Orhan Hançerlioğlu’nun Anadolu’su | Dr. Yusuf Çopur

Mayıs 2, 2025

Orhan Hançerlioğlu’nun Anadolu’su | Dr. Yusuf Çopur

Orhan Hançerlioğlu, başta felsefe ve düşünce tarihi üzerine yazdığı eserler olmak üzere döneminde ses getiren roman ve hikayelerle de edebiyatımızda kendinden söz ettiren, önemli bir yazar. Hançerlioğlu, her ne kadar felsefe alanındaki eserleriyle tanınıyor olsa da o eserlerden önce yazdığı hikâye ve romanlar, döneminde pek çok eleştirmence olumlu tepkilerle karşılanmış. Hançerlioğlu’nun ilk hikayesi (Selman’ın Gocukları) 19 Ocak 1949’da Fikirler dergisinde yayımlanmış. Yazar, 1956 yılında Ali adlı romanıyla Türk Dil Kurumunun Roman Ödülünü kazanmış.

Her eserde farklı bir şekil ve teknik uygulayışı, farklı konularla sosyal meseleler üzerinde durması, eserlerinde felsefi ve psikolojik unsurlara yer vermesi ve kendine özgü oluşturduğu dil anlayışı, Hançerlioğlu’nun romanlarının ortak özellikleri olarak dikkat çekiyor. Yazarın yayımlanan sekiz romanından altısı kent hayatı ve kentlilerin sorunlarına, günlük hayatlarına değinirken iki romanı (Ekilmemiş Topraklar, Karanlık Dünya) konu olarak Anadolu insanının sosyal meselelerine değinir.  Yazarın Anadolu’yu konu edinen eserleri; devlet, köylünün hayatı, savaş, yoksulluk ve aydın yabancılaşması alt başlıklarında incelendi. Toplumcu gerçekçi yansımaların yer aldığı bu iki eserde Hançerlioğlu, Anadolu köylüsünün devlet erkiyle olan münasebetini dönemin sosyal yaşam gerçekliği zemininde ele alıyor. Hançerlioğlu’nun incelenen eserlerinde köylü-şehirli ayrımı sosyal bir gerçeklik olarak belirgin. Romanlarda kahramanların devlet erkine yaklaşımı ve devletle olan ilişkileri farklılıklar gösteriyor. Romanlarda geçen köy, kasaba isimleri semboliktir. Orhan Hançerlioğlu, gözlemciliğe dayanan, toplumun gerçeklerini toplumun gözüyle anlatan ve ister konusunu köy ve köylü hayatı isterse kent ve kentli hayatından alsın her eserinde sosyal meselelere değinerek toplumun sorunlarına dikkat çeken bir yazar.

Orhan Hançerlioğlu, Roman Üzerine isimli yazısında, düşünce ve dil meselesinin kendi dönemindeki Türk romancılığının çok önemli iki meselesi olduğunu ifade ediyor. Roman sanatının her şeyden önce bir düşünce işi olduğunu belirten Hançerlioğlu, toplum olarak bizim düşünce rönesansımızı yapmadığımıza dikkat çekiyor ve ekliyor:” Ben kendi payıma Türk romanının Batı örnekleri karşısındaki çabalamasını bunda buluyorum. (…) Daha düşünce Rönesans’ımızı yapmadığımız için romanımızda ancak, plâstik sanatlarımızda olduğu gibi, düşüncemizi değil, duygularımızı anlatabiliyoruz. Oysaki salt duygulara dayanan bir roman kurulamaz. Dilimizdeki tutukluğun sebebi de philosophie’miz olmayışıdır. Çünkü dil bir düşünce işidir, dili düşünce yaratır.” (Hançerlioğlu, 1953: 359). Hançerlioğlu’nun iki romanı üzerinden onun Amnadolu’yu yansıtma durumuna bakılacak olursa;

1. Karanlık Dünya (1951)

Eser, on yedi bölümden oluşur. Roman, Mazılık adında bir kasabada yaşayan insanların gündelik yaşamını ele alır. Anadolu’da herhangi bir kasaba izlenimi veren Mazılık, bu kasabaya sonradan gelen hâkim, kaymakam, öğretmen gibi memurların bakış açılarıyla anlatılır. Bu durum, romanda köy-kent karşılaştırmalarıyla anlatılır. Bu karşılaştırmanın merkezini yaşam biçimleri oluşturur. Romanın kurgusu kasabaya hâkim yardımcısı olarak atanan Ahmet’in kasaba halkıyla yaşadığı olaylar ve Ahmet’in bu kasabaya olan yabancılaşması üzerine kurulmuştur.

Rauf Mutluay’a göre Karanlık Dünya, Anadolu’yu kalkındırma özlemini çekmiş ülkücü aydınlar kuşağından bir yargıcın görev yerine adanışını anlatmaktadır. Bu roman, Türk edebiyatının işlemekten vazgeçemediği ortaklıklardan biridir. Köyü, köylüyü, oraya “mecburi” olarak giden bir aydının penceresinden ve köylünün kendi gerçekliğinden anlatan eser, konusu itibariyle çoğu yazarın hayallerine bir çerçeve teşkil eder (Mutluay, 1973: 599).

Aydın

Orhan Hançerlioğlu’nun Karanlık Dünya romanındaki aydın kişi Ahmet’dir. Ahmet, Anadolu’ya karşı kasaba kaymakamından ve yardımcılığını yaptığı başhâkimden daha heyecanlıdır ve kendini yaşadığı kasabaya karşı daha sorumlu hisseder: Azmin elinden hiçbir şey kurtulmaz,” diye bağırdı. “Bu vatan bizlere emanet edilmiştir. Onu muasır medeniyet seviyesine eriştirmek bizim ödevimizdir. Asırlardan beri kendi yağı ile kavrulan şu harap köylerde ilmin ışıklarını görmek için her fedakarlığı yapacağız…” (Hançerlioğlu, 1981: 11). Onun için Anadolu, vatanının kendisidir. Anadolu, gelişime, yeniliğe aç ve açıktır. Anadolu’nun kavruk toprakları ilim ve bilimle yeşillenir ve halk, bilinç ve bilgiyle kendi ekonomik faaliyetlerini hayata geçirebilir.

Ahmet idealleri olan bir aydın olmasına karşın gündelik hayatta her an karşılaştığı yaşam biçimlerine karşı da bir “yabancı”dır. Romanda yabancılaşma teması üzerinde sıklıkla durulur: “Kendi vatanımda bir İngiliz, bir Alman, bir Japon kadar yabancı hissediyorum kendimi…” (Hançerlioğlu, 1981: 12). Ahmet’in Mazılık’ı geliştirip bu kasabayı medeniyetin nimetleriyle buluşturmak istemesi onun bu yabancılaşma hislerine engel olamaz. Bundandır ki Ahmet, düşünce tarzı olarak kendisinden farklı durumda olan Mazılık sakinlerinden bambaşka bir ülkede doğmuş büyümüş bir insan kadar uzaklaşabilmektedir.

Ahmet, daha ilk günlerden itibaren kendisini görev yaptığı Mazılık kasabasının halkından farklı görür. Bu farklı ve üstün görme, onun yalnızlığını ve yabancılaşmasını artırır. Sürekli kendi iç dünyasında kendisiyle kasaba halkını karşılaştırır. “Ama ben onlardan farklıyım, çünkü düşünüyorum. Mademki düşünüyorum, hiç değilse var olmaya çalışmalıyım” (Hançerlioğlu, 1981: 23). Ahmet’in var olmaya çalışması, kendini farklı gördüğü noktada bu farkı ortaya koymasını gerektirmektedir. Bunun için kendine bir hedef koyar ve kasabaya elektrik getirmek için çeşitli girişimlerde bulunur. Burada dikkat çeken, Ahmet’in kasaba halkının ihtiyacını düşündüğü için elektriği istemesi değil, kendi iç sorgulamalarını susturmak ve kendisinin köylülerden farklı olduğunu göstermek düşüncesinden yola çıkmasıdır. Bu durum, Ahmet’in Anadolu’ya faydalı bir insan, aydın olmaktan önce Anadolu’yu kabullenme ve onun gerçekleriyle yaşama mücadelesini verdiğini göstermektedir.

Ahmet’in yabancılaşmaya evrilen yalnızlık duygusunun, Anadolu’ya olan olumsuz bakışının temelinde aile duygusu çok önemli bir etkiye sahiptir. Ahmet, öksüz ve yetim bir çocuk olarak teyzesi ve eniştesi tarafından büyütülmüştür. Ahmet’in Mazılık’ta en derinden hissettiği duygu ailesizlik duygusudur. “Elli haneyi dolduran bir kalabalığın ortasında yalnızdı. Neşeli kaymakam çoluğu ile çocuğu ile…” (Hançerlioğlu, 1981: 63). Yazarın Ahmet’in yalnızlığını onun ailesizliği üzerinden vermesi dikkat çekicidir. Aslında Ahmet, yüreği sevgiye ve şefkate aç bir insandır. Kasabanın sessizliği, çevredekilerin yaşam alışkanlıkları onu “aile” sıcaklığına daha fazla muhtaç hale getirir. Nitekim romanda diğer aydınlar olan kaymakam, başhâkim, öğretmenler… hepsinin birer ailesi vardır ve onların yalnızlığı veya yabancılaşması Ahmet’inki kadar derinden değildir. Zira Ahmet, alışkın olmadığı bir yaşam ortamında alışık olmadığı bir duygunun özlemiyle yanıp kavrulmaktadır. Önce evinde kaldığı kadının torunu Sedef’e, sonra başhâkimin kızı Canan’a karşı duyduğu aşırı bağlılık ve orantısız sevginin temelinde de bir “bağlılık” ve “aidiyet” sorunsalı kendini göstermektedir. Ahmet, her şeyden önce sevmeye ve sevilmeye muhtaç bir insandır.

Ahmet’in yabancılaşması Yaban romanındaki Ahmet Celal’inkine benzer gibi görünse de onunkinden farklı bir duygu halidir. Yaban romanında ailesini, evini, bir kolunu yitirmiş ‘eksik’/düşkün bir insanın “kaybettiği bedensel ve ruhsal bütünlüğünü tekrar kazanmak” (Şenderin, 2011: 123) için bir aile, bir ev, hayata tutunma savaşında kendine destek olacak bir dost arayışı hikâye edilir. Ahmet Celal gittiği köyde kendini yabancı ve huzursuz hisseder (Oruç, 2017: 789). Karanlık Dünya’nın Ahmet’i ise kaybettiği bir “aile” ve “ruh” bütünlüğünden ziyade aradığı bir “aile” ortamının sancısını çekmektedir. Ve Karanlık Dünya’nın Ahmet’i bu arayışını Anadolu’dan ziyade, her ne kadar Sedef ve Canan’a anlık bağlanma hissetse de kopup geldiği şehirde sürdürmek istemektedir.

Romanda aydın insanın kendi iç dünyasındaki arayış ve yaşadığı çevreye yabancılaşmanın etkisiyle toplumu sevmemesi üzerinde de durulmuştur. “Bu hayatı, bu yeri, bu insanları seviyor muydu? Hayır, sevmiyorum… Ama nefret de etmiyorum… Bu yer benim memleketimdir, bu hayat da benim hayatım olmalıdır… Olamıyorsa kabahat kimin?… Eğer biz köle isek aziz Brütüs, kabahat kendimizde.” (Hançerlioğlu, 1981: 13) cümlelerinde geçen bu sevgisizlik henüz nefret düzeyinde değildir. Bu sevgisizliğin içerisinde bir kabulleniş hatta suçu kendinde bulma hali vardır. Bu doğrultuda aydın kişi kendi hayatına ve memleketine karşı bir anlayış ve bağlılık göstermektedir.

Karanlık Dünya romanında geçen, “Şimdi bütün benliğini derin bir nefret duygusu kaplamaya başlamıştı. Nefret… Nefret ediyorum… Oduncu Salih’ten, Hacı Yakup’tan, Yanyalı Hasan’dan herkesten nefret ediyorum. Bu gerilik, cehalet, tezvir yatağından nefret ediyorum… Nefret ediyorum bu Mazılık’tan…” (Hançerlioğlu, 1981: 15) cümlelerinde ise aydının toplum karşısındaki sevgisizliği onlarla yaşadıkça bir nefrete dönüşmüştür. Buradaki aydın kişi içerisinde bulunduğu durumdan ve kişilerden nefret etmektedir.

Nurullah Ataç, Ahmet’in yukarıda bahsedilen yabancılaşmasını, kendi iç buhranları nedeniyle köye elektrik getirme çabasını gerçekçi bulmaz. Ataç, Karanlık Dünya’da Hançerlioğlu’nun Ahmet ve çevresi başta olmak üzere anlattıklarını gerçekçi, inandırıcı bulmaz. Ahmet, Mazılık kasabasına yargıç olarak gidiyor, orada elektrik işine karışıyor, bunun için çalışıyor, sonunda da erişiyor dileğine. Ama biz onun Malazık’ta yaşadığını, elektrik işi için çalıştığını göremiyoruz. Malazık’a elektrik gelince de buna inanamıyoruz. “Nasıl Oldu bu iş?” diyoruz. Bize anlatılan ona inanmamıza yetmiyor” (Ataç, 1952: 2). Ataç’ın romanda inandırıcılık sorunu olduğunu belirtmesinde Hançerlioğlu’nun Karanlık Dünya’da köy ve köylünün hayatını kentli bir memur üzerinden anlatmasının, Ahmet’in iç buhranlarına fazlaca değinmesinin etkisi olabilir.

Köy(lünün) hayatı

Mazılık kasabası, gündüzleri yeşil çayırları ve yabani zeytin ağaçlarıyla renkli ve canlı görünen bir yerdir. Gece olunca kasabayı korkunç bir sessizlik kaplar.  Yazar, bu sessizliği “gece hayatın üstüne inen bir kapak gibiydi. Tek katlı kerpiç kulübelerden en hafif bir gürültü sızmıyordu… kaderlerine boyun eğmiş insanlar tevekkül ve sükûn içinde uyuyorlardı.” (Hançerlioğlu, 1981: 7) şeklinde anlatır. Şehir hayatının kalabalık ve gürültülü ortamından kasabanın sessizliğine başlayacak olan yolcuğun habercisidir bu satırlar.  Yazar, okuru Ahmet’in kasaba sessizliğinde içsesleriyle yaşayacağı çatışmalara hazırlar adeta.

Köylü-şehirli ayrımı

Romanda Ahmet, şehirli ve aydın bir insan olarak verilir. Mazılık ise onun geldiği şehir hayatının yaşama biçim ve alışkanlıklarına uymaz. Bu kültür ve yaşam alışkanlıkları belli zamanlarda bir sorgulamaya, bir karşılaştırma zemin hazırlar. Ahmet’in kasaba sessizliğinde ve yalnızlığında kendine dost edindiği öğretmen Bekir’le konuşması bu karşılaştırmalara örnek gösterilebilir.

“Bir köylü yaşamaktan ne zevk alır?” “Şehirlinin aldığı zevki…” “Ama her iki yaşayış arasında uçurumlar var?” “Esas unsurlar aynıdır…” “Mesela?” “Yemek, çalışmak, uyumak..” “Ya sanat?… Ya konfor?…” “Meçhul olan mevcut demek demektir.” “Ya bizler?.. Bu zevkleri tatmış olanlar ne yapacak?” “Eğer başka bir şey yapamıyorlarsa şehirden çıkmayacaklar…” “Mecbur olurlarsa?…” “O zaman da alışmaya çalışırlar.” “Alışılabilir mi Bekir bey?” “Alışılabilir Ahmet bey…” (Hançerlioğlu, 1981: 10)

Ahmet için Mazılık alışılması gereken bir “mecburiyettir”. Ahmet’in romanın ilk bölümlerinde derinden hissettiği bu yabancılaşma duygusu ilerleyen kısımlarda azalsa da roman boyunca devam etmektedir.

Köy- şehir ayrımı Ahmet’le birlikte başhâkim Kadıbaba’nın hanımı üzerinden de verilir. Kadıbaba’nın eşi sürekli yaşadığı kasabayı küçümser. Köylüleri kendinden alta görür. Anadolu’nun bu ücra kasabasının bir gün olsun hiçbir medeni bir kazanıma sahip olamayacağını düşünür. Hatta sonradan devlet görevlisi olarak buralara gelen insanların, kasaba halkının eğitim ve kültür seviyesini yükseltmek yerine yerleşik halkın seviyesine indiğine inanır. “Şu Mozambik’lerde ne tuhaf bir hava vardı. Şehirliler onlara kendi görgülerini aşılayacakları yerde itaatli bir talebe gibi onların görenekleri altına giriveriyorlardı, öylesine bir itaat ki… en küçük bir pot kırmamak için içleri titriyordu (Hançerlioğlu, 1981: 43).

Kadıbaba’nın eşi, köylünün gündelik yaşamındaki zorluklara karşı direncinin şehirli insanın yaşama kültürüne de yansıdığını düşünür. Ona göre köylüler kendi doğruları dışında her şeye kapalıdır. Kendi gerçeklerinden başka her gerçeğe karşı son derece tahammülsüzdür. Şehirlinin bildiği yüz şeye mukabil, köylü bir tek şey bilir fakat bu bilgi tarlalarda kavrulmuş, çelikleşmiş vücutları kadar sağlam ve kuvvetlidir. Kendi cehaletlerini gayet tabii gördükleri, umursamadan karşıladıkları halde şehirlinin o bir tek şey üzerindeki bilgisizliğini asla affetmezler (Hançerlioğlu, 1981: 43). Kadıbaba’nın eşinin köylüler hakkındaki düşünceleri romandaki diğer “yabancı”lar için de geçerlidir. Yazar, bu durumu ömrü kasaba kasaba gezmekle geçen başhâkimin eşinin bakış açısından verir. “Tayyare, elektrik, tank, hertz dalgaları, Arşimed kanunu, Öklid hendesesi, Aynştayn nazariyesi… Köylü bütün bunları bilmeyebilirdi ve bilmediğinden ötürü de hiçbir utanç duymazdı. Ama bir şehirli, tarlada henüz başak halinde bulunan arpa ile buğdayı birbirinden ayıramazsa bu; dünyanın en gülünç, en ayıplanmaya değer hadisesi olurdu.” (Hançerlioğlu, 1981: 43).

2.Ekilmemiş Topraklar (1954)

Orhan Hançerlioğlu, Ekilmemiş Topraklar’da tıpkı Karanlık Dünya romanında olduğu gibi köy-kasaba hayatından izlenimlerini anlatır. Bu eser yazarın dördüncü romanıdır. Romanın kurgusunu Yediviran köylüsünün mültezim, jandarma ve eşkıya ile yaşadığı çatışmalar oluştururken, kurgu; savaşlar nedeniyle genç erkeklerin sürekli askere alınması, bulaşıcı hastalıklar, kuraklık ve sel gibi doğal afetlerle desteklenir. Eserdeki Yediviran köyünün coğrafi olarak nerede olduğuna dair herhangi bir bilgi verilmez. Bu durum, Yediviran köyünün Anadolu’da herhangi bir köy olarak anlaşılmasını ve eserde anlatılan sorunların genel olarak o dönem köylerinin sorunu olduğu kabulünü doğurur.

Orhan Hançerlioğlu, Anadolu köylüsünün içinde bulunduğu şartları, bütün gerçekliğiyle gösterebilmek için Avrupa medeniyetinden yararlanmış, bu sayede iki dünya arasındaki büyük uçurumu hissettirebilmiştir. Eserdeki temel eleştiri noktası Yediviran köylüsünün altmış dokuz yıl boyunca öşür vergisi, eşkıya, savaş ve doğal afetler kıskacında çaresizce eli kolu bağlanmasına kayıtsız kalan devlet erkinin nihayetinde köye gönderdiği kaymakamının da köylüyü tembellikle suçlamasıdır. Bu bakımdan eser, eleştirel gerçekçi bir anlayışın yansıması olarak kabul edilebilir (Demiryürek, 2016: 182-183). Ekilmemiş Topraklar, panoramasını verdiği köy ve aile ile medeni dünya ve onun insanları arasındaki büyük uçurumu mukayese imkânı vermesi bakımından önemlidir. (Geçer, 1955: 14).

Köy(lünün) hayatı

Yazar, Ekilmemiş Topraklar romanında köydeki atmosferi detaylı bir şekilde betimler: “Gözlerini tarlalara dikti. Kuzeyden esmeye başlayan akşam rüzgârı, buğday başaklarını yaladıktan sonra bomboş vadiye akıyordu. Başaklar, bir kasaba evinin penceresini süsleyen saksılar gibi, köyün hemen önünde bitiveriyorlar, ondan sonra ıssız, tohumsuz, ölü bir dünya başlıyordu. Ekilmemiş topraklar, ucu dağlarla birleşen bulutlara doğru uzanıyor, ışıklı bir kesimde kayboluyordu.” (Hançerlioğlu, 1954: 30).

Romanda köylerde ekimi bekleyen ama ekimde kullanılacak tarımsal makinelerin olmamasından dolayı ekilemeyen toprakların olduğuna da dikkat çekilir: “Biz çalışmaktan yılmayız Hasan Efendi, toprağımız da var şükür, nah işte göz görebildiğine bomboş duruyor…” (Hançerlioğlu, 1954: 16). Zaman içerisinde köydeki yaşayışta değişiklikler her yerde olduğu gibi gerçekleşmektedir. Köy yerlerindeki bu değişim tarlalarda çalışan kişiler ya da tarlaların verimliliğe ile ilgilidir. “Ertesi gün, damadıyla beraber ovaya indi. Ömer ağagillerin ucu bucağı görünmeyen geniş topraklarından ancak küçücük bir parçası ekilmişti. Babasının sağlığında yemyeşil görünen tarlalar şimdi güneşten çatlamış yüzleriyle kapkara, dereye doğru uzanıyordu. Ama o zamanlar bu toprakların üstünde ailenin altı erkeği çalışırdı bugünkü gibi iki kızla genç bir çocuk değil…” (Hançerlioğlu, 1954: 36).

Orhan Hançerlioğlu, bu romanında dönemin köy romanlarından farklı olarak, toprak mülkiyeti sorunu yerine sahip olunan toprakların ekilememesini dair anlatısıyla, ekonomik sıkıntıların heterojenliğine de işaret etmiştir. Ekilmemiş Topraklar’da, savaşların ve sağlıksız koşulların tarımda çalışacak işgücünü erittiği bir köyde vergi yükü ve borçlanma nedeniyle öküz alacak parası olmayan aile çözümü çocuk yaştaki kızlarını içgüveysi olarak gelecek bir damatla evlendirme de görmektedir. Roman önceki dönem anlatılarda kritik bir konu olan evliliğe dair tartışmalara da yeni bir boyut katar. Ekilmemiş Topraklar ekonomik gereklerin Medeni Kanun’u ve dolayısıyla kadını nasıl ikincilleştirdiğini örneklemesi bakımından da önemli bir eserdir (Dede, 2021: 363).

Köyde birçok alanda olduğu gibi eğitimde de eksiklikler vardır. “Birkaç ay önce…” diye lafa karıştı, “gezici öğretmene saydırmıştım. Okuma çağında on altı çocukları var. Ama bunun dışında da bir hayli büyücek çocuk var ki kara cahil. Kurulduğu günden beri okul görmemiş bu köy…” (Hançerlioğlu, 1954: 114). Köyde doğan çocuklar eğitimsiz, okulsuz bir şekilde büyüyüp, yazarın deyişiyle “kara cahil” bir şekilde yetişmektedirler. Köylerdeki bu eğitim, okul eksikliği giderilmek istenmektedir: “Kaymakamın sözlerinin çoğunu anlamamışlardı. Önce okulun ne demek olduğunu, sonra da bunun nasıl yapılabileceğini tartıştılar. Dört yönüne birer duvar çekip üstünü sazla örtmek yetmez miydi ki?” (Hançerlioğlu, 1954: 114).

Ekilmemiş Topraklar romanında köylülerin boğaya verdikleri “olağanüstü” kıymet de dikkat çekmektedir: “Ekinlerin arasına, çayırın içine bir çocuk girip iki üç başak kırsa, bir koyun girip üç beş sap yese sonu ölüme kadar varan, kavgalara tutuşan köylüler boğanın bu haline göz yumuyorlar, onun kendi tarlalarına, çayırlarına girmesini uğur sayıyorlardı.” (Hançerlioğlu, 1954: 15). Bir boğa, köylünün gözünde çocuklardan çok daha değerlidir. Aynı eylemi gerçekleştirebilecek çocuklar ve bu eylemi gerçekleştiren boğa arasında bir karşılaştırma yapılmıştır. Köylüler, boğanın tarlalarına girmesini uğurlu bir olay olarak değerlendirmektedirler.

Hançerlioğlu, köylünün içerisinde bulunduğu kötü hâllere de değinmektedir: “Toprağı ne edeyim emmi? Köylümüzün hali malum, satsan satılmaz. Yediviran’daki tarlayı da Kasabalılar alacak değil ya… Yarıcıya vereyim desen, herkes kendi toprağını sürmekten aciz, benimkiyle kim uğraşır?” (Hançerlioğlu, 1954: 16).

Orhan Hançerlioğlu, Ekilmemiş Topraklar romanında, “Gerçi toprak çok, çok ama ekecek öküz nerde, tohum nerde? Bıldır öküzün biri ölüydü, yanına ineği koştum. Bir cılız inekle bir kocamış öküz kaç dönüm eker ki… İki çift öküzüm olsa yok mu, tohumluğum da olsa yanında, anasını bellerim toprağın…” (Hançerlioğlu, 1954: 16) cümleleriyle köyde ekilecek toprağın çok olduğunu ancak bu topraklara ekilecek tohumun da bu tohumları ekmede kullanılacak öküzlerin de olmadığını vurgulamaktadır. Yazar, aynı romanında topraklarını ekecek işçi bulmakta zorlanan bir kişiyi ele almaktadır: “Neden yarıcıya vermiyorsun sanki?” diye sordu. “Yarıcıyı bul da öpüp başıma koyayım. Bizimkiler kendi topraklarını sürmekten bitkin, nerde kaldı ki sana bana yarıya gelsinler? Ama Ali Bey bir yılcık öşrü bize bıraksa, bir çift de öküz gönderse hani, gelen yılın dört katını öderdik ona Alimallah…” (Hançerlioğlu, 1954: 16).

Ekilmemiş Topraklar romanında köye gelen kaymakam köye bir okul yapılması talimatını köylülere vermiştir. Bu talimat doğrultusunda harekete geçecek köylüler birçok soruyu da ortaya dökmüşlerdir: “Ustalığını kim yapacak bu yapının?..” dedi. “Biz cam, çivi, kiremit işi bilmeliyiz ki… Kerpiç dökeriz sadece, üstünü de sazla örteriz. Hoş, onu da yapacak adam kalmadı ya köyde…” (Hançerlioğlu, 1954: 117) Köylülerde kaymakamın istediği şekilde okulu yapabilecek yetkinlik bulunmamaktadır.

Salgın hastalıklar da Yediviran köylüsünün hayatını zora sokar. “Hastalık damdan dama insandan insana atlıyor, günden güne yayılıyordu.” (Hançerlioğlu, 1954: 97). Dedelerinden beri Yediviranlıların görmedikleri acayip bir salgındır bu. Küçüklere zarar vermeyen, çok yaşlılara da dokunmayan bu salgın gençlerin hayatını karartır. Köylü gençler askerden, savaştan canlı dönse bile bu sefer bu salgının kucağında bulur kendini ve hırıltılarla, titreye titreye ölürler.

Köylünün hayatını zorlaştıran sadece iklim, salgın hasatlıklar, mültezimlerin baskısı değildir. Yediviran köylüleri tüm bunların yanında dağ eşkıyalarıyla da uğraşır. Eşkıyalar, hasat zamanları ve koyunların kuzulama dönemlerinde köye gelip “haraç”larını isterler. Kendi karnını doyurmakta zorlanan köylüler, genç erkeklerini savaşa gönderdiği ve kalan yaşlıların da bu eşkıyalarla baş edememesinden dolayı elinde avucunda kalanı da bunlara vermek zorunda kalır. Romanda Karadereli adında bir eşkıyadan söz edilir. Bu adam, belli zamanlarda un, buğday, koyun, kuzu ne varsa köylünün elinde alıp gider. Vermeyen veya direnen köylüleri de ya kadınlarıyla tehdit eder veya canlarıyla korkutur. Bu durum, köy gibi kırsal kesimlerde asayiş ve devlet otoritesinin zayıfladığının bir göstergesidir. Murat Ağa’nın köylünün halini anlattığı, kuraklıktan dolayı verimin olmadığını söylediği, biraz köylüyü idare etmesini rica ettiği Karadereli, söylenenleri hiç duymaz. “Doksan ölçek buğday dedi… dokuz da davar istemiştim… Köye gidelim öyleyse… gidelim de yükleyelim doksan ölçek buğdayla dokuz davarı” (Hançerlioğlu, 1954: 79). Bu sözlerden sonra köylüler, Karadereli’nin samanlıklarda saklı yüze yakın koyunla beraber Murat Ağa’nın torununu da kaçırdığını öğrenir.

Savaş

Savaşlar, köylerde genç erkek bırakmamıştır. Eli silah tutan her genç erkek bir vesileyle askere alınır. Bu durum, köyde yaşayanların gündelik tarla takım işlerini yapmalarını engeller. Savaşa giden gençlerden geriye elden ayaktan düşmüş ihtiyarlar kalır. Savaşa gidenlerin nerdeyse hiçbirinin dönmemesi ise köydeki kadın ve çocukların yaşamlarını daha zorlaştırır.

Geçim sıkıntısı ve yoksulluğa bir de kimsesizlik eklenir. Kendi tarlasını dahi ekmekte zorlanan Zülküf, yaşlanmanın da verdiği kaygıyla daha çocuk yaştaki kızını evlendirmek ister. Zira, tarlasını ekecek, işlerini yapacak kimse yoktur. “Ben de içgüveysini bu yüzden istiyorum ya… başımda bir sürü horanta var. Savaşa giden delikanlıların hiçbirisi dönmedi… bu yaştan sonra Allah bana evlat verecek değil… ekilmemiş topraklarım için adama ihtiyacım var…” (Hançerlioğlu, 1954: 29). Aynı durum babaları köyün ağası olan Mehmet’le kardeşi Murat arasında geçen bir konuşmada da dikkat çeker. “Ben kendimi bildim bileli ocağımızdaki yirmi erkekten on beşi savaşta öldü. Hazır yemeye para mı dayanır?” (Hançerlioğlu, 1954: 39).

Savaşın Anadolu halkını nasıl etkilediği, Yediviran köyü üzerinden anlatılır. Savaş, kadınları eşsiz, çocukları babasız bırakmıştır. Hastalıkların, yoksulluğun savaşımını veren Anadolu köylüsü bir de savaşların derin etkisini kendi ailelerinde hissederler. “Savaş, Yediviran köyüne hiç uğramadığı, tarlaları tohumlamakla uğraşan kadınlara yüzünü göstermediği halde öne çıkan bütün erkekleri silip süpürmüştü.” (Hançerlioğlu, 1954: 68).

Köyün erkekleri bir savaştan öbürüne, bir cepheden diğerine yokluk ve çaresizlik içinde savrulur. Savaşa gidenlerin canlı dönmesi adeta bir mucizedir. Sağ dönen varsa da ya sakattır veya kör veya da çolak… savaş, insanların hayatlarını bir bir çalar. “Sayısız savaşa katılıp da canını kurtarmış olan bahtlılar arasındaydı. Galiçya’da kolunun birini vermiş, esir düşmüştü.” (Hançerlioğlu, 1954: 68). Murat Ağa, uzunca bir esirlik hayatından sonra birkaç arkadaşıyla beraber kaçıp İstanbul’a gelir. İstanbul sokaklarında günlerce aç susuz dolaşırlar. Ceplerinde tek kuruş yoktur, dilenirler, cami avlularında, kocaman minarelerin gölgesinde uyurlar. O zamanlar bir gün olup gene kendi köyüne, tarlasına, ocağına dönebileceğini düşünde bile göremez Murat. Ne verirlerse yer, çöp tenekelerini karıştırıp içinde bulduklarıyla yaşamaya çalışır.

Ekilmemiş Topraklar romanında savaşta erkeklerin ölmesi sebebiyle geride bıraktıkları evlerinde türlü sıkıntılar yaşandığı şu sözlerle dile getirilmiştir: “Babamızın gücünden top gibi gürlerdi bu dam, buğdaydan ambardan çatlardı, gece gündüz tüterdi bacamız… ama ne edelim, suç bizde mi? Zamanlar kötü, zamanlar… (Hançerlioğlu, 1954: 39). Art arda sırlanan savaşlar, Yediviran köyünün genç ihtiyar birçok erkeklerini bir daha geri vermemecesine alıp götürmüştür.

Yediviran köyünde yaşayan erkeklerin tamamı savaşa katılmıştır. Hatta Murat, Galiçya’da bir kolunu kaybetmiş ve esir düşmüştür. Ancak vazgeçmeyen Murat, bir şekilde birkaç kişiyle birlikte kaçıp İstanbul’a ulaşmayı başarmıştır. İstanbul’da da işleri istediği gibi gitmeyen Murat, farkında olmasa da Halife’nin ordusuna katılmıştır. Bu şekilde Millî Mücadelecilere karşı savaşmak durumunda kalmıştır. Bu savaşta da diğer kolunu ve bacaklarını kaybeden Murat, bu şekilde köyüne döner (Küçükdurmaz, 2022: 39). Harbiye Nezareti avlusunda, tek koluyla on beş gün talim gördükten sonra İzmir dolaylarına gönderilen Murat Ağa, orada daha ilk ağızda din düşmanlarından bacağına bir şarapnel yiyince kendinin din düşmanlarının değil gene de Türklerin, Türk askerlerinin içinde bulur. Bir hayli şaşırır bu işe. Türk’ün Türk’le çarpışması aklının almadığı “öylesine acayip bir iştir.” (Hançerlioğlu, 1954: 70).

Murat’ın ölümü de savaşın onun bedeninde ve ruhunda açtığı derin yaranın bir yansıması gibidir. Kolları ve bacakları olmayan Murat, bir ağaca yaslanmıştır. O da tıpkı yıllarca unutulan Yediviran köyü gibi bu ağacın altında unutulmuş, kaderine mahkûm edilmiştir. Murat, ekilmemiş toprakların üzerinde, bir ağaca yaslanmış kolsuz bacaksız vücuduyla ölüme teslim olmuştur (Küçükdurmaz, 2022: 39).

Anadolu’nun Yaşam Gerçekleri

İncelenen her iki romanda da yerleşim yerlerinin isimleri semboliktir. Gerçekte o isimlerde yerleşim yerleri yoktur. Yazarın bu tercihini, anlatılanların herhangi bir Anadolu köyünde, kasabasında yaşanabilecek olaylar olmasına bağlanabilir. Yazar, Anadolu’nun yaşam gerçeklerini nerde yaşandığından bağımsız ele almaktadır.

Karanlık Dünya romanında devlet erki, edilgen, kayıtsız, soğuktur. Ekilmemiş Topraklar’daki kadar keskin ve “alıcı” konumda değildir. Ekilmemiş Topraklar’daki kaymakam, bir köy okulu için Yediviran köyüne gittiğinde devletin sadece yapılacak okulun planını çizdiğini geri kalan her şeyin köylünün yapmasını gerektiğini söyleyip, köyün ileri gelenlerince ağırlanıp köyden ayrılır. Bu kaymakam için Anadolu, emir verilecek insanların olduğu bir mecradır. Karanlık Dünya’daki kaymakam ise, yaşadığı çevreye faydalı olabilecek herhangi bir girişimde bulunmasa da Mazılık’a elektrik getirmek için çabalayan başhâkim yardımcısı Ahmet’in çabalarına engel olmaz, alttan alta onu destekler. Ekilmemiş Topraklar’da devlet Anadolu köylülerinin üzerinde baskın ve bunaltıcı ve yorucu bir güç iken Karanlık Dünya’da edilgen ve izleyen bir konumdadır. Karanlık Dünya’daki Ahmet’in yaşadığı yere elektrik getirme çabası da devletin bir plan ve projesi değil, kendini kasabaya yabancı hisseden birisinin içseslerini susturmak için uğraştığı bir olaydır.

Ekilmemiş Topraklar’da Yediviran’da yaşayanlar, yokluk, kuraklık, ağır vergi, eşkıya baskınları altında yaşarlarken, Karanlık Dünya’da o yörenin halkından çok o kasabaya sonradan gelen insanların karşılaştıkları zorluklar, yaşadıkları yalnızlık ve yabancılaşma ele alınır. Yazar, Ekilmemiş Topraklar’da tarlalarda, ambarlarda, köy evinin sofralarında dolaşırken Karanlık Dünya’da kasabaya gelen başhâkim yardımcısı Ahmet’in ruhunda, öğretmen Bekir’in zihninde, Mazılık’ın devlet dairelerinde ve okumuş insanların sofralarında gezinir.

İncelenen her iki romanın ortak özelliklerinden biri, köylü-şehirli ayrımdır. Karanlık Dünya’da Ahmet, Ekilmemiş Topraklar’da kaymakam üzerinden dikkat çekilen bu ayrım, Ekilmemiş Topraklar’da bir küçümseme ve yok saymayı, Karanlık Dünya’da ise bir yabancılaşmayı getirir.

Yoksulluk, Ekilmemiş Topraklar’da daha keskin bir biçimde ele alınırken Karanlık Dünya’da devlet memurları üzerinden “geçinememe” düzeyinde ele alınır.

Savaş ve salgın hastalıklar Ekilmemiş Topraklar’da Yediviran köyünde yaşayanların hayatını alt üst eden faktörlerdir. Karanlık Dünya’da savaştan pek bahsedilmezken sağlık anlamında, kasabadaki yetersiz sağlık hizmetlerine değinilir. Ahmet’in komşusu doğum yapacakken bu sahne üzerinden doktor ve sağlık hizmetlerinden yana çekilen yoksunluktan bahsedilir. Ekilmemiş Topraklar’da ise çağın salgını vebadan, hemen her türlü salgın hasatlığın öldürücü etkisi anlatılır.

Aydın insan ve onun çevresine yabancılaşması konusu Karanlık Dünya romanının önemli vurgularından biridir. Her ne kadar Ahmet, yaşadığı şehri özlese de ve Ahmet, yaşadığı ortama kendini ait hissetmese de bu durum sadece Ahmet’in Anadolu’ya olan yabancılaşması olarak değil, devlet erkinin Anadolu’ya olan davranış biçiminin bir yansıması olarak da okunabilir. Zira, devlet, onu yönetenler, onun temsilcileri Anadolu’nun yaşam gerçeklerine çok uzak ve yabancı kalmıştır.

Orhan Hançerlioğlu, incelenen romanlarında Anadolu’yu her yönüyle ele almış ve onun yoksunluk, yoksulluk ve eğitimsizliği üzerinde durmuş, hayatın ve devletin “uzak”ında kalmış bu yerlerin birer “ses”i olarak edebiyatımıza dönem gerçekliğini çarpıcı bir anlatımla ele alan eserler bırakmıştır.

Kaynakça

Ataç N. (1952, 5 Ocak). Bir roman. Ulus.

Dede, K. (2021). Türkiye’de köy romanını yeniden yorumlamak: modernleşme ve alegori. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 38(2), 357-369.

Demiryürek, M. (20169. Hikâyeden öte romandan beri. Akademik Kitaplar.

Demiryürek, M. (2021). Orhan Hançerlioğlu’nun İnsansız Şehir’inde köylüler ve kentliler. folklor/edebiyat, 27, Sayı (No) 107.

Hançerlioğlu, O. (1953). Roman üzerine. Türk Dili Dergisi, Mart, 359.

Hançerlioğlu, O. (1954). Ekilmemiş topraklar. Varlık.

Hançerlioğlu, O. (1981). Karanlık Dünya. Karacan.

Kavcar, C. (1999). Edebiyat ve eğitim. Engin.

Küçükdurmaz, H. (2022). Orhan Hançerlioğlu’nun hikâye ve romanlarında toplumcu gerçekçilik [Yayımlanmamış yüksek lisans tezi]. İstanbul Kültür Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü.

Mutluay, R. (1973). Elli yılın Türk edebiyatı. İşbankası.

Oruç, O. (2017). Yaban’da yabancılaşma ve aidiyet sorunu. International Journal of Languages’ Education and Teaching, Volume 5, Issue 4, December 2017, p. 787-800.

Şenderin, Z. (2011). Türk romanında taşra: toplumsal yapılanma, aydınlar ve yabancılaşma. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türkoloji Dergisi, 18/2, 115-136.

Yorum yapın