düşeriz diye siyah yün eldivenli elleriyle ellerimizi tutmaya çalışan, sivilcesi yeni çıkmış oğlanlar, ve onların elleri… Yarısı soğuktan, yarısı utanmadan al yanaklar. Bulutlara değen kahkahalı çığlıklar.

Çiçek’i tam da resim dersi bitmişken bir ambulansla alıp götürdüler. Malzemelerini getirmedi diye ilk kez azarladı lacivert formasını, beyaz gömleğini resim öğretmeni. Senden beklemezdimler, çık dışarı yüzünü yıka da geller, ağlama artıklar… Teneffüs zili.

En son kusuyordu Çiçek. Sonra bir hastane odasında, üstünde siyah bir pelerin, dört yanında kurbağa sesleriyle yatıyordu gözleri tavanda. Hastanenin yakınında yarı kurumuş bir derede, hepsi aynı anda bağırınca kulakları sağır eden kurbağa sesleri. Bütün gece kurbağaları dinledi. Yaptığının anlamını yeni kavrayabilmiş, bitmek bilmeyen gecenin sabahını görüp göremeyeceğinden çok kurbağa seslerinden korkarak gözünü kırpmamıştı. Sabah kurbağalar sustuğunda, ağlamaktan ve uykusuzluktan şişmiş gözleri güneşe bakarak gülümsemişti.

On beş yaşındaydı. Evdeki buzdolabından bulduğu ilaçları bir hışımla alıp içtiğini bilmediler. Çığlıkları kargalar dilden dile dolaştırıyor, yuvalarına götürüp saklıyorlardı. “Senin yüzünden!”, duvarlara çarpıp geri dönen gök gürültüsüydü. “Hepsi senin yüzünden!” İnandı. Anne yüzünde mor acı, baba gözlerinde öfke. Sustururlar mıydı o zaman öfkelerini birbirine? ‘Yokluğu iyi olur’a saplandı. Anlık bir hareketle içmişti ilaçları. Her şey durmuş, yok olacağının bilgisi iyi gelmişti. Kimseye görünmeden okulun yolunu tutmuş, her şey her zamanki gibi görünürken derse girmişti. İlaçları hastaneye giderken ambulansta kustuğu için yıkamadılar midesini. Kimse bilmedi o zamanlar ne olduğunu. Soranlara hasta dediler. Bilmemek binlerce olasılık doğurdu. Fısıltılı söylentiler evdeki gürültüden daha yüksekti. Kurbağa seslerinin ürpertisinden sonra kulaklarını tıkadı seslere. Konuşmadı, duymadı. Diyemediklerini, üstüne yapıştırılan tüm sözcükleri sıyırıp kazıyarak soyundu. Ucunu açıp sivrilterek dilini, yazdı. Kitapların arasına saklanırken, o sıralar okula yeni gelmiş bir öğretmenin soluğu değmişti ona da. Kendi budadığı dalda açtı.

Okulda birkaç öykü yazmış, yazdıklarına inanan öğretmeni bir çift kanat bırakmıştı ona. Hızlıca büyüyüp uçarak başka yerlere kök saldı.

Farklı bir dünyadan gelmiş gibi mi bakmıştı ilk derste? Ders çıkışı fısıltılar… Uzun bir sessizlik oldu o fısıltının arkasından. Sınıf, okul, ağaçlar, çiçekler ve evler şaşırmıştı. Bu kadar soru, bu kadar şiir, bu kadar öykü. Okula ilk geldiği gün İbrahim Öğretmen’in, yeni bir şeyin başlangıcıydı. Ezilmiş çimen kokularına, çam kozalaklarına, kuş seslerine, kelebek uçuşlarına karışan bir şeydi. Bir fırça suya banmış, başka türlü renklerle bembeyaz çocukluğa damla damla, çizgi çizgi, desen desen akmaya başlamıştı. Her gün farklı bir hikâye, her ders farklı bir türkü, şarkı, her konuştuğunda yepyeni sorular. Bazı çocuklar yazmaya başladı bir süre sonra, bazıları söylemeye, çalmaya. Tarlalardaki ayçiçekleri gibiydiler, güneşlerine bakan..

Bando takımı dokuz sekizlik bir oyun havası çaldı bir bayramda. Tüm kasaba şen-şaşkın dans etti. Gitar, bağlama sesi okul koridorlarında. Bütün sınıf ayağa kalktığında, günaydın, oturun, bir daha kalkmayın geldiğimde, demişti ilk dersinde. Alışkanlıkla kalktılar yine de.

Çok şeyin yırtılması gibi bir şeydi. Gelinciğin taç yapraklarının kabuğunu yırtarak çıkması. İpekböceğinin kozasını… Kenarına iğneyle işleme yapılan bir parça patiskanın… Kanayan bir çocuk dizi için.

Tüm ezberler çözülüp dağılıyordu. Uzun bir saçın tokasından kurtulma anı.. Siyah ve laciverdin arasına hiç görülmedik renkler akıyordu.

Toprakta ve havada, suda ve seste, siste ve çiy tanesinde artık büyülü bir nefes vardı.

Hiç yoktan hayaller doğurdular, kendilerini doğursunlar diye.

Uzun saçlarını yine bıraktı rüzgâra, sonra soldu mevsim.

Çay demlediği günlerden birinde, adını hatırlamağım bir derneğin çay ocağında, uzun boyu ve “Büyük kızım gelmiş, en güzel çay ona” sesiyle oturtmuştu beni baş köşeye babam. Beyaz gömleğinin uzun kolları her zamanki gibi kıvrık, omzuna atılmış bir havlu; demlenmiş gülüşüyle bırakmıştı bardağı önüme. Çayı sevmediğimi hiç söylemedim ona. Her ince belli bardakta beyaz gömlekli hali, elleri, biraz da o gün dışarıda cama ve zamana çarpan dev kozalaklı çam ağacı.

Bir adam gelmiş, gizli saklı bir şey getirmişti aynı gün. O akşam gelmedi eve. Ertesi gün öğleye doğru uykusuz ve gergin, mutfakta biz duymayalım diye fısıldaştılar annemle. Sonra gitti. Kapı açık kaldı. Kapatmadı kapıyı kimse. Annem yerli yersiz şeyler için azarladı bizi. Aklım açık kalan kapıdan içeri sızan güvercinde. Başını eğip büküp küçük gözleriyle bakıyordu. Annemin sesiyle ürküp kanatları kapıya çarpa çarpa ağaçların arasından sızan gökyüzüne karışmıştı sonra.

Soramadık. Birkaç gün sonra kendiliğinden, “Yurt dışına gitti çalışmaya”, dedi annem. “Bizim için para kazanacak. Yeni evimiz olacak.”

Geceleri ışıkları kapatmaya başladık. Bahçemizde koşuşturmalar, “Dur, kaçma” sesleri. Bahçemizde jandarmalar. Karanlıkta kardeşlerime korkulu hikâyeler anlatıp, en çok kendimi korkuttuğum zamanlar. Televizyonların başına mahallelinin toplanıp haber dinledikleri, parça parça görüntüler. Orgeneral ne demek, aklımın ermediği yaşlar.

Birkaç yıl sonra, bahçemize yeni evimizi yaptıracaktık babamın getirdiği parayla. Hep yarım kalan, yıllarca parçaları tamamlanmaya çalışılan, şimdi tam karşımda, boyaları dökülmüş evimiz. Sonra sessizliğinin arasından dumanlı sesiyle “Gitmeyeceğim bir daha” demişti sigarasını söndürürken. Gizlice imzasını taklit edip ortaokula kaydımı yaptığım yıllar. Bu kez de başka başka şehirlerde çalışıp, hafta sonları eve geliyor, fısıltılı kavgalardan sonra yine gidiyordu. Ardından hep bir güvercin, kanatlarını çarpa çarpa…

Arada bir iki kez geldi. Üniversite hayalimi duyup, “Hayır”, dedi gitti, gelmedi. Birkaç yıl sonra ardından teneke kutulara, kurdelelerle sakladığım mektubu geldi. Çukuruma gömdüğüm.
Kaçıp gitmiştim uzaklara. Güvercinin çıktığı gibi kapıdan, kanatlarımı çarpa çarpa. Bugüne kadar da dönmemiştim. Saçlarımda beyazlar ve unuttuklarımla.

Kaçamak bakışların gölgesinde çıktım evden. Sokaktan geçen herkes bir kez dönüp bakıyor, yavaşlayarak devam ediyor, meraklarını da alıp gölgeleriyle birlikte geçip gidiyorlardı.

Kayısının yaprak hışırtısına sustum. Elimdeki kazma küreği yere atıp toprağa oturdum. Karıncaların telaşlı yürüyüşlerini izledim. Saatler geçmiş olmalıydı geleli, ama güneş sanki hep aynı yerde, saat sanki hep aynı zamanda. Karıncaları izledim. Telaşlı koşuşturmalarıyla dönüyordu sanki dünya. Sanki hep aynı karıncalar, hep aynı yöne… Bir tanesinin parmağıma çıkarak yürümesine izin verdim. Başındaki antenlerle birtakım hareketler yapıyor, bir o yana bir bu yana yürümeye çalışıyordu. Hiç bitmeyecek bir kaçış macerasına başladı telaşla. Toprağa bıraktım. Diğerlerinin yanına gitmek yerine durakladı biraz. Sonra dönüp yine bana doğru yürümeye başladı. Ayağa kalktığımda üzerine düşen gölgeyle kayboldu. Kazmayı alıp sapını omzuma dayayarak nereden kazmaya başlayacağımı belirledim.

Kardeşimin upuzun bir tutam saçımı kesip gömdüğü yeri arıyordum. Sonrasında tüm hazinelerimi gömeceğim çukuru. İçimde git gide büyüyen, tüm bedenimi içine alıp beni kendine çeken boşluğu.

Kazdım, kazdım… Orası mıydı burası mı diye belki bir saati bulan denemeler yaptım. Güneş hâlâ tepemde, ışıklarını yüzüme çarpa çarpa dallara asılı kalmıştı. Pes edip toprağa çöktüm. Toprak kokusu her yanımı sarmış, yorgunluktan bezmiştim. Ayaklarımı uzatırken kazdığım çukura dikkatli bakınca bir şeyin ucunu gördüm. Bir an’ın, bir sesin, bir duygunun. Avuçlarımla gözüme çarpan şeyi toprakta belirginleştirmeye çalışırken ellerime mısır püskülü gibi tel tel çürümüş saçlar geldi. Biraz daha kazdım elimle toprağı. Biraz daha saçlarım… Kendimle karşılaşacakmış korkusuyla, kalbim bir davul gümbürtüsüyle yerinden oynayarak, teneke bir kutuyu buldu parmaklarım; titreyerek. Çıkardım topraktan kutuyu. Çıkardım topraktan kendimi. Kurtuldum. Tozlarımı silkeleyip üzerimde paslanmış desenlerime dokundum. Açtım sıkışmış kapağımı. Tozla birlikte havaya dağıldık. Birkaç parça lacivert kurdele, birkaç sararmış fotoğraf… Kurdelelere sarılmış, sararmış bir zarf. Çözdüm kurdeleyi. Uzun saçlarını sesimin. Hıçkırıklarla sarsıla sarsıla çıkardım mektubu içinden. Adımı kulağıma fısıldayan yumuşak, esmer sesini duydum okurken:

“Kızım, ilk göz ağrım, dönemedim kederimden. Affet. Gönderdiğim sarı kalemler, kardeşlerin için oyuncak bebekler, ayaklarını ısıtsın diye aldığım botlardan başka bir şey alamadım size. Boya kalemleri var bir de ama sen boyama yapacağın yaşı da geçmişsindir diye hesapladım. Onları da kardeşlerine verirsin.

Ben seni dilediğim gibi sevemedim. Çünkü, bilmiyorum. Bizi de öyle sevmediler.
Sen beni sil, olsun. İstediğin okula gönderemedim. Bizden ne olmuş ki bizim çocuğumuzdan ne olacak diye, belki de önünü kestim. Sen küstün bana. Sakladın sesini yıllarca. Bir kelime olsun demedin. Olsun.
Ben sana kıyamadım. Bir şey desem gözlerin buğulanır, sesin titrer diye yine. Bu mektupla gönderdiğim üç beş kuruşu da annene verirsin, borç harç birikmiştir. Ona diyeceğimi dedim. Başka da bir şey söylemem hepimizi yaralar.
İçimden hep sevdim hepinizi kara kızım, tahmin bile edemeyeceğin kadar.
Ama dönemem.
Sen de bunu bil.”

Kapadım kutuyu, kutuyu koyduğum çukuru, mektubu ve kendimi içimde bırakarak.

Derin bir soluk buharlaştı havaya doğru. Dönme vakti, diye mırıldandım, sesimi toprağa bırakıp.
Horoz sesleri, köpek sesleri birbirine karışıyordu. Olduğum yerde toprağın üstünde ellerimi dizlerime bağlamış, arkamı ceviz ağacına yaslamışım. Yerde sigara izmaritleri.

Rüzgâr, pembeli beyazlı bahar çiçeklerini uçuşturdu.

Yola çıkmak üzere hazırlanmak için kalktım yerden. Kollarım, bacaklarım, topraktan çıkan dallar gibi çıtırdıyor. Eve girip çantamı topluyorum. Son bir bakıp her şeye, kapıyı kilitleyip, paslı asma kilidini çöpe fırlattığım demir bahçe kapısına doğru gidiyorum. Dönüş biletim arka cebimde.

Dış kapı arkamdan gıcırdıyor. Her şeye sırtımı döndüğüm anda bir fısıltı duyuyorum belli belirsiz… Bir adım daha atacakken duraklıyorum; fısıltı ensemde, saçlarımda.

Ceviz ağacı bu, tekrar ediyor zamanı, fısıltıyla: “Ben güllerini unutma”.

Bahçeye dönüp arkasına saklandığım gül dallarının yerini anımsamaya çalışıyorum. Nasıl oldu da görmedim daha önce. Kutuyu gömdüğüm yerin hemen yakınında, filiz vermiş, taze yeşil yapraklarıyla bir gül fidanı uzatmış boynunu.

Ceviz ağacının hışırtısına karışıyor dut ağacından sesim:

“Dönüyor işte dünya. Önce havaya dokunuyoruz, sonra suya, en son toprağa”.

edebiyathaber.net (21 Haziran 2022)

Yorum yapın